nazoo

Başucumda Müzik ( Kürşat Başar ) ..

Önerilen İletiler

100403.jpg

Başucumda Müzik Yazar KÜRŞAT BAŞAR

"Eğer, hayatınızın herhangi bir an'ına gidip orada sonsuza dek kalacaksınız deseler yalnızca iki şeyden birini seçmek isterdim. Biri, o çocukluğun bahçesindeki ağacın dalına asılı salıncakta sallanırken... Öteki, bütün hayatım boyunca en çok sevdiğim adamla öpüştüğüm ilk gün... Herkes aşık olmanın ortak dilini bulup yazmaya çalışıyordu.

Ama aslında bu kadar basitti işte: Birini öptüğünde salıncakta sallanır gibi hissediyorsan aşıksın."

Başucumda Müzik, bizi "gerçekleşen bir rüya"ya götürüyor. 50'li ve 60'lı yılların karmaşasında unutulup gitmiş gizli bir aşk öyküsünü anlatıyor. Orada, sokaktan akordiyon sesinin geldiği bir bahar sabahında, unutulmaz cumartesilerde, unutulmuş şarkılarda eşsiz bir duyguyu, tutmak isterken avucumuzdan kayıp giden o rüyayı okuyacaksınız. Hem de çok tanıdık bir yakın tarihin çarpıcı gerçeğinin içinde...

editor.gif

“Dünyanın en güzel hikayesi” de olsa artık acı veren sevinçleri barındıran paylaşılması imkansız hatıralarıyla başbaşa kalmaktan yorgun düşmüş yalnız ve yaşlı bir kadının hayatını, daha doğrusu aşkını, o aşka damgasını vuran bir şarkı eşliğinde anlatıyor “Başucumda Müzik”. Kürşat Başar, roman boyunca adını telaffuz etmediği kadın kahramanının çocukluğundan başlayan çarpıcı hayat hikayesini serbest çağrışımlarla, zaman sıralaması yapmaksızın, kopuk kopuk, ama akıcı bir dille aktarmış.

Romanın anlatıcısı görevini de üstlenen kadın kahraman, tayyareci olma hayalleri kurduğu henüz çocuk sayılabilecek yaşlarını sürerken ailesini bile şaşırtan bir kararla geleceği parlak bir hariciyeci ile evlenmiş, kocası Turgut’un mesleği gereği gençliğinin büyük bir bölümünü yurt dışında geçirmiştir. Bir ara Türkiye’ye gelir genç evliler. Genç, güzel, Amerika görmüş, biraz da uçarı bir kadın 1940’lı yıllar Ankara’sının gösterişli balo salonlarında elbette ilgi uyandıracak, kocasını sevmekle birlikte aşkı hiç tatmamış genç kadın, yine bir balo gecesi siyasi kariyeri kadar çapkınlığı ile de tanınan Fuat’la karşılaştığında bulacaktır o aşkı. Ne var ki, evli bir kadın sorumluluğuyla, karısından boşanıp kendisi ile evlenmek isteyen Fuat’ı cevapsız bırakacak, kocası ile yeniden yurt dışına gitmeyi seçecek, aşkları ise apaçık dillendirilmeksizin mektuplarla ateşlenecektir.

Siyasi trajedinin aktörleri

Türkiye’de yeni bir dönem açılıp Demokrat Parti iktidarı devir aldığında, Fuat, Menderes hükümetinin önemli bir bakanıdır. Kadınsa tekdüzeleşen evliliğinden bıkmıştır artık. Fuat’ın ısrarlı takibi sonunda beklenen olur; Fuat’tan hamile kaldığını anladığında, çocuğunu doğurmayı göze alamamakla birlikte kocasını terk eder. Bundan sonra hiçbir zaman bir çatı altında yaşamaksızın sürdürürler ilişkilerini; ta ki 27 Mayıs darbesine kadar. Fuat, Menderes ile birlikte idama mahkum edilen ve hayatı idam sehpasında noktalanan iki bakandan birisidir…

Anlaşılacağı gibi, Kürşat Başar, siyasal tarihin bu önemli vakasının aktörleri üzerine kurgulamış hikayesini. Böylelikle romanın kimi bölümlerinde 40’lı, 50’li yılların siyasi ve toplumsal gelişmelerine de yer vermiş. Ancak bütün bunlar -belki de kadın karakterin siyasete ilgisizliği nedeniyle- romana bir dekor olmanın ötesine geçmeyecek kadar yüzeysel. Hikaye dönüp dolaşıp kadına, kadının aşkına odaklanmış. Anlatının önemli bir diğer eksikliği ise bu büyük aşka mekan olan Londra, Venedik, Ankara, İstanbul gibi kentlerin o yıllara ait görüntülerle canlandırılmamasında. Başar, gerçekten yaşamış iki insanın ilişkisini yalnızca bir tarafın bakış açısından yorumlayıp sunarken zamandan, mekandan, çevrelerindeki diğer insanlardan neredeyse bütünüyle tecrit etmiş onları. Böylelikle hikayenin barındırdığı tarihsel toplumsal potansiyel kullanılmamış, yerini son yıllarda yazılan romanlara damgasını vuran klişeleşmiş bir temaya, kadınların duygu ve düşünceleri etrafında gelişen bir aşk hikayesine bırakmış. Anlatıcının ağzından aşka, sevgiye, hayata, kadın erkek ilişkilerine dair çok sayıda “altı çizilecek” ifadeye yer veren Başar da, bu akım içerisinde yer alan meslektaşları gibi kadınlara ilişkin “batıni” sırların ardına düşüyor.

Buraya kadarki sorunlar edebi beğeninin, özgürlüklerin alanı içine giriyorlardı. Elbette her yazar tür ve tema seçiminde özgürdür. Okuyucu olarak bizlerse kendi zevklerimize göre değerlendiririz onların yazdıklarını. Ancak kurgu yakın bir dönemde yaşanmış gerçek olaylara dayanır ve o kurgu olaylara karışan gerçek ve ünlü siyasi şahsiyetler üzerine inşa edilirse, kurgusal dünyadan gerçek dünyaya adım atılmış demektir. Hele ki anlatılanlar gerçek kişilerin kendileri dışında hiç kimseyi ilgilendirmeyen özel hayatlarına aitse, edebi mesele etik bir tartışmayı başlatıverir.

Başar, roman kişilerinin gerçek isimlerini vermese bile, idam edilen bakanların kimlikleri ve üstlendikleri mevkiler herkesin malumu olduğuna göre, roman kahramanlarının kimlikleri çok net. Zaten yapılan röportajlarda da bizzat yazar tarafından açıklandı bu kimlikler. Bu durumda, her ne kadar Kürşad Başar roman kahramanlarına sevgi dolu bir dille yaklaşsa bile, Menderes’le birlikte idam edilen bakan(Fuat), karısı (Maide), Fuat’ın sevgilisi, sevgilisinin kocası(Turgut), birbirlerine yazdıkları mektuplarla, sarf ettikleri aşk sözcükleriyle, duygu ve düşünceleriyle, yani özel hayatlarının mahremiyetleri ihlal edilerek, hayatta kalan yakınlarının belki de duygularını incitebilecek bir biçimde yan yana getiriliyor.

Magazin kültürü

Roman kahramanlarını -hikayenin mantığı içerisinde hiç gereği yokken- gerçek ve tanınmış şahsiyetlerden devşiren “Başucumda Müzik”, 80’lerden sonra hayatın her alanına yayılan bir eğilimin taşıyıcısı; tıpkı TV kanallarında yıllardır her gece bıkmadan gösterilen televole magazinlerinde, “Biri Bizi Gözetliyor”larda, “Ben Evleniyorum”da, Sinan Çetin’in “Film Gibi”sinde ya da hemen yakınlarda Can Dündar’ın “Yüzyılın Ölümsüz Aşkları” belgesinde, Refik Erduran’ın “Despot” romanında ve adını sayamadığım yüzlerce “alt” ya da “üst” kültür ürününde olduğu gibi…

Söz konusu eğilimi, 80’lerden sonra içine düştüğümüz kültürel iklimin karakteristiğini bir kaç cümlede deşifre ederken “baskının bu kadar yoğun olduğu bir dönemde, iç dökme, anlatma, ifşa etme arzusu ilk kez bu kadar öne çıktı” demişti Nurdan Gürbilek; “80’ler ruhundan söz edeceksek eğer, bunu bir dikizleme isteğinde, bunun yeni bir haz olarak tanımlanmasında, insanların buna kışkırtılmasında, burada bir özgürlük vaadi buluyor olmasında aramak gerekir”. Yukarıda sözünü ettiğim ürünler, tam da böyle bir ruhla dile getiriliyor işte; insanların özel hayatları edebiyat, sanat, belgeselcilik adına yağmalanıyor…

Bir roman okumaya başladığımızda, onun bir kurmaca olduğunu biliriz. Yazılanlar bugünkü toplumla, veya geçmişte olup bitmiş ve tarihin maddesi olmuş olaylarla çok yakından ilgili olsa bile, roman apaçık bir gerçeklik değildir. Ancak içinde yaşadığımız dönemde yazılan romanlar, gerçekle kurmacayı birbirine karıştırıyorlar. Karışıklığı yaratan en önemli neden, metinlerin –yukarıda belirttiğim gibi- yaşamışlığı tarihçe doğrulanan insanlar üzerine kurulmasında. Böylelikle bu karakterleri kurmaca olarak kabullenmek ve önceki tarihi bilgilerimizi yardıma çağırmadan algılamak imkansızlaşırken, okuma anı bir “dejavu”ya dönüşüyor. Birçok romanın içinde, tanıdık, bildik, "önemli" şahsiyetin düşünce ve eylemlerine tanıklık ediyor; zaaflarını, yiyip-içmelerini, giyim-kuşamlarını, mimiklerini yakından izlemek fırsatını(!) buluyoruz. Ama romanlardaki bu insanlar ile gerçek yaşamdakiler aynı şahsiyetler midir? Burada bir ayrım yapma zorunluluğu var. Zira tarihe mal olmuş insanlardan söz ediyorsak, artık tarihin alanına geçmişiz demektir ve artık anlatılanları doğrulamak için kanılar değil kanıtlar gereklidir. Romancının, bu yaşanmışlıkları bilmeden, o kişiye ilişkin tasavvur ve tahayyüllerini "herhalde böyle olmuş, böyle düşünmüş, böyle hissetmiştir" gibi sınırsız bir özgürlükle, dilediği gibi yazıya dökmesinin, gerçek kişileri, romanda anlatılan kimlikleri ile gerçekmiş gibi sunmasının ya da okuyucunun her anlatılanı sorgulamaksızın kabullenmesinin etik sorunlar taşıdığını, ayrıca, yazarların, okuyuculardaki o kişilere ilişkin merak duygularını -en hafifinden- kullanmak eğiliminde olduklarını söylemek mümkün.

Bu eğilimin kökeninde, toplumdaki medya dili egemenliğinin yattığını düşünüyorum. İnsanlar, olaylar ve düşünceler üzerine yoğunlaşmaktan çok, anlatılan öykülerin çekiciliğini öne çıkaran magazinleşmiş bir anlayışla karşı karşıyayız. Yeni roman örneklerinin, -yazılı/sözlü/görsel medyanın körüklemesiyle- tanınmış şahsiyetlerin yaşamına olan merakının; toplumsal röntgenciliğin taleplerine yani ihtiyaca cevap vermek çabası -piyasa koşulları- dikkate alınmadan değerlendirilmemesi gerekiyor. Söylentilere bakılırsa daha pek çok gazeteci varmış romancı-gazeteci kervanına katılmaya hazırlanan... Elbette gazetecilerin roman yazma tutkuları sadece meslekleri nedeniyle eleştiri konusu yapılamaz; ama bu meslek erbaplarının -özellikle köşe yazarlığının “gerek ve yeter şartına”, “olmazsa hiç olmazına” dönüşen- roman yazma tutkusunun medyatik söylemleri, yavan bir üslubu ve üçüncü sayfa haberi derinliğindeki hikayeleri -hayatın diğer alanlarında olduğu gibi- edebiyata taşımasına da bir muhalefet şerhi düşmemek elde değil!.

A. Ömer Türkeş

Not : Okumanızı Çok İstediğim Bir Roman Türü Okurken Çok Güzel Şeyler Hissedeceğiniz Aşkın Her Halini Yaşayacabileceğiniz Bir Kitap wub.gif

İletiyi paylaş


İletiye bağlantı
Sitelerde Paylaş

Hesap oluşturun veya yorum yazmak için oturum açın

Yorum yapmak için üye olmanız gerekiyor

Hesap oluştur

Hesap oluşturmak ve bize katılmak çok kolay.

Hesap Oluştur

Giriş yap

Zaten bir hesabınız var mı? Buradan giriş yapın.

Giriş Yap