Dogru_Yol

İlk Hangi Elini Kaybetmek İstersin ? ( Röportaj )

Önerilen İletiler

2164.jpg

1991 yılında yaklaşık on bin insanın öldüğü ve iki milyon insanın yerinden yurdundan olduğu 'felaket', Sierra Leone İç Savaşı'nın yaşayan ve tarihe tanıklık eden kurbanlarından biri Mariatu Kamara

Şimdi 23 yaşında, şiddet mağduru kadınlar ve çocuklar için çalışıyor. Ellerini savaşta kaybeden Kamara, yüreğinin 'elleri'nden tutup UNICEF için çabalıyor.

Bu, Mariatu Kamara'nın acı ama umut dolu hikayesidir.

Beni kaçıran adamlardan biri başımı aşağı çekti, öylece bekledim. "Tamam, küçük!" dedi diğer isyankar. "Buradan çabuk toz ol. Seni istemiyoruz"Söylediklerini doğru duyup duymadığımdan emin değildim ve hâlâ orada, öylece bekliyodum.

Adam tekrarladı, "Evet, gidebilirsin.Git, git, git!"

Yavaşça doğruldum. "Bekle" dedi hayvani bir sesle. Sırtında silahlarıyla bekleyen erkek çocukları beni gösteriyordu. Daha yaşlıca olan isyankarın emrini bekledim. Tam önümde yürüyordu.

"Gitmeden önce kendine bir ceza beğen!" dedi gümbürdüyerek. "Ne gibi?" diye cevap verdim. Artık gözyaşlarımı tutamadığımı hissetmiştim.

"İlk hangi elini kaybetmek istersin?" diye sordu.

Boğazımdaki düğüm bir anda çözülüp çığlığa dönüşüverdi. "Hayır" diye bağırdım. Koşmaya başladım ama işe yaramadı. Yaşlıca olan beni yakaladı, tüm bedenimi onun büyük elleri kaplamıştı. Beni çocukların önüne fırlattı, yere çarptım hızla. Üç erkek çocuğu, beni kollarına aldı, tekmelerimi savurdum ama boşunaydı, gücüm yoktu. "Allahım lütfen kurşunlar kalbime saplansın ve öleyim" diyordum içimden.

"Lütfen bana bunu yapmayın" diye yalvardım. "Neredeyse sizinle aynı yaştayım. Belki arkadaş olabiliriz."

"Biz arkadaş değiliz" diye cevap verdi, tükürürmüş gibi bir ifadeyle bakan çocuklardan biri.

"Eğer ellerimi doğruyacaksanız, lütfen beni öldürün" diye yalvardım onlara.

"Seni öldürmeyeceğiz" diye cevap verdi, bir diğeri. "Senin 'başkan'a gitmeni ve bizim sana yaptıklarımızı ona göstermeni istiyoruz sadece. Artık ona oy vermeyeceksin. Hadi başkandan şimdi yeni eller iste bakalım."

Hiçbir acı hissetmedim. Ama bacaklarım çoktan kendini koyvermişti. Yere düştüm. Çocuklardan biri yerdeki kanı temizliyordu, sonra da uzaklaştı, gitti. Gözkapaklarım gitgide kapanıyordu. İsyancı çocukların birbirlerine beşlik çaktığını izliyordum. Gülüşmelerini duyuyordum. Beynim giderek bulanıklaştı, karardı. O sırada kendime şu soruyu sorduğumu hatırlıyorum. "Başkan ne demek?"

Bilincim yerine geldiğinde, korkunç bir mide ağrısı hissettim. Yaralı kollarımı kımıldatmama imkan yoktu. Sanki dünya üzerinde yuvarlanıyordum. Dizlerimin üzerinde emekliyordum. Karnımı da tutuyordum bir yandan. Kaçmak istiyordum, kaçmak... Bu kasabadan çok çok uzağa...

"SADECE KADINLARIN BEBEĞİ OLUR, KIZLARIN OLMAZ"

Ansızın keskin bir acıyı kollarımda hissettim. Hayatımda hiç bu kadar hasta olmamıştım ben. Başka bir kasabaya gidip yardım istemeyi başardım. Pek çok tanıdığımın hastanede kaldığı yer burası, Freetown. Bir kamyon sayesinde bu kasabaya getirildim. İyileşmek için yattığımda bir başka şokla savruldum.

"Sen hamilesin!." Kadın doktorun ne demek istediğini tam anlayamamıştım. "Bir bebeğin olacak. Anlıyor musun?"

"Ama bunda bir hata olmalı! Sadece kadınların bebeği olur, kızların olmaz..."

Bana bebeğin nasıl meydana geldiğini anlattıklarında daha yeni ne olduğunu kavramıştım. Yaşadığım kasabadaki Salieu isimli yaşlıca bir adam, büyüdüğüm zaman beni ikinci karısı yapmak istediğini söylemişti. Bir gün beni kollarına aldı. O an evde tek başıma olduğumu biliyordu ve beni seks yapmaya zorladı.

Sonra da sessizce "Kimseye söyleme, küçük" dedi. Kimseye hiçbir şey söylemedim. Bunun kötü bir şey olup olmadığını bile kavrayamamıştım ki daha. Ve şimdi biliyordum ki karnımda onun çocuğunu taşıyordum. Salieu bunu asla bilmeyecek. İsyancılar onu çoktan kurşuna dizdiler bile...

SAVAŞ BAŞLADIĞINDA...

Bebekliğimden bu yana babamın kardeşi Marie ve kocası Alie ile birlikte Magborou isimli küçük bir köyde yaşadım ben. Burası daha çok çocukların kendi aileleri tarafından değil de başka insanlar tarafından büyütüldüğü kırsal bir yerdi. İsyancılar saldırdığında, 1999 yılında, o sırada Manarma isimli başka bir köyde yaşıyorduk. Çünkü buranın daha güvenli olduğu söylenmişti bize. İki kuzenimin, İbrahim ve Mohamed, kaçırıldığını gördüm. Marie'nin en küçük kız kardeşi de saçından sürüklenip götürülmüştü.

"Hoşçakal" demiştim kalbimden, o götürülürken... Daha sonra öğrendim ki o gün 100'den fazla insan öldürülmüş. Mucize eseri üç kuzenim de hayatta kalmayı başardı. Her ne kadar elleri kesilmiş de olsa, tekrar bir aradaydık Freetown'da.

Böyle korkunç bir zamanda insan kendine bakmayı öğreniyor. Her şeyi kendi kendimize hallediyorduk. Yaralara rağmen yemeğimizi yapıyor, çamaşır yıkıyorduk. Kollarımın sarılı olmasına rağmen dişlerimi fırçalayabiliyordum, saçımı tarayabiliyordum.

ENGELLİLER KAMPINDA YAŞAMA TUTUNMAK

Hastaneden çıktıktan sonra engelli insanların olduğu bir kampa gittik. Her anından nefret bile etsem sokaklarda dilenerek para kazanmaya çalıştım. İyi geçen bir günde 10 bin leon ( 2 sterlinin altında) kazandığımız oluyordu.

Marie ve Alien'in öldüğünü sanmıştım ancak kaçmayı başarmışlardı. Şimdi hep birlikte bir çadırda yaşıyoruz. Bu kamp, bir futbol stadyumu büyüklüğündeydi, çöp gibi kokardı, pişen yemekse insanı hasta edecek kadar sağlıksızdı. Bizim gibi, benim gibi elleri olmayan 400 insanın bir arada olduğu ve yaşamaya çalıştığı bir yerdi burası.

DOĞUM ZAMANI...Ne zaman ki doğum vakti geldi çattı, doktor bana kanallarımın çok küçük olduğunu ve bebeğin çıkabilmesi için yeterince alan olmadığını söyledi.

"Sezeryan denen özel bir doğum yöntemiyle ameliyat olacaksın."

Hatırladığım son şey, doktorun karnımı iğnelediğiydi. Abdul isimli bir oğlum oldu. Tekrar dilenmek için geri döndüğümde, eskisinden çok daha fazla kazanıyordum. Bir gün adamın biri tam 40 bin leon (yaklaşık 7.50 sterlin) düşürdü yere. Bu, o güne kadar kazandığım en büyük paraydı.

10 aylık olduğunda Abdul, kötü beslenmeden dolayı hastalandı. Hastanede tedavi görmesine rağmen öldü. Onu yeterince sevmediğim için kendimi suçluyordum. Kampın camisinde ailem bir cenaze töreni hazırladı. İmam dua okudu. Orada öylece duruyordum. Dinliyordum ama duymuyordum.

Kollarım için ilk defa hastaneye tedavi görmeye gittiğimde, varlıklı ailelerin savaştaki çocukları evlatlık edindiği konusunda söylentiler dolaşıyordu. Altı çocuğun bu şekilde ABD'ye gittiğini öğrendim. Pek çoğu da listedeydi. Ama Kimse benimle ilgilenmemişti. Ta ki bir güne kadar...

YENİ HAYAT, UMUTLU GÜNLER"Canada'dan bir adam arıyor" dedi kadın. "Adı Bill. Gazetede okuduğu bir kızı soruyor."

Comfort isimli memur, oğlumu kollarımda tuttuğum bir fotoğrafımı gazeteye vermişti. Benimle yabancı gazetecilerin yaptığı röportaj da gazetedede yer alıyordu.

"Bu adam sana yardım etmek istiyor. Ailesi hikayeni okumuş ve sana yiyecek, giyecek temin etmek istiyorlar."

"Beni Canada'ya götürecek mi?" diye sordum.

"Hayır ama dua et ki götürsün."

Şanslıydım ki duam kabul oldu. 2002 yılında Toronto'ya uçtum. Bill ve ailesiyle kısa bir süre yaşadıktan sonra Sierra Leone'li bir çift Kadi ve Abou Nabe beni yanlarına aldı. İç Savaş'tan beridir Canada'da yaşayan bir çiftti onlar. Savaş patlak verdiğinde, ailelerinden pek çok kişiyi Toronto'ya getirmişler.

Yaşları benden biraz daha büyük üç kızla aynı odayı paylaştım. Onları birer yeğen gibi sevdim. Bir gün Abou'ya eğitim görmek ve bir iş sahibi olmak istediğimi söyledim. Abou bana;

"Ellerin yok ama aklın var. Ve bence çok da zeki birisin. En çok neyi yapmak istiyorsan onu yap. Bu dünyadaki yolunu ancak kendin çizebilirsin." dedi.

Bu insanı cesaretlendiren sözlere rağmen okula gitmeye korktum. Yalnız kalabilirdim. Yazmanın ve okumanın hayalini kuruyordum durmadan. Ama tüm bunları ellerim olmadan nasıl yapacaktım? Kadi, İngilizce'yi ikinci dil olarak öğrenmemi sağlayan bir okula gitmemi salık verdi.

Sınıf arkadaşlarımın çoğu Asyalı kadınlar, Orta Doğulu büyük anneler, güney Afrika'dan gelen erkeklerdi. Başlarda sadece jestlerle iletişim sağlarken, daha sonraları İngilizce kelimelerle diyalog kurmaya başladık. En gurur duyduğum anlardan biri hiç şüphesiz kalemi kollarımın arasında tuttuğum andı. Canada'ya geldikten 10 ay sonra, bir haziran gününde ESL'den (İngilizce İkinci Dil Okulu) elimde diplomamla mezun oldum.

2004 yılının kışında engelli insanlar için özel olarak hazırlanmış bir dizüstü bilgisayarım oldu. Klavye ne kadar büyük olursa olsun, ilk başta bir harfe dokunmak öyle kolay değildi.

O akşam, bilgisayarımın karşısında oturdum ve satlerce onunla ilgilendim. Biraz zorlansam da ilk cümlemi, o koca klavyenin üzerinde tuşlara yarım yamalak basarak yazmayı başardım.

"Benim adım Mariatu Kamara. Canada'da Toronto'da yaşıyorum ve burayı çok seviyorum."

*********

NOT: Mariatu şimdi 23 yaşında. İngilizce, onun için artık ana dili gibi konuştuğu bir dil. Kötü şartlarda yaşayan, 'hayat mağduru' çocuk ve kadınların danışmanlığını yapıyor. Unicef'in Savaş Çocukları için Özel Temsilciliği'ni de üstlenmiş durumda. Elleri, diğer insanlarınkinin aksine prostetik de olsa, o, onlarsız da hayatı kolaylaştırmanın yolunu bulmuş.

Sierra Loene İç Savaşı, 11 yıl sonra 2002 yılını Haziran ayında sona erdi.

Bu hikaye, Mariatu Kamara ve Susan McClelland'in Bite of the Mango isimli kitabından alınmış ve çevrilmiştir.

ALINTI

İletiyi paylaş


İletiye bağlantı
Sitelerde Paylaş

Hesap oluşturun veya yorum yazmak için oturum açın

Yorum yapmak için üye olmanız gerekiyor

Hesap oluştur

Hesap oluşturmak ve bize katılmak çok kolay.

Hesap Oluştur

Giriş yap

Zaten bir hesabınız var mı? Buradan giriş yapın.

Giriş Yap