Dogru_Yol

Üye
  • İçerik sayısı

    1.928
  • Katılım

  • Son ziyaret

  • Days Won

    20

İletiler bölümüne Dogru_Yol kullanıcısının eklediği dosyalar


  1. Ödüllü Yazı

    Saat sabah altı idi; tüm askerlerin sabah içtiması için birliğin önünde dizilmesi gerekiyordu. Ancak saat altıda üç yüz kişilik birlikten ancak iki yüz doksanı hazırdı ve düzensiz bir şekilde duruyorlardı.

    İçtimadan sonra hep birlikte yaklaşık iki kilometre kadar uzaktaki kahvaltı alanına gideceklerdi. En sona kalan on asker, birlik binasından çıkıp askerlerin arasına karışırken hemen fark edildiler.

    Bunlardan sadece iki tanesi uyuya kalmıştı. İki tanesi ‘acaba çaktırmadan arazi olup bugünkü etkinliklere katılmayabilir miyiz’ diye düşünüyordu. İki tanesi ise yatakhanede kahvaltıya gitmekten kaçınmak istiyordu. Diğer dördü ise plansızlıktan ve geç kalkmaktan zamanında hazırlanamamıştı.

    Komutan sonuçta onuna da ceza verdi. Gecikmenin cezası elli defa mekik çekmekti.

    Tugay komutanı, sadece içtimalarda değil; ama genel düzen olarak tugayda birinci gelen bölüklere de ödül veriyordu. Daha çok çarşı izni; daha iyi koşullarda yıkanma ve bunun gibi.

    ***

    Kahvaltı sırasında zamanında gelen askerlerden bir tanesi, “Bu ödül-ceza sistemi harika.” dedi. “İnsanları, anlamıyorum; niye gözlerini ödüle dikmiyorlar ki! Eğer kendilerini ödüle odaklayacak olsalar, kurallara en iyi şekilde uyacaklar ve ödülü alacaklar. Şahsen ben tugay komutanının sunduğu ödülleri almak istiyorum; bunun için de kurallara uyuyorum. Ama tek başına uymam yetmiyor. Bir ekip performansı üretmemiz gerekiyor. 300 kişiden 290′ının kurala uyması yetmiyor. Hepimizin uyması gerekiyor.”

    Kahvaltı sofrasındaki bir arkadaşı, “Ben sana katılmıyorum.” dedi. “Ben de sabah zamanında içtimada hazırdım. Diğer tüm kurallara da uyuyorum; ama bütün bunların nedeni cezadan korkmam. Cezaya çarptırılmayacağımı bilsem kılımı kıpırdatmam. Mekik çekmek ya da tuvalet temizlemek ya da ceza her ne ise, bununla karşılaşmak istemiyorum. Benim kurallara uyma nedenim cezadan kaçınabilmek. Bu ödül-ceza sisteminin harika olduğunu düşünmüyorum. Çünkü benim cezadan kaçınmak için kurala uymam senin dediğin gibi yetmiyor. Ben kişisel olarak ceza almıyorum; ama cezaları herkes benim kadar umursamadığı için aramızdan on kişi çıkıp kurala uymadığında ödülü de alamıyoruz.”

    Üçüncü bir asker, “Ben sizden farklı düşünüyorum.” dedi ve devam etti: “Tüm kurallara uyuyorum. Tüm içtimalarda hazırım. Askerliğin tüm kurallarına harfiyen uyuyorum. Ama bunun nedeni, ne sunulan ödüller ne de karşı karşıya olduğumuz cezalar. Ödül almak için düzgün sıra olunmaz ya da cezadan kaçınmak için. Aslında bu iş o kadar karışık değil. İçinde bulunduğumuz ortamda görev ne ise onu yapmak bizim sorumluluğumuzdur. Aklı başında her insanın bunu düşünmesi gerek. Kahvaltıya tugayda beş bin kişi darmadağın gidecek olsa nasıl bir karmaşa olur düşünsenize. Sorumluluk duygusu gelişmiş bir insan, ödül ya da ceza olduğu için değil, sorumlu olduğu için, birlikte yaşadığı toplumun gereklerini yerine getirir. Ben iyi bir insan olmaya çalışıyorum; ama cennete ulaşmak ya da cehennemden kaçınmak için değil. Doğrusu bu olduğu, sorumlu bir insanın yapması gereken bu olduğu için.

    Kaynak Kişisel Başarı


  2. Aptalın öyküsü

    Adamın biri, halinden yakınır dururmuş: "Çalışıyorum, didiniyorum ancak geçinebiliyorum. Üstelik yalnızım, kimim kimsem yok..." Böyle mutsuz mutsuz sızlanıp dururken, bir karar vermiş. Yollara düşüp bir melek bulacak, halini anlatıp ondan bu haksızlığı düzeltmesini isteyecekmiş.

    Yola koyulmuş. Dağda bir kurda rastlamış. Ayakta zor durabilen, bir deri bir kemik kalmış kurt, adama yaklaşmış, nereye gittiğini sormuş. Adam derdini anlatmış, "Bir melek arıyorum. Onu bulup bana yapılan haksızlığı düzeltmesini isteyeceğim..." Bunun üzerine kurt, "Bana da bir iyilik yapar mısın" demiş, "ben de gece gündüz dolaşıyorum, bir lokma yemek zor buluyorum. O meleğe benden söz et, böyle açlıktan öleyazmış kurt da olur muymuş diye sor..."

    Adam yola koyulmuş. Çok geçmeden karşısına güzel bir kız çıkmış. Kız da ona nereye gittiğini sormuş. Melek hikâyesini dinledikten sonra adamın ellerine sarılmış:

    "Yalvarırım o meleğe benim durumumu da anlat. Gencim, güzelim, zenginim, her şeyim var ama çok mutsuzum. Mutluluğa ulaşabilmek için ne yapmam lazım, ne olur o meleğe sor..."

    Adam, melekle konuşacağına söz vermiş ve yola devam etmiş. Yorulduğunda dinlenmek için bir ağacın altına uzanmış. Çevre yemyeşilmiş ama bu ağacın neredeyse bir tek yaprağı bile yokmuş. Tabii ağaç, durumuna çok üzülüyormuş. Dert yanmaya başlamış:

    "O meleği bulduğunda benden de bahseder misin. Bak, nasıl da bereketli bir toprak üzerindeyim. Bütün ağaçlar yaprağa, meyveye boğulmuş. Benimse hiçbir şeyim yok. Diğerleri gibi olmak için ne yapmalıyım, meleğe sorar mısın?"

    Adam, ağaca da "peki" demiş ve yoluna devam etmiş...

    Nihayet, meleği bulmaktan umudunu kesmiş, vazgeçmek üzereyken melek karşısına çıkıvermiş...

    Adam derdini anlatmış, melek adamı dinlemiş ve "tamam, tamam!" demiş. "Zengin ve mutlu olabilmen için sana bir şans veriyorum. Şimdi geldiğin yoldan git, evine dön."

    Meleğin bu sözleri üzerine rahatlayan adam kurdun, kızın ve ağacın ricalarını hatırlamış ve meleğe onları da anlatmış. Melek onlar için de birşeyler söylemiş. Adam bunları da bir güzel dinlemiş ve dönüş yoluna koyulmuş.

    Ağacın yanına geldiğinde meleğin söylediklerini aktarmış:

    "Köklerinin tam yanında gömülü altın dolu bir sandık varmış. Bu yüzden beslenemiyormuşsun. Beslenemediğin için yaprağın ve meyven yokmuş. Sandık çıkarılırsa senin de meyven ve yaprağın olacak."

    "Yaşasın!" Demiş ağaç: "Çabuk orasını kaz ve o sandığı çıkar!"

    "Hayır" demiş adam, "Melek bana kendi şansımı verdi. Evime dönmem lazım..." Ve yoluna devam etmiş. Genç kız bıraktığı yerde onu beklemekteymiş. Adamı görünce koşmuş ve "Melek ne dedi?" diye sormuş. "Sevinçlerini ve acılarını paylaşabileceğin birini bulup da evlenirsen bütün dertlerin hallolacak, mutlu olacaksın" demiş adam. O zaman kız, "Hadi seninle evlenelim, mutlu olmaya çalışalım!" diye atılmış. Adam, "hayır," demiş. "Buna zamanım yok. Melek benim şansımı verdi, bir an önce eve gitmeliyim. Sen de kendine başka bir koca bul artık..."

    Çok geçmeden o bir deri bir kemik kurt çıkmış karşısına. Kendi şansını bulmak için evine gittiğini, acelesi olduğunu söylemiş. "Peki ya ben!" Demiş kurt, "Benim için ne dedi? Onu söyle ve git!" "Senin için söylediğini ben anlamadım" demiş adam; "melek dedi ki, o kurt, yiyecek bir aptal bulamazsa aç susuz dolaşmaya mahkûmdur."

    Kurt, "ben çok iyi anladım" demiş ve aptalı yemiş.

    Kaynak : www.vatanim.com.tr

    Kaynak Kişisel Başarı


  3. İntihar eden delikanlı mı yoksa toplum mu?

    OLAYI biliyorsunuz. Muğla'nın Fethiye ilçesinde dershane parasını ödeyemeyen aileye haciz gelir. Haciz sonunda anne hapishaneye girer. Ailenin genç delikanlısı ise annem benim yüzümden hapishaneye düştü diye intihar eder; olay bu...

    Bu olayın duyulmasından bu yana yüreğimde bir daralma var. Üzgünüm, tepkiliyim, utanıyorum, daralıyorum. Bütün bu duygular içinde kendi kendime şöyle sesleniyorum: Bir işe yaramıyorsun. Baksana bir delikanlı, hayatının en güzel yıllarında hayata tam bir ümitle sarılacağı şu demde hayatına kıyıyor. Hem de annesine mesaj yollayarak; “Anneciğim, para bulamadım, üzgünüm” diye. Annesi demir parmaklıkların ardındadır diye yıkılıyor delikanlı. Kim yıkılmaz ki... Ya bilmediğimiz binlerce böyle olay varsa. Ya bilmediğimiz onca böyle sıkıntı varsa... Ya bütün bunların hesabını Allah bize soracak olsa. Ya; “O gün hiç hesaba katmadıkları şeyler karşılarına çıkacak” ilahi hitabına muhataplardan biri de ben olsam...

    Gazetedeki delikanlının fotoğrafına bakmak istemiyorum. Sanıyorum her insan, her baba, her vicdanlı benim gibi düşünüyordur. Sanıyorum bu olayı duyan her vicdanlının yüreği sızlamıştır.

    Şimdi bazı sorular soracağım. Biliyorum, cevabını da bulamayacağım. Çünkü soruların muhatabı kimdir onu da bilmiyorum. Derdim, muhatabını bulmak da değil. Derdim, her evde sessizce konuşulan duyguları -sizin adınıza tekrarı olmasın diye- satırlara dökmektir.

    1- Avukatlık nedir? diye sorguluyorum bugünlerde. Müvekkilimizi -hatalı da olsa, doğru da olsa- korumak mıdır? Sanmıyorum. Peki avukatlar önlerinde kanuni sorumluluklar varken ne yapabilirler? Aslında çok şey yapabilirler. Mesela; bu benzeri aileler konusunda ben bin lira yerine, beş bin lira isteyemem! Bu insafsızlık olur. Beni zorluyorsanız “Alın davanızı iade edeyim” diyemezler miydi? Böyle bir tavır avukatlar tarafından geliştirilemez mi? Çok mu hayal görüyorum. Bu acımasız dünyada olmayacak bir toplum mu hayal ediyorum. Düşünmeye değmez mi? Bu teklifimi çoğunun vicdanlı olduğuna inandığım avukatlar ve benzeri pozisyonda olanlar tartışamazlar mı?

    2- Alacaklılar daha insaflı olamazlar mı? Allah merhametli olan alacaklıya kendi katından rahmet indirir, sözünün hiç mi anlamı yok. Her şey para mıdır? Para tapılacak yeni bir put mudur? Vereceklinin durumuna bakılıp kasten borcun üzerine yatan ile gerçekten imkanı olmayanı ayıramaz mıyız?..

    3- Dara düşmüş, borcu olan ailelere akrabaları sahiplenemez mi? Her ailede bu tür insanlar olabilir. Çaresiz ve derdi olan bireyler bulunabilir. Aile büyükleri bu tür insanlar için bir yardım mekanizması oluşturamazlar mı? Kahvehane gibi yerlerde ömür tüketileceğine, bir şeyler için dernekler, işbirlikleri oluşturulamaz mı?

    4- Bazı ülkelerde şöyle bir gelenek vardır. Eskiden kişi çay içer, hesap ödemeye sıra geldiğinde ise bir çay içmişse iki çay parası verir ve kahvehanenin makul bir yerine asılan panoya içmeden verdiği çayın parası için bir kağıt asar ve daha sonra gelecek ama parası olmayan için bir anlamda çay ısmarlardı. Bu anlayışı biz her alana taşıyamaz mıyız?..

    5- Dün TV'de programıma telefonla katılan bir anne ağlayarak çaresizliğini dile getirdi. “Kocam asgari ücretle çalışıyor. Gelirimiz sınırlı. Oğlum 17 yaşında. Ona cep harçlığı veremiyoruz. O da para çalıyor. Bir çare, bir yol gösterin hocam” diyordu. Çocuk çaresiz, anne çaresiz. Öyle ya; bir tarafta cebi dolu olan, kafede otururken para savuran delikanlı, öte tarafta bir çay parası bulamayan onun yaşıtı. Ne yapabiliriz?.. Bu gençler için ne yapabiliriz?.. Lütfen herkes düşünsün.

    6- Her şeyi devletten, idarecilerden beklemek yanlış. Her konuda onları hedef tahtası yapmak da çare değil. Toplum olarak çareler üretmeliyiz. Saatlerce medyada magazin tartışacağımıza, bu konularda “sosyal projeler” üretecek bir zemin hazırlayamaz mıyız?..

    7- “Komşusu açken tok uyuyan bizden değildir; kişi Müslüman kardeşinin yardımına koştukça, Allah da onun yardımcısı olur” diyen bir imanın insanlarıyız. Ama bu sözler ne yazık ki, çoğu kez satırlarda kalıyor. Bir hamle yapamaz mıyız? Bu konularda ciddi projeler üretemez miyiz?

    Muğla'daki olayı birkaç gün sonra unutacağız. Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür. İnsan hafızası unutur. Ama evladını toprağa veren o anne; ne demir parmaklıkları, ne de o genç çocuğunu unutamayacaktır.

    Sevgili Soner! Anneni kurtaramadığın için utancından ve üzüntünden dolayı canına kıymana içimiz acıdı. Utanıyoruz... Üzgünüz... Daralıyoruz... Rabbimin sana merhamet etmesini diliyorum. Duam sana. Sen ve senin gibi gençler, hayata darılmasın diye; bize bir şey yapmamız gerektiğini bize hatırlattın... Sana rahmet diliyorum. İntihar en büyük günahlardandır. Bunu biliyorum. Onun için affetsin Rabbim diyorum. Senin bu intiharın toplumun kendisini sorgulamasına vesile olacak mı bilmiyorum. Keşke olsa... Keşke olsa...

    SORALIM ÖĞRENELİM

    - Ahirette cennet ve cehennem halkı birbirleriyle görüşecekler mi? / NAZ BAYRAM/ ESKİŞEHİR

    Kur'an-ı Kerim'in verdiği bilgiye göre cennet ve cehennem halkı görüşeceklerdir. (Müddessir, 40-41) Ayeti Kerime'nin verdiği bilgi şöyledir: Cennettekiler cehennemdekilere soracaklardır. Sizi cehenneme sokan nedir diye. Onlar şöyle cevap verirler: ”Biz namaz kılanlardan değildik. Yoksulu doyurmazdık. Kötülüğe dalanlarla beraber biz de dalıyorduk. Ceza gününü yalan sayıyorduk.” Bu ayette kişiyi ahirette sorumlu kılacak özelliklerden bir kısmına işaret ediliyor.

    - Her sihrin gerçekliği var mıdır? / DEVRİM KULAK/ GAZİANTEP

    Sihrin haram kılındığını biliyoruz. Sihrin haram kılınması, onun yapılabilir olmasını ortadan kaldırmıyor. Sihirle genellikle şer olan mahlukatın insanlar üzerinde yoğunlaştırılması hedef alınır. Gerçek sihir budur. Ama sihrin hile, göz boyama, el çabukluğu ve hipnoz olarak nitelendirilecek (Taha, 65, 69; Bakara, 102) çeşitleri de vardır.

    - Kadının kocasına zekât verebileceğini duydum. Gerçekliği var mı? / ZEYNEP KEPÇE/ İZMİR

    Kadının çalışarak kazandığı veya miras yoluyla edindiği sermayesi şahsına aittir. Dokunulmazdır. Kocasının bu paraya müdahale hakkı yoktur. Bazı fıkıhçılar, zengin olan kadının fakir olan kocasına zekat verebileceğini söylerler.

    - Peygamberimiz secdede dua edermiş. Bu konuda beni bilgilendirebilir misiniz? / GÜLNİDA IŞIK/ TEKİRDAĞ

    Peygamberimiz secdedeyken (tesbihatın dışında) bazı dualar da yapmıştır. O'nun yaptığı dualardan birisini örnek olarak verebiliriz: O şöyle buyururdu: “Allah'ım! Azabından affına, gazabından rızana sığınırım. Senin Zat'ın ve Şeref'in çok yücedir. Seni hakkıyla övmekten çok acizim. Sen; Seni övdüğün gibisin. (Tergib ve terhib, Münziri, 3, 460)

    Nihat Hatipoğlu

    Kaynak


  4. Peygamberimize ait pratik değerler (II)

    HATIRLADIĞINIZ gibi Sevgili Peygamberimizin bazı özelliklerini maddeler halinde sunmaya geçen hafta başlamıştık.

    Bugünkü yazımızda da O’nun güzel özelliklerini anlatmaya devam ediyoruz.

    56- Gömlek giymeyi severdi. Beyaz rengi daha çok tercih ederdi. Ancak kırmızı, yeşil gibi renkleri de seçerdi.

    57- Yeni bir elbise aldığında cuma günü giyinmeyi isterdi.

    58- Tırnaklarını kısa tutardı. Bıyıklarını dudaklarının üzerine kadar uzatmazdı.

    59- Vücudundaki fazla tüyleri sık sık giderirdi. Haftada bir, mutlaka belli bölgelerin temizliğini yapardı.

    60- Yola çıktığında, aynasını, tarağını, saç yağını, misvakını, göz sürmesini yanına alırdı. Son derece temiz dolaşırdı. Günde onlarca defa dişini misvakla temizlerdi. Saçını yıkar ve temiz yağla bakım yapardı. Aynaya bakarak saç, sakal ve bıyığını düzene koyardı. Dağınık hali görülmemiştir.

    61- Yastığının içinde hurma dalı ve yaprakları vardı.

    62- Tevhidi sarsacak, putperestliği anımsatacak bütün görüntü, gelenek ve âdetlere karşı hassas davranırdı.

    63- Kendisine ait eşyalarına isim verirdi. Atının adı Murtecez, devesinin adı Düldül, kılıcının adı Zülfikâr, zırhının adı Zü’l fudul’du. Böylece hayvanlara bile bir kişilik -mecazi anlamda- kazandırırdı.

    64- Atları severdi.

    65- Yumuşak ve toleranslı hareket ederdi.

    66- Hiçbir konuda aşırılığı kabul etmezdi.

    Dua ve işleriyle ilgili hassasiyetleri:

    67- Meyve yemeyi severdi. Meyve yerken şöyle dua ederdi: “Allah’ım! bu meyvemizi bereketli kıl”.

    68- Medine şehrini severdi. Şöyle derdi Medine için: “Allah’ım! bu şehri bize bereketli kıl”.

    69- Tuvalet ihtiyacı için girdiğinde şöyle dua ederdi giriş kapısında: “Allah’ım! Her türlü şeytanın şerrinden ve kötülüğünden Sana sığınırım”.

    70- Tuvalet ihtiyacından sonra çıktığında şöyle dua ederdi: “Allah’ım! Bizleri her türlü günah ve hatadan dolayı bağışla”.

    71- Oturup küçük abdest gidermeye dikkat ederdi. Ama zaman zaman -yer müsait olmadığında- ayakta küçük su ihtiyacını giderdiği olmuştur.

    72- Dişini temizlemek için sık sık misvak kullanırdı.

    73- Abdestte yıkadığı organlarını üçer kez yıkamayı alışkanlık haline getirmişti.

    74- Abdestten sonra bir havlu -mendil- ile kurulanırdı.

    75- Abdest aldıktan sonra şöyle dua ederdi: “Allah’ım! Günahımı bağışla. Evimdeki geçimim ve esenliğimi genişlet”.

    76- Bazen 5 vakit namazı tek bir abdestle kılardı.

    77- Yıkanması gerekirken -cünüplükten sonra- yıkanmadan uyumak isterse namaz abdesti gibi abdest alır ve uyurdu. Uyanınca yıkanırdı.

    78- Cuma günü boy abdesti alırdı.

    Günlük ibadetleri:

    79- Öğle namazını sıcaklığın hafiflediği saate bırakırdı.

    80- İkindi namazını güneş sararmaya başlamadan kılardı. (Yani öğleyi biraz geciktirir, ikindiyi ise geciktirmezdi.)

    81- Akşam namazını güneş batı ufkunda tamamen kaybolduktan sonra kılardı.

    82- Bazen yatsı namazını geciktirirdi.

    83- Sahabesine ezanı öğrenmelerini söylerdi.

    84- Bazen namaz için ezanı kendisi okurdu.

    85- Sabah namazında “Kaf” suresi gibi sureleri okurdu.

    86- Akşam namazında “Mürselat” suresini okudu.

    87- Yatsı namazında “Tin” suresini okurdu.

    88- Rukudan kalktığında tam doğrulurdu.

    89- Rukuda baş ile belini aynı hizada tutar ve ellerini dizlerinin üzerine koyardı.

    90- Secdede iken kollarını -pazularını- böğründen uzak tutardı.

    91- Bazen namazda ağlardı.

    92- Namaz için tekbir alacağında şöyle derdi:

    “Allah’ım! Beyaz elbiseyi kirlerden arındırdığımız gibi, Sen de beni hatalarımdan arındır. Allah’ım! Beni hatalarımdan kar, dolu ve temiz suyla yıkayarak arındır.”

    93- Rukuda şöyle derdi: “Subbuhun (Yani; Allah’ı her türlü eksiklikten uzak tutarım.) Kuddusun (Allah bütün ayıplardan arınmıştır.) Ey meleklerin ve ruhun Rabbi.”

    94- Secdede şöyle dua ederdi: “Allah’ım Sana secde ettim. Sana iman ettim. Sana teslim oldum. Sen benim Rabbimsin. Şüphesiz benim yüzüm ancak kendisini yaratıp güzelleştiren, O’na duyma ve görme özelliklerini veren tek Allah’a secde eder. Allah ne kadar yücedir. O yaradanların en güzelidir.”

    SORALIM ÖĞRENELİM

    Hz. Nuh’un gemisi nerededir? / LEYLA ÖZER/ZONGULDAK

    Hz. Nuh’un yaptığı gemi altı ay kadar bir süre yüzdükten sonra Cudi Dağı’na oturmuştur.

    (Hud suresi; ayet 44)

    Ayet bu geminin daha sonra ne olduğunu anlatmıyor. Kuran-ı Kerim’in eski milletlere ait kıssalarda takip ettiği yöntem, mekân, isim, dönem gibi ayrıntılara yoğunlaşmak yerine mesajı vermeye meyletmek tarzındadır.

    Hz. Nuh, Hud gibi peygamberlerin mezarları nerededir? / KAMİL AKTAN/SİNOP

    Kuran-ı Kerim’in adını verdiği peygamberlerin mezarları hakkında tarih kitaplarında bilgiler vardır. Hz. Nuh, Hz. Hud, Hz. Salih, Hz. Şuayb gibi birçok peygamberin mezarı Mekke’deki zemzem kuyusu ile Hacer-i Esved taşı arasındaki bölgededir.

    Varis çorabı üzerine mesh edilebilir mi? / HATİCE DENİZ/KARS

    Varis çorabı zor giyilmesi ve zor çıkarılması açısından -özellikle yaşlı ve hastalarda- sargı bezi gibi kabul edilebilir. Bu nedenle de üzerine elle mesh edilebilir. Bu meshte çorabın altına ve üstüne ıslak eli sürmekle yetinilir.

    Çocuklarımıza mutlaka Kuran-ı Kerim’den mi isim vermeliyiz? / AYŞE KORKMAZ/DENİZLİ

    Böyle bir emir ve talimat yoktur. Kuran-ı Kerim’deki bazı peygamber isimleri veya mekân isimlerinden (Sefa, Merve gibi) çocuklarınıza isim verebilirsiniz. Ama Kuran’daki her kelime isim olarak verilmemelidir. Seçilen ismin bir anlamı olmalıdır.

    Saç boyası gusule ve abdeste engel midir? / SEYFULLAH UZUN/GİRESUN

    Saç boyası, gusule ve abdeste engel değildir. Zira saç üzerinde bir katman oluşturmamaktadır. Oluştursa bile bir anlam ifade etmez. Zira önemli olan saçın dibinin ıslanmasıdır.

    Nihat Hatipoğlu

    Kaynak


  5. Peygamberimize ait pratik değerler

    KUTLU Doğum günlerindeyiz.

    Gün geçtikçe Sevgi Peygamberi'ne olan ilgi, alaka, ihtiyaç günden güne büyümektedir. O model insan, bir çıkış kapısı olmaktadır. Önemli olan, O'nu doğru anlamak, doğru okumak, değerlendirmek değil midir?! Yüce Allah kendisini sevmemizi, Peygamberimize bağlılıkla değerlendirmektedir. Çünkü şöyle buyuruyor: “De ki Ey Muhammed, siz Allah'ı seviyorsanız, bana (Peygamber'e) uyunuz. O zaman Allah da sizi sever ve günahlarınızı bağışlar.”

    İşte biz de bu vesileyle Peygamberimize ait bazı pratik değerleri çıkardık; faydalı oluruz temennisiyle...

    Dış görünüşüyle ilgili özellikleri:

    1- O, dedesi Hz. İbrahim'in duası, Hz. İsa'nın müjdesiydi.

    2- O, kendisinden bahsederken “Ben Muhammedim” buyururdu.

    3- Diğer bir ismi Mahi'dir. Zira Allah onunla batılı ve küfrün karanlığını gidermiştir. Mahi; kötülüğü yok eden, gideren demektir.

    4- O, cahiliye dönemin de bile -Peygamber olmadan önce de- hiçbir puta tapmadı.

    5- Hayatında -Peygamberlikten önce de- hiç içki içmedi.

    6- Vahiy almadan önce, apaydınlık rüyalar görürdü. Gördüğü rüyalar sonra çıkardı.

    7- İlk zamanlarda -Peygamberlikten önce- yalnızlığı severdi. Hira'ya çekilir, orada kendince ibadet ederdi. İlk vahyini (Alak'ı) orada aldı.

    8- Görenleri etkileyen bir görüntüsü vardı. O'nu gören kendine çekidüzen verme ihtiyacı duyardı.

    9- Üzerinde daima parlak bir ışık yüzünü aydınlatırdı.

    10- Ne garipsenecek kadar uzun, ne de kısaydı. Orta boyluydu.

    11- Başı büyükçeydi.

    12- Yüzü parlak beyazdı.

    13- Sakalı genişçeydi.

    14- Ağzı dengeli genişlikteydi. Hitabet gücü çok fazlaydı.

    15- Yanakları yüzüne uygun yapıdaydı.

    16- Göğsü ve karnı aynı seviyedeydi. Göbeği yoktu.

    17- Boynu uzun ve güzeldi.

    18- Sakal ve bıyıktaki beyaz tüylerin çekilip alınmasını hoş karşılamazdı.

    19- Saç ve sakalındaki beyaz tüyün sayısı 20 civarındaydı.

    20- Tatlı ve güzel bir yüzü vardı.

    21- Yüzü dikdörtgen değil, yuvarlak -dairemsi- bir yapıya daha yakındı.

    22- Göz uçları uzundu.

    23- Avuç içi uzundu. Bu özelliği cömertliğine işaret sayılmıştır.

    24- Yürürken sakin, vakur yürürdü. Dönerken bütün vücuduyla dönerdi.

    25- Daima bir murakabe -düşünce- halindeydi. Gökten çok, yere bakardı.

    Ahlakına ait özellikleri:

    26- Her karşılaştığıyla selamlaşırdı.

    27- Az ve öz konuşurdu. Gerekmedikçe konuşmazdı.

    28- Boş vakit geçirmezdi. Mutlaka bir şeyle meşgul olur, daha çok ibadet ederdi.

    29- Çok sabırlıydı. Son derece yumuşak karakterliydi.

    30- Her türlü nimeti önemserdi.

    31- Hak uğruna gazaplanırdı. Kendi şahsı için hiç hesap sormamıştır.

    32- Yüzü güleçti. Daimi olarak tebessüm ederdi.

    33- Geceyi üçe bölerdi. Birisini Rabbine ibadet için ayırırdı. Diğer bölümünü ailesine ayırırdı. Son bölümünü ise dinlenmekle geçirirdi.

    34- Evinden çıktığında, dönünceye kadar kendisini (dini hususları) ilgilendirmeyen sözlerden uzak kalırdı.

    35- Birleştirir, insanları kaynaştırırdı. Ayrılıktan, ayırmaktan uzak dururdu.

    36- Bir kavmin ileri gelenine ikramda bulunurdu.

    37- Arkadaşlarının durumunu sıkça sorardı.

    38- Her probleme karşı hazırlıklıydı. Mutlaka çözüm üretirdi.

    39- En değer verdiği insan, başkalarının yükünü hafifleten ve sürekli hayra vesile olan kişilerdi.

    40- Oturuş ve kalkışında sürekli Allah'ı anardı. Hatırlatırdı.

    41- Bir meclise girdiğinde en uygun olan boşluğa otururdu. Ashabına da böyle hareket etmelerini emrederdi.

    42- Cemaatindeki herkesin yararlanacağı şeyler konuşur, her bir insanla özel ilgilenirdi. Kimseyi diğerlerinden ayırmazdı.

    43- Biri kendisine soru sorduğunda mutlaka -yürüyor olsa bile- duraksar ve cevabını gülümseyerek verirdi. Sözlerin en yumuşağıyla hareket ederdi.

    44- O'nun oturduğu meclise, yumuşaklık, hayâ, sabır ve ölçü hâkimdi.

    45- Sokakta, mecliste veya çarşıda sesini yükselttiği görülmemiştir.

    46- İnsanların mahremini ve özel hayatını hiç sorgulamazdı. Merak etmezdi.

    47- Konuştuğunda insanlar başlarına konmuş olan bir kuşu ürkütmek istemezcesine sessizce dinlerlerdi. O susunca insanlar konuşurlardı.

    48- Arkadaşlarının gülüştükleri şeylere O da gülerdi. Arkadaşlarının hayret ettiği şeylere O da hayret ederdi. (Kendini onlardan farklı bir konuma sokmazdı.)

    49- Uzaktan gelmiş ve kitle içinde nasıl konuşacağını veya Peygamber'e nasıl muamele edeceğini bilmeyen kişiye anlayacağı dille konuşur ve onu rahatlatırdı.

    50- Konuşanın sözünü asla kesmezdi.

    51- Her kelimesini üç defa tekrar ederdi. İnsanlar söylediği sözü bir daha asla unutmazlardı.

    52- Konuştuğunda O'nu dinleyen herkes ne demek istediğini anlardı. Halkın diliyle konuşurdu. Ağır, ağdalı, şaşaalı, süslü, yaldızlı konuşmalardan hoşlanmazdı.

    53- Argo olan, sokak dili olan gayriciddi hiçbir kelime konuşmazdı. Her sözü ciddiydi. İnsanlar O'nun hafif sayılacak hiçbir sözünü duymamışlardı.

    54- Düşünerek, ağır ağır ve tartarak konuşurdu. Kelime ve cümleleri birbiri ardınca yuvarlamazdı.

    55- Sesi güzeldi.

    (Devam edecek...)

    SORALIM ÖĞRENELİM

    Maide 69. ayette geçen Sabiiler kimlerdir? AHMET ÖMER CAN/OSMANİYE

    “İnananlar ile Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabiilerden Allah'a ve ahiret gününe inanan ve Salih ameller işleyenler için Rableri katında mükafat vardır” (Maide-69) ayet-i kerimesi, İslam'dan önceki din mensuplarının durumunu anlatıyor. Bu ayette geçen Sabiilerden, Yahudiler ve Hıristiyanlar arasındaki tevhid ehli veya Hz. İbrahim'e inananların kastedildiği tefsirlerde belirtiliyor. Bu konuda farklı görüşler de vardır.

    Oğluma verdiğim arsayı geri alabilir miyim? CAHİT UYAN/İSTANBUL

    Ebu Hanife ve Ahmet B. Hanbel'e göre almanız doğru olmaz. İmam-ı Şafii ve Malik'e göre ise geri isteyebilirsiniz. Bir hadiste, kişinin bağıştan dönmesinin doğru olmadığı belirtilir. Ancak baba istisna edilir. Netice itibarıyla, oğlunuzdan zarar görmediyseniz veya bu bağışla diğer çocuklarınıza ciddi bir haksızlık yapmadıysanız verdiğinizi geri almanız hoş olmaz.

    Ayakta su içmeyi haram sayanlar var. Siz ne diyorsunuz? NAFİZ TANER/MERSİN

    Hz. Peygamber (s.a.v.) zemzemi ayakta içmiştir. O, hem oturarak, hem de ayakta su içmiştir. Ümmü Süleym'in evinde kırbadan, ayaktayken su içmiştir. Kamil Miras gibi âlimler de ayakta su içmekte bir sakınca olmadığını belirtirler.

    Nuh tufanında çocuklar ne olmuştur? MİNE EKİZ CANTAZ/İSTANBUL

    Nuh tufanından önce kadınların kısırlaştırıldığı ve çocuk doğumlarının kesildiğine dair tefsirlerde bilgiler yer almaktadır. O nedenle de tufanda ergenlik çağından önceki çocuklar helak olmamışlardır.

    Peygamberler günah işlemişler midir? MALİK YURT/MANİSA

    Peygamberler günah işlememişlerdir. Bütün peygamberlerde 5 genel özellik yer almıştır. Sıdk (sadık olmak) emanet, Fetanet (zeki olmak), ismet (günahsızlık), tebliğ (tebliği ulaştırma). Ancak Peygamberlerde Zelle (ayak sürçmesi) denilen ufak hatalar bulunabilir. Zelle denilen ayak sürçmesi de genellikle fıtraten bilmeleri gereken hususlarda veya ikazın genel çerçevesi içinde kalmak koşuluyla yaptıkları ufak hatalar da olmuştur. Hz. Musa'nın Kıpti ile olan meselesi, Hz. Nuh'un oğlu hakkındaki duası ve benzeri hususlar bu noktadaki örneklerdendir.

    Nihat Hatipoğlu

    Kaynak


  6. Türkiye'de engelli olup da alışveriş yapmak mümkün mü ?

    Geçenlerde elime bir yazı geçti. Türkiye'de internet üzerinden alışverişin, özellikle de market alışverişinin büyük bölümü engelliler tarafından yapılıyormuş.

    Memleketteki kaldırımların yüksekliğini, ortasından elektrik direği yükselen kaldırım rampalarını, azıcık toplu insanın bile arasından zor zar geçtiği market kasalarını, mağaza girişlerindeki basamakları hatırlayınca gayet normal buldum ve daha önce bu konuda kafa yormadığıma üzüldüm.

    İnsanın bedensel engellilerin halinden anlaması için ya yaşlı bir insanı şehir sokaklarında gezintiye çıkarması, ya bebekli olup puset kullanması, ya geçici bir sakatlık yaşaması, ya da engelli bir yakınının olması gerekiyor maalesef.

    Biraz araştırma yaptım ve konuyla ilgili daha önce kaleme alınmış raporlara, araştırmalara ve rakamlara ulaştım. UNESCO'ya göre Türkiye nüfusunun yüzde 14'ü engelli. Geçtiğimiz yıl düzenlenen Engelliler Sempozyumu sırasında 80 kişi ile bir anket yapılmış. Katılanların yüzde 90'ı engelli oldukları için sokağa çıkmakta zorlandıklarını söylemişler. Dolayısıyla alışverişe de çıkamıyorlar. Oysa insan ürettiği kadar tükettiği ile de kendini toplumun işleyen bir parçası hisseder. Yine aynı 80 kişinin yüzde 75'i alışverişe ara sıra çıktığını, yüzde 13'ü hiç çıkmadığını belirtmiş.

    Sonra bir de görme engelliler var. Onlar diğerlerine oranla çok daha rahat girip çıkabiliyorlar mağaza ve marketlere. Yüksek raflara uzanıyorlar, alışveriş arabalarını kendileri itiyorlar, raftan aldıklarını sepete kendileri atıyorlar. Atıyorlar atmasına da, ellerine aldıkları ürünün ne olduğunu bilmiyorlar. Çünkü körlere özel Braille alfabesi ile hazırlanan etiket ve ambalaj sayısı yok denecek kadar az. Ben sadece bir iki ilaç firmasını ve Anatolya maden sularını biliyorum.

    Diyelim yakınlardaki bir görevliden yardım istediniz. Kimin sizinle birlikte dakikalarını harcayıp, tek tek tüm etiketleri size okuyacak veya yüksek raflardan ihtiyacınız olan ürünleri indirecek vakti var ki?

    Hacettepe Üniversitesi Fizik Tedavi ve Rehabilitasyon Yüksekokulu'ndan Doç Dr. Tülin Değer ile Prof. Dr. Hülya Kayıhan, 2001 tarihinde, tekerlekli sandalye kullanan kişiler için çevresel mimari engellerin incelenmesi konulu bir araştırma yapmışlar. Araştırma kapsamında Ankara'daki pek çok mekan ile birlikte 26 tane de alışveriş merkezi incelenmiş. Değerlendirmeler uluslararası standartlara göre yapılmış. Buna göre 26 alışveriş merkezinin sadece yüzde 19.23'ünün girişinde rampa bulunduğu, bunların da uygun eğimde olmadığı rapor edilmiş. Rapor park yeri, kapı genişliği, manevra alanı, zemin, tezgah, raf ve kasa yüksekliği gibi kriterlerin hiçbirinin uygun olmadığını ortaya çıkarıyor. Türkiye Sakatlar Derneği Genel Merkez yöneticilerinden Hüseyin Eroğlu da engellilerin alışveriş yapamadığını doğruluyor.

    Ben de kendi küçük araştırmamı yaptım ve Türkiye'de ilk kez engelliler için alışveriş aracı ve kasa kullanmakla övünen Migros'u aradım. Engelliler için mağazalarda alışveriş aracı bulundurduklarını ve MM ve MMM Migros'larda otoparkta özel park yeri ayırdıklarını söylediler. Ancak alışveriş aracı sadece altı mağazada var. Engelliler için bir şeyler yaptığından haberdar olduğum diğer firmalar ise M1 Tepe Alışveriş Merkezleri, Arçelik, Profilo Alışveriş Merkezi ile Carrefour. Arçelik 2002'de Körler Federasyonu ile işbirliği yaparak, körler için özel tasarlanmış fırın, buzdolabı, bulaşık makinesi ve çamaşır makinesi üretimine başlamış. Bu ürünler özel sipariş ile satılıyor. Kullanma kılavuzları da Braille alfabesi ile yazılmış.

    Elbette artık hemen hemen tüm alışveriş merkezlerinde engelliler için özel yapılmış tuvaletler bulunuyor ama tuvalete gitmek alışverişe çıkmanın birincil amacı değil.

    Eminim bu yazı üzerine, engelliler için düzenlemeler yaptığını söyleyen başka firmalar da çıkacaktır. Onların da isimlerini yazalım ki, engelliler hiç değilse arada bir alışverişe çıkabilsinler.

    Banu Tuna

    Kaynak


  7. Video İçin Tıkla

    Tüm dünyanın deniz kızı olarak tandığı doğuştan bacakları birbirine yapışık Perulu Milagros altı yaşına bastı. Birçok ameliyatın ardından bacakları birbirinden ayrılan ancak yürümesine şans verilmeyen Milagros yürümeyi başarmıştı. Sıradaki çözülmeyi bekleyen sorun ise böbrek yetersizliği.

    (CNN TÜRK) -- Adının "Mucize" anlamına gelen Milagros'un durumu deniz kızı sendromu diye adlandırılmıştı.

    Yürümekten öte hayatta kalabilmek için doğduğu andan itibaren onlarca ameliyata giren küçük kız en sonunda "hayatta kalmayı" başarmış ancak "yürüyemez" teşhisiyle de herkesi derin hüzne sürüklemişti.

    Ama Milagros mucizeyi gerçekleştirip yürümeyi de başardı. 6'ncı yaş gününü kutlayan küçük kız yaşıtları gibi oynayabiliyor, kendisine gelen hediyeleri açıp sevinçle havalara zıplayabiliyor.

    Dans bile edebilen Milagros'un sağlık sorunları ise halen yakasını bırakmamış durumda. Bir böbreği yetersiz çalışan küçük kız şimdilik diyaliz tedavisi görüyor. Ancak doktorlar birçok mucizeye imza atan Milagros'un bu sorunu da atlatacağından emin.

    Kaynak


  8. İranlı doktorlar dünyada ilk kez, yapay bir soluk borusu geliştirerek 29 yaşındaki bir kadın hastaya nakletti.

    Son yıllarda sık sık başta nükleer bomba olmak üzere her türlü füze ve silah geliştirme çabalarıyla gündeme gelen İran, bu kez sağlık alanında dünyada bir ilke imza attı. İranlı doktorlar dünyada ilk kez yapay bir soluk borusu geliştirerek bir hastaya nakletti.

    Fars Haber Ajansı’nın haberine göre, Tahran’da bulunan Şehit Beheşti Tıp Bilimleri Üniversitesi bilim adamları, “biyo-yapay” malzemelerden yaptıkları soluk borusunu, bir süre önce getirdiği trafik kazasında soluk borusunu kaybeden 29 yaşındaki bir kadın hastaya başarıyla nakletti.

    Üniversitenin doku geliştirme bölüm başkanı Doktor Celalettin Anghavi, hastanın soluk borusunun zarar gören kısımlarının kalıbını çıkarıp bu kalıbın üstüne nano-kapsüllerden oluşan bir doku enjekte ettiklerini belirterek, bu kapsüllerin kısa zamanda büyümü faktörleri salıp gelişerek 21 ila 28 günde yeni bir doku oluşturduğunu bildirdi.

    Doktor Anghavi, hastanın halen iyi durumda olduğunu ve yapay organa karşı herhangi bir olumsuz tepki vermediğini kaydetti. İranlı doktorlar, yeni yöntemin kötü huylu tümörlerin tedavisinde de kullanılabileceğini bildirdi.

    İngiltere'de de geçtiğimiz ay 10 yaşındaki bir erkek çocuğuna, kök hücre yöntemiyle soluk borusu nakli ameliyatı yapılmıştı.

    Hürriyet

    Kaynak


  9. Hassas olduğumuz yönlerimizi kabullenelim

    Çoğu zaman sohbetlerimiz esnasında, gelişi güzel konulardan ve kendimizden bahsederiz. Benzer yaşadığımız olaylarda verdiğimiz tepkileri yada başkalarının başlarından geçen olayları kendi yorumlarımızı katarak ifade ederiz. Karşımızdaki kişinin özel yaşamnına ait elle tutulur bilgimiz yok ise , bu tip yorumlardan kaçınmalı ya da öncelikle karşımızdakinin düşüncelerini öğrenmek için sözü ona getirmeliyiz.

    Karşımızdaki kişinin özel hayatına ait bazı durumlar olabilir ve bu konularda sözü farklı noktalara taşıması yada sohbeti sona erdirecek girişimlerde bulunmasını özellikle takip etmeliyiz. Aksi halde farklı bir zaman diliminde gene aynı konu açılacak olursa , ister istemez karşımızdaki kişiye bunu kasten yaptığımızı düşündürtebiliriz.

    Önlem almak açısından bu şekilde hareket etmek doğru hareketlerden biri olacaktır. Peki karşı tarafın sürekli bu tür sohbetlerden uzaklaşmak istemesi yada kendi çevresindeki insanların her an patlayacak bir mayına benzemesini nasıl engellemesi mümkündür ? Özel duruma sahip olan kişi X diyelim diğer kişide Y olsun. X kişi sohbet esnasında istemediği konulardan sohbet açıldığında eğer yüzeysel konuşmalarla bu konuyu geçiştirebilirse karşısındaki kişiyi üzmeden ve yanlış anlaşılacağı bir duruma gelmeden olayı halledebilir.

    Fakat fevri davranıp , karşısındaki kişiyi sürekli bu konulara sözü getirmekle itham edip yada bunu bir kişisel saldırı anlamında görüp karşılığını vermek girişimlerinde bulunursa gereksiz yere kendini yıpratmış olur. Sohbet ettiğimiz kişi ile dostluğumuza zarar gelmesi ayrı bir değer kaybı olabilir. Fakat gerçek dostlar her zaman tatsızlıklarda alttan alma yoluna gider ve karşısındakini kaybetmek istemez.

    Önemli olan bilinçsizce yapılan konuşmaları duyduğunuzda, mevcut ilişkilerinizi ve kendinizi yıpratmamak, konu üzerinde hakimiyetinizi kaybetmeden alçak gönüllü bir şekilde durumu idare edebilmektir. Ani duygusal çıkışlarımızla meşhur olduğumuz düşünüldüğünde uygulanması zor bir yöntem gibi gelebilir, yine de bunu bilerek kendimizi frenlemek eminim faydanıza olacaktır.

    Yazan : Turgay GEZİCİ | www.bilincalti.com

    Kaynak Kişisel Başarı


  10. Sayın Doğru Yol Paylaşımınız İçin İlk Olarak Tşk Etmek İsterim

    Bu Bilgiler Benim İçin İYi Olacak Tam Da İstediğim Bana Tecrübe Kazandıracak Hiç Olmasa Biraz Özgüven Kazandıracak Bu Paylaşımınız Tam da İşe Başlıyacağım Bu Günlerde Karşıma Çıktı Zamanlama Harika Oldu biggrin.gif Tecrübesiz Deneyimsizim İlk İşim Olacak Allah Kısmet Ederse TKRR TŞKLER

    Sayın Bay_Seyhan

    Öncelikle rica ederim.... smile.gif

    İş bulmanıza sevindim ve hangi işte çalışacaksınız ? kendine her konu da her zaman güven....

    Sayın zeynepkrtaş da sevinmiştir.....ben kız tarafıyım biggrin.gif damadın çalışkan olması çok önemli....çalışkan olmasan kızımızı bizden alamazsın zaten....

    İşinde, birgün kuracağın yuvanda hayırlı huzurlu olsun inşallah.....


  11. Gönlüm Çok Yorgun, Benim...

    Küçük Selma, annesinden hemen her gün duydugu “Gönlüm çok yorgun benim” sözünün ne anlama geldigini bir türlü anlayamıyordu. Öyle de çok merak ediyordu ki annesinin gönlünün neden hemen her gün yorgun oldugunu... İnsanın kimi gün bacakları, kimi gün kafası yorulabilirdi ama, nasıl olurdu da hemen hergün gönlü yorulabilirdi?

    Bu sözü annesinden her duydugunda küçük Selma bir köseye çekiliyor, annesinin o an kimbilir ne denli çok acılar çektigini varsayarak, için için üzülüyordu. Bir yandan da, annesinin bu acısını nasıl dindirebilecegini düsünüyor, bu düsünce aklına gelince de hemen “gönül”ün, insan bedenindeki yerini aramaya baslıyordu.

    Gerçekten, bedenimizin ne-resindeydi gönül? Akcigerinin, karacigerinin, kalbinin, kaburgalarının nerede oldugunu biliyordu ama, gönlünün nerede oldugunu bir türlü bulamıyor, aramaya her kalktıgında ise aklının karıstıgını duyumsuyordu.

    Okulda birgün yine derse dalmıs, ögretmeninin anlattıklarını dinlerken, sanki koluna igne batırılmıs gibi, birden sıçradı, yerinde dogruldu ve gözlerini de, kulaklarını da dört açarak, ögretmeninin anlattıklarını gözlerini kırpmadan dinlemeye basladı.

    Ögretmen dolaptan, boynundan beline degin ön bölümü açık bir insan maketi çıkarmıs, masasının üstüne koymustu. Makete bakıldıgında, bir insanın boyun bölgesiyle bel bölgesi arasındaki tüm iç organları açık bir biçimde görülüyordu. Ögretmen, tüm organları tek tek tanıtıyor ve tanıttıgı organın insan bedenindeki islevini anlatıyordu.

    Önce yemek ve soluk boru

    sundan basladı, sonra akcigerlere, kalbe geçti. Onu anlattıktan sonra mideyi, bagırsakları, karacigeri, dalagı, en sonra da kaburgaları tanıttı ve anlattı.

    Küçük Selma merakla ve heyecanla, sıranın “gönül”e ne zaman gelecegini bekliyordu. Ögretmen “gönül”ün hangi organımız oldugunu da anlattıktan sonra o da annesini sürekli üzen bu organı hem görecek, hem de onun insan bedeninin neresinde oldugunu ögrenecekti.

    Ögretmen tüm organları anlattıktan sonra küçük Selma merak ve heyecanını daha fazla önleyemedi, parmagını kaldırıp ögretmenine sordu:

    “Ögretmenim, gönül hangi organımızdır ve bedenimizin neresindedir?” dedi.

    Tüm arkadasları bu soru karsısında sasırdılar ve kimileri “Gerçekten, gönlümüz nerededir?” diye, kimileri “Gönlümüz nasıl bir organdır?” diye birbirlerine sormaya basladılar.

    Ögretmen hem küçük Selma’nın, hem de sınıftaki öteki ögrencilerin bu sorusu karsısında dayanamadı, gülmeye basladı. Sonra Selma’ya döndü ve sorusunu yanıtladı:

    “Gönül diye bir organımız yoktur, evladım” dedi.

    Selma o gün derste, üç seyi anlayamamıstı. Önce, “Gönül organımız neremizdedir?” sorusuna ögretmeninin neden güldügünü anlayamamıstı. Sonra onun, “Gönül diye bir organımız yoktur” yanıtını anlayamamıstı. Son olarak da, “olmayan bir organının yoruldugunu” hemen her gün söyleyen annesinin, bunu neden söyledigini anlayamamıstı.

    O gün eve gelince, okulda ögretmenine sordugu soruyu ve ögretmeninin kendisine verdigi yanıtı anlattıgında annesinin neden güldügünü de anlayamamıstı, bir de...

    Küçük Selma “gönül”ün ne oldugunu ve nerede oldugunu galiba ancak, büyük Selma oldugunda anlayabilecekti...•

    Ercan DEMİR

    Kaynak Kişisel Başarı


  12. Sokak çocuklarının da bir insan olduğunu unutmayalım

    Sokakta çalışmak zorunda kalan çocuklar, sokaklarda yaşanan her türlü tehlikeye, istismara ve şiddete karşı savunmasız durumdadır.

    Ağrı’da ve Türkiye’nin diğer illerinde, sevgi ve şefkat ortamından uzak, umutsuzluk içinde büyüyen, madde bağımlılığı ile diğer zararlı alışkanlıkların pençesine düşen, emekleri çalınarak kötüye kullanılan çok sayıda çocuk bulunuyor. Geleceğimizi inşa edecek bu çocuklarımıza, başta devlet olmak üzere, hepimiz sevgi ve şefkat göstererek, onlara sahip çıkmalıyız. Çocuğu sokağa iten en önemli faktör, aile ve ailenin yaşadığı ekonomik sıkıntılardır. Ağrı’da, işsizlik sebebiyle, aileler çocuklarını sokakta çalışmaya göndermek mecburiyetinde kalıyor. Bu çocuklar, belki de içinde bulundukları zorluğun farkında bile değillerdir. Oyun çağındaki bu çocuklar için her şey bir oyundan ibaret hale bile gelmektedir.

    Sokakta çalışmakta olan çocukları bu duruma iten en önemli sebeplerin başında, anne ve babaların yeterince çocuklarına sahip çıkmamaları geliyor.

    Anne baba olgusu, yalnızca çocuğu dünyaya getirmekten ibaret değildir. Anne baba olmak demek; dünyaya getirdiği varlığı, “büyüyüp, olgunlaşıp, hayatın içinde kendisine iyi bir yer edinene kadar” desteğini esirgememek demektir. Anne baba desteğinden yoksun çocuklar, hayat ağacının dallarından sokağa zamansız düşen güzel meyveler gibidir. Onları toplamak, onları sahiplenmek bir insanlık görevidir.

    Aileden kaynaklanan sebeplerle sokaklarda çoğalan, aile bütçelerine katkıda bulunmak için çalışan çocuklar, toplum için büyük bir problem teşkil ediyor.

    Bu konuda, çocukları sokaklara iten sebeplerin ortadan kaldırılması gerekmektedir. Sokakta çalışan çocukların çoğunluğunun çok çocuklu ailelerden geldiği görülmektedir. Ailenin bakabileceğinden fazla sayıda çocuk sahibi olması, çocuğun bakımı, korunması ve gelişimi ile ilgili ihtiyaçlarını karşılama görevini yeterli bir biçimde yerine getirmesini engellemektedir. Bu durum, çocukları sokakta çalışmaya yönelten se-

    beplerden biri olarak görülmektedir.

    Evden kaçmayı düşünen ve kaçma girişimi olmuş çocukların büyük çoğunluğunun aile içi şiddet sebebi ile bu yola başvurdukları görülmektedir. Ailesi tarafından şiddet ve kötü muame-leye maruz kalan çocuğa, sokağın özgür ortamı daha çekici gelebilmektedir. Çocuğun, erken yaşta aileden bağımsız olarak para kazanmaya başlaması, onun tek başına hayatını sürdürebileceğine ilişkin inancını güçlendirmektedir.

    Aile içindeki olumsuz şartlar arttıkça, daha çok çocuğun evden uzaklaşıp, sokakta yaşama riskini göze aldıklarını unutmamak gerekir.

    Aileye ekonomik katkıda bulunmak, çocukların sokakta çalışma sebeplerinin başında gelmektedir. Sokakta çalışan çocukların çoğunun babaları düşük kazançlı işlerde çalışmakta, anneleri çalışmamaktadır. Bu durum, gelir seviyesi düşük aile çocuklarının bu risk altında olduklarını göstermektedir.

    Recep Çirik (Ağrı Yetiştirme Yurdundan Ayrılanlar Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği Başkanı)

    Behçet Fakihoğlu

    Kaynak


  13. “Keşke babam kulağımı çekseydi”

    Şöyle çocukluk yıllarınıza dönün ve düşünmeye başlayın, yaptığınız yaramazlıkların akabinde annenizden veya babanızdan yediğiniz paparayı düşünün. Haksız yere papara yediğiniz de olmuştur belki! Bazınız tebessüm edecek, bazınız yüzünü buruşturacak, belki de bazılarınızın gözlerinden yaş süzülecektir. “Aaa! Yıllar geçti, acısı unutulmuştur, niye ağlasınlar ki?” diyebilirsiniz. Çok doğru. Benim de şimdi ne annemden ne de babamdan yediğim dayaklar aklıma geliyor. O zaman, ya bazılarımızın annesi, bazılarımızın babası vefat etmiş olduğu için hüzünlenmiş olabilir. Ama bazıları ya annesini ya da babasını çok küçük yaşta kaybettikleri için veya hiç görmedikleri için üzülmüş olabilir. “Keşke bir babam olsaydı da, kulağımı çekseydi!” diyorlardır.

    Muhtemelen şunları da yaşamışlardır: Çocuklar sokakta oynuyorlardır. Çocuklardan birisinin babası işten eve dönüyordur. Çocuk bağırarak, “Yaşasın babam geliyor” deyip, babasına koşar ve “Hoş geldin babacığım!” diyerek üzerine atlar, babası da bağrına basar ve öpüşürler. Orada, babasını hiç görmemiş veya küçük yaşta, kaybetmiş ya da ayrı kalmış, babasından kopmuş bir çocuk ne yapıyordur acaba?!. Bayramlarda, doğum günlerinde komşu veya yakın akraba çocuklarının babalarıyla aralarındaki ilişkiler, çocuğa hep bir üzüntüye, tıp diliyle psikolojik travmaya yol açmaz mı? Bunlar babalarının kulak çekmelerini bile özlemezler mi?

    Bakınız Yüce Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselam ne buyuruyor: (Sırf Allah rızası için yetimin başını şefkatle okşayan, elinin değdiği saçlar sayısınca sevaba kavuşur.)

    Şimdi bazı okuyucular, “niye hep ‘baba’ hasretinden bahsediyorsunuz, ‘anne’ hasreti olmaz mı?” diye aklından geçiriyor olabilirler. Haklısınız, o da var, hem de “baba”dan daha önemli. Çocukluk döneminde anneler, çocukların hayatlarının içinde babadan daha fazla vardır. Baba’yı vurguluyor olmamın sebebini az sonra anlatacağım. Hatta anne, çocuğu için babadan daha çok üzülür. O kadar çok üzülür ki, bıktırasıya! Bazı anneler “baba” hasreti duyan çocuğu üzülmesin diye, babasını kötüler dururlar.

    Vİcdansız anne

    Bir anne, kız çocuğu bebek istediğinde, lüzumsuz olarak görüp, “Hayır, olmaz!” der mi? Yine oğlu oyuncak araba, tüfek veya asker istediğinde, bunları lüzumsuz olarak görüp, “Hayır, olmaz!” der mi? “Yemedim yedirdim, içmedim içirdim” duygusu içindedirler. O gün olmazsa, başka bir gün çocuğunun istediğini gerçekleştirecektir. Hele parası, pulu varsa, böyle bir şey der mi? Eğer demişse, hepimizin onun için diyeceği şey nedir? “Vicdansız anne!” Peki şimdi sıkı durun: Bir kadın, kimin olduğunu bilmediği, kimliği açıklanmayan birinin spermi ile hamile kalırsa ve oğlunu veya kızını daha doğmadan, “babasız” bırakırsa, bu anneye de “vicdansız anne” denmez mi?

    Dış ülkelerdeki “sperm bankaları”nın varlığı; her şeyi dolarla ölçen kapitalist, her şeyi üretime göre ölçen komünist düşüncelerin bir ürünüdür. Onlar için insanın ve hayatının hiçbir değeri yoktur. Onların yaptıkları insanlık dışı uygulamaların “medeniyet” diye lanse edilmesi, yine menfaati olanların bir tezgâhıdır. Bağırarak söylüyorum: “Sperm Bankaları”, insan haklarına aykırıdır. Mağdur olanlar, hem annesine hem de sperm bankalarına tazminat davası açabilirler. İleriki günlerde göreceğiz, açılacak da...

    İbrahim Aydın Şahin-İSTANBUL

    Behçet Fakihoğlu

    Kaynak


  14. Bizim engelimizi de aşın!

    Sayın Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’nın dikkatine; Ben, 40 yaşında iki çocuk annesiyim. 17 yaşındaki oğlum otistik ve Ağır Mental Rasyon Bozukluğu olup, %94 özre sahip. Mücadeleci bir anne, güçlü bir baba olmamıza rağmen, yükümüz bizi ezecek kadar ağır. Bir de ilgililerin umursamaz tavrı...

    Sayın Başbakan, “her özürlü çocuk annesine, çocuğuna baktığı için, bakım ücreti veriyoruz” diyor.

    Bu kanun çıktığında ilk müracaat edenlerdenim. Özür yüzdesi yüksek olduğu için, alabileceğimi söylediler. 2 ay prosedürlerle uğraştım. Bir sene sıra bekledim ve sonunda; “maddi gücünüz sınırın üstünde, bakıcıyı siz tutun” dediler.

    Nerede ise hiç bakıma ihtiyacı olmayanlar, durumu iyi olup, gelirini düşük göstererek bu ücreti alanlar var. Eğer bu ücretin adı “bakım ücreti” ise, iddia ediyorum, bakımı en zor özürlüler başında geliriz. Devlet neden giderimizi de hesap etmiyor?

    İnsanlar sık sık, “abla, çocuğuna gücün yetmiyor, neden bakıcı tutmuyorsun, nasılsa devletten parasını alıyorsunuz” dediklerinde, herkese tek tek izah ediyorum.

    Başbakanımız, lütfen bu ücretin adını değiştirsin; “yoksul engelli ailelere maddi yardım” diyebilir. Eğer değişmiyorsa, bizim günahımız ne?

    Neremize dokunursanız, kanayan yaramız var. Otistik olduğunu 4 yaşında öğrendik. “Tek çare eğitim” dediklerinde, o zamanlar yol parasını bulamazken, terapi ücreti verip eğitimini aksatmıyorduk ki bugünümüzü rahat geçirelim. Tam gün eğitim yaşı geldiğinde, Türkiye’de ilk olan Devlet Otistik Okulu’nun yanına taşındık. Sonra okul yönetimi tamamen değişti, otistikten pek anlamayan yöneticiler geldi.

    Durumu ağır olan çocuklar, psikolojilerini bozacak yıldırma baskıları sonucu, kendi istekleriyle ayrıldı, yerlerine bakımı daha kolay olan otistik çocuklar alındı. Bu istismardan en fazla zararı oğlum gördü. Kaza ile kolunu da kırmışlar. Kolu düzelse de o günden sonra psikolojisi bir türlü düzelemedi.

    Sürekli öfke nöbetleri geçirirken, ilkokula yeni başlayan kızım da zarar görüyor, bense strese bağlı birçok rahatszlıktan başımı kaldıramıyordum. Yıllardır iğneyle kuyu kazar gibi verdiğimiz eğitimin hiçbiri kalmamış, her şeye sıfırdan başlamak zorunda kalmıştık.

    Her şeye rağmen yıkılmamak, bu enkazdan yara almadan çıkabilmek için, yıllarca çırpınıp durdum. Eve bağlı kalmaması için okul ararken, çaldığım bütün kapılar yüzüme kapandı. Sokaktaki insanlar resmen eve kapatmamı, komşularım ise odaya bağlamamı söylüyor, zor olan hayatımızı daha da çekilmez hale getiriyorlardı.

    Yıllarca çırpınıp durdum!..

    Eşime yüklenmeye başladım, haftada bir gün oğlumuza o bakıyor, bense kendimi yenilemek, şarj etmek için resim yaparak mutlu oluyordum.

    Çocuğumuz 12 yaşında iken psikiyatriye başvurma ihtiyacı duyduk. Nöroloji ve psikiyatri arasında mekik dokurken, Çapa Tıp Fakültesi Genetik Bölümü Başkanı Şef Doktoru beni azarlarcasına; “buna tek başına bakamazsınız, bakımevine kapatacaksınız” deyince, dünyam başına yıkılmıştı. Ağlayarak, “ben bir anneyim, nasıl böyle bir şeyi diyebilirsiniz” demiştim.

    Bizler inançlı insanlarız. Bu imtihan dünyasında, Allah ne verdiyse götürmek zorundayız. Bakımı ne kadar zor, zahmetli ise, sevgisinin lezzeti de o kadar büyük. “Evladımız, cennet anahtarımız” deyip, bağrımıza basıyoruz.

    Bizim sağlığımız altın değerinde, hasta olsak da yatma lüksüne sahip değiliz. 24 saat çocuğumuza bakmak zorundayız.

    Sağda, solda belediyelerin, ilgililerin afişlerini görüyorum, “engelleri birlikte aşalım” diyorlar. “Ben buradayım, hadi bizim engelimizi de aşın” diyorum, netice yok.

    Geldiğimiz nokta içler acısı, ülkemiz pedagoglarına soruyorum: Acaba hiç eğitim almasaydı, nasıl daha kötü olabilirdi?

    Biz yaşlandık, oğlumuz ise en kızgın çağında. Takıntıları o kadar tehlikeli ki, evde âdeta can pazarı yaşanmakta. Ampulleri, fişleri, prizleri, parkeleri söküyor; kapıları tekmeyle, camları kafa atıp kırıyor...

    Yaşlı annemi, babamı bile ziyaret edemez olduk. Eh ne yapalım. Rabbim dağına göre kar veriyor. Keşke devletimiz, biz öldükten sonra değil de, sağlığımızda yavrumuza sahip çıksa, ara sıra sırtımızdaki yükü üstümüzden indirse; dinlenerek, daha sağlıklı şekilde maratona devam edebilsek...

    Oturup beklemeyi değil, sebeplere yapışmayı seçtim. Fakat gördüm ki, Türkiye’de bizim gibiler, Avrupa Kültür Başkenti’nin paspasları altına süpürülmüş zavallılarından başka bir şey değilmişiz...

    Kadriye Koç-İSTANBUL

    Behçet Fakihoğlu

    Kaynak


  15. 3539.jpg

    Yüzünü bir kazada kaybeden Chrissy Steltz, manyetik protez nakliyle sağlığına kavuşacak ve maske takmadan yaşayabilecek.

    İSTANBUL - Dailymail gazetesinin haberine göre, ABD'li Chrissy Steltz (27), 16 yaşındayken bir arkadaşı tarafından pompalı tüfekle kaza sonucu yüzünden vuruldu. Gözleri, burnu ve sinüs bölgesi parçalanan genç kız mucize eseri hayatta kaldı.

    Chrissy Steltz, 7 yıl önce körler için eğitim veren bir okulda tanıştığı kendisi gibi görme engelli Geoffrey Dilgers ile evlendi.

    Suratında neredeyse hiç kemik kalmadığı için yüz nakli yapılamayan Chrissy Steltz, 8 ay önce bir erkek bebek dünyaya getirdi.

    Genç kadın, görme engelli olmayan oğlunun kendisinden korkmaması için doktorlara “Bir çözüm bulun” diye yalvardı.

    Doktorlar tıp tarihinde daha önce uygulanmamış bir operasyonla Chrissy Steltz’i yeni yüze kavuşturmak amacıyla kolları sıvadı.

    YÜZÜNE MASKE MONTE EDİLECEK

    Operasyonda Chrissy Steltz’in yüzündeki kırık kemiklere önce metal çiviler yerleştirilecek. İç tarafında mıknatıs olan ve dışı silikonla kaplanan bir maske genç kadının yüzüne monte edilecek.

    Maskenin üzerinde yapay göz çukurları ve burun bulunacak. Chrissy Steltz’in göz çukurlarına ise camdan gözler konulacak. Maske, içindeki mıknatıs sayesinde yüzün kemiklerindeki çivilere yapışacak ve düşmeyecek. Bu yaz yapılacak 20 bin dolarlık (30 bin TL) ameliyat 3 saat sürecek.

    ntvmsnbc ve Ajanslar

    Kaynak


  16. AÇIK VE ANLAŞILIR BİÇİMDE KONUŞMAK , MESLEK HAYATINIZDA SİZE DAHA ÇOK BAŞARI GETİRİR.

    KENDİNİZDEN EMİN KONUŞMAK

    Bir işyerinde yönetici pozisyonunda mı çalışıyor sunuz ? Sizden her zaman kendinden emin konuşmalar beklendiğini unutmayın. Bu yazının devamında size tipik durumlar ve yardımcı olabilecek birkaç strateji sunulmuştur.

    Alıştırma 1 : Birisinden bir şeyler yapmasını mı isteyeceksiniz.

    Eğer birisinden bir şeyler yapmasını rica edecekseniz , bunun hangi çerçeve içerisinde olacağını iyi bileceksiniz. Sizin karşınızdakinden bir şeyler istemeye hakkınız var mı ? Bilmeniz gerekenlerden bir tanesi de karşınızdakinin size olumsuz cevap verip sizin isteğinize hayır diyebileceği ve sizi zor duruma sokabileceğidir.

    Karşınızdaki kişiden bir istekte bulunurken ;

    Kısa cümleler kullanın.

    Hangi sebepten dolayı istediğinizi belirtin.

    Pratik (Praxis ) Tip : Kendinizi kısa cümlelerle ifade etmeniz ne istediğinizi açıkça ifade etmenizi sağlar. Neden yapılması istediğinizi ve bunun sizin için ne kadar önemli olduğunu belirtin.

    Örnek : “ Haftaya yapılacak toplantı için bu ayın bilgilerine ihtiyacım var . Bunları benim için Cuma gününe kadar hazırlar mısın ? “

    Ricaları belli bir üslupla ifade edebilirsiniz.

    Eğer birisinden bir ricada bulunacaksanız , aşağıda verilmiş örnekleri kullanmayın.

    1. Özür dilemeyin. Örneğin ;

    “ Sizi rahatsız ettiğim için çok çok özür dilerim.

    2. Kesinlikle imalı bir şekilde konuşmayın. Örneğin ;

    “ Bir şeyler içmek için xxxx cafeye gelmez miydiniz , bu çok güzel olurdu.

    3. Abuk sabuk konuşmayın.

    Örneğin ; “ Biliyorum bugün çok işiniz var ve eminim ki bu rapor sizi hiç ilgilendirmeyen bir şey , fakat……

    4. Kesinlikle dalkavukluk yapmayın.

    Örneğin ; “Sizin raporunuz her zaman hepsinden daha iyi olmuştur. “

    5. Kendinizi değiştirmeyin.

    Örneğin ; “ Benim kurtarıcı meleğim . Size her zaman teşekkür borçlu olacağım .”

    Alıştırma 2 : Eylem açıklaması yapın.

    Eğer birine açıklama yapıyorsanız bu karşınızdakini önemsediğinizi ve benimsediğinizi gösterir.

    ÜÇ BAŞAMAKLI BİR STRATEJİ

    1. Basamak : Karşınızdakine onu dinlediğinizi ve onu önemsediğinizi gösterin.

    ·İçinde bulunduğunuz durumu anlayabiliyorum…

    ·Neden böyle bir izlenime vardığınızı anlayabiliyorum…

    ·Şimdi daha iyi anlayabiliyorum…

    ·Biliyorum onu belirtmek istemediğinizi , fakat …..

    2.Basamak : Kendinizi olduğunuz gibi basit anlaşılır kelimeler bularak belirtin. Konuşurken “ BEN “ formunu kullanın.

    ·Bana öyle görünüyor ….

    ·Benim düşüncem/ inancım ……

    3.Basamak : Ne istediğinizi söyleyin veya somut bir şekilde harekete geçin.

    ·Şimdi arzuladığım …

    ·Ben istiyorum….

    ·İstemiyorum…..

    ·Müteşekkür borçlu olurum….

    ·Bu fikir için ne düşünüyorsunuz ?

    ·Bu her şeyi kolaylaştırabilir , eğer …..?

    Kaynak : Geraldine Bown / Catherine Brady yazarları aynı ismi taşıyan kitabından alınmıştır.

    ÇEVİRMEN : Gülay YILDIZ

    Kaynak Kişisel Başarı


  17. HAYATINIZI GELİŞTİREBİLİRSİNİZ

    Kaç kere kendinize, hayatınızı istediğiniz yönde geliştireceğinizi söyleyip hiç bir şey yapmadan bu söz aklınızdan uçuverdi? Kaç kere memnun olmadığınız yönlerini değiştirmek için andlar içtiniz de bunu kararlılıkla sürdüremediniz? Sizi tutan , hayatınızı istediğiniz gibi yaşamanıza engel olan nedir? Motivasyon, hedef, istek, disiplin ya da irade gücü eksikliğinden biri ya da bir kaçı olabilir mi?

    Genelde ki özellikle yeni yıl başlarında insanlar kendilerine hayatlarını değiştireceklerine dair sözler verirler. Bu bir kitap ya da makale okumakla olabilir. Ne olursa olsun hayatınızı geliştirmeyi istemek ertelenecek bir şey olmamalıdır.

    Peki olumlu değişimler yaşamak mümkün mü ya da ne kadar mümkün ? Evet bu mümkündür. Fakat kesin bir yöntem ve yolu belli bir planınız olmalıdır.

    1. Neyi geliştireceğinize karar verin. Size özel olsun. Kendinizi rahat hissettiğiniz bir mekanda tek başınıza oturun ve gerçekten hayatınızda neleri değiştirmeyi, geliştirmeyi istediğinizi bir kağıda yazın. Yazarak gerçekten neyi isteyip neyi istemediğinize görmeniz daha kolay olacaktır. Bu sizin değişim gelişim listeniz olsun.

    2. Yazdığınız değişim - gelişim listenizde bir öncelikler sıralaması yapın.Önem sırasına göre yazdıklarınızı sıralayın.

    3. Bunları nasıl gerçeğe çevireceksiniz bir plan yapın. Planınız mümkün olduğu kadar uygulanabilir olsun. Hayal gücünüzü, yaratıcılığınızı, duygularınızı işe katın.

    4. Hemen şimdi kalkın ve hedefleriniz için yani kendiniz için küçükte olsa bir şey yapın. Şimdi, herşey için en doğru zamandır. Belki hedeflerinizi gerçekleştirmenize yardımcı olacak bir kitap satın almak. yeni biriyle tanışmak ya da bir kursa yazılmak olabilir. Bunlar ve bunlar gibi daha niceleri sizin yapabilirliğinizi arttıran küçük adımlardır.

    5. Gelişmeyi düşündüğünüz alanda başarılı olmuş kişileri izleyin,inceleyin. Bu sizin motivasyonunuz için itici bir güç olabilir.

    6. Geliştirdiğiniz planınızı gözünüzde canlandırın. Hayali bir resim yapın ve onu gerçekmiş gibi yaşayın.

    7. Amacınızı canlı tutun. Gelişim ve değişimin hayatınıza getireceği olumlu katkıları düşünün.

    8. Kendinize verdiğiniz sözleri tekrarlayın.

    9. Hiç birşeyin sizi yıldırmasına izin vermeyin. Engellere, zorluklara takılmayın. Ne yapacağınıza kesin karar verin. Ne kadar süreceği ya da ne kadar efor sarf etmeniz gerektiğini düşünmeyin.

    10. İrade gücünüzü ve öz disiplininizi geliştirin.

    11. Kendinize ve de kendi hayatınızı istediğiniz yönde değiştirip geliştireceğinize inanmak yaşam felsefeniz olsun.

    12. İstekli ve değişime açık olun. Sadece hayatımı değiştirmek istiyorum demeyin, bu yeterli değildir. Fırsatları yakalamayı yaşam felsefeniz haline getirin.

    Unutmayın, sadece karar vermek asla yeterli değildir bunun için birşeyler yapmak harekete geçmek gereklidir. Hayatınızın her aşamasında kendinizi de hayatınızı da değiştirip geliştirebilirsiniz. Olumsuzluklara odaklanmayın.Gelişim ve değişim bazen zaman alan ama mükafatını mutlaka alacağınız bir iştir.

    İngilizce Kaynak : successconsciousness.com

    Kaynak Kişisel Başarı


  18. THY kuyruğunda kavga

    Bizler duygusal insanlarız. Batılı bir gözlemci bunu söylese belki hoşumuza gitmez. Ama biz bizeyken kendi aramızda yazıp çizer konuşabiliriz rahatlıkla.

    Duygusalız, hem de nasıl. Çabuk sinirlenir, kolay kavga ederiz. Sesimizi yükseltmemiz an meselesidir. Buraya kadar saydığım özellikler "Akdenizlilik" diye açıklanabilir belki. Ama bir özelliğimiz daha var öteki Akdeniz ülkelerinde olmayan: Birbirimize "medeniyet dersi" vermeyi sevmemiz. Birbirimizi "medeni olanlar" ve "medeni olmayanlar" diye ikiye ayırmamız.

    Aşağıdaki sahne yurtdışında bir havaalanında bir THY uçuşu öncesi sıra beklerken aynen yaşanmıştır. Hangi ülkenin havaalanı olduğunu bilerek yazmıyorum. Hem bu ayrıntı yazıyı etkilemeyeceği için hem de orada bulunan 3-5 THY yetkilisini müşkil durumda bırakmamak için.

    Üç adet kontuar var THY'ye tahsis edilmiş. Üçünün de önünde uzun, upuzun kuyruklar. Türkiye'yi görmeye giden turistler, Avrupa'da yaşayan çifte vatandaşlık sahibi göçmenler, seyahat için gitmiş, şimdi eve dönen İstanbullular, çoluk çocuk... hayli kozmopolit bir kalabalık bu. Biz buraya vardığımızda her üç kuyruk da kilitlenmiş, kıpırdamıyor. Ve her üç kuyruğun da en ön tarafında, tesadüfen, bir kadın duruyor. Şehirli, eğitimli, orta yaşlı kadınlar bunlar. Birisi THY yetkilisiyle kavga ediyor, diğer ikisi de birbirleriyle. Kavga dediysem, sanmayın ki abartılı bir kelime. Çatır çatır kavga ediyorlar. Öyle ki kimileri araya girmiş, kimse birbirine vurmasın diye. Hakaretlerin, azarların bini bir para. Kuyruğun arka taraflarında bekleyen bizler kavga izleyen seyircilere dönüşüyoruz aniden. Sorduğumuzda bunca hengamenin sebebinin basit bir karışıklık olduğunu öğreniyoruz. 'Business Class' için ayrı kontuar açılmamış, business yolcuları diğerlerin önüne geçmeye kalkınca tartışma çıkmış. O, ona bağırmış, bu buna derken, orman yangını gibi yayılmış tartışma.

    Benim dikkatimi çeken işin bundan sonraki kısmı. 'Business Class' uçan bayan yolcu, ötekinin önüne geçmenin tabii hakkı olduğunu söyledikten sonra şöyle bağırıyor: "Sen kiminle tartıştığını biliyor musun? Siz medeniyet görmemişsiniz." Beriki cevaplıyor: "Medeniyet parayla olmaz hanfendi. Esas siz medeniyet görmemişsiniz." Bu arada kuyruğun ta arkasında, benim yakınımda duran türbanlı bir yolcu aynen şunu söylüyor kocasına: "İyi ki biz değilmişiz ön tarafta bekleyen. Biz olsak diyecek ki türbanlılar medeniyet bilmiyor."

    Bu esnada, önlerde kenarda duran bir 3. bayan da THY görevlisini azarlıyor: "Sizin yüzünüzden oluyor bütün bunlar. Rezil olduk kuyrukta bekleyen Avrupalılara. Sonra da diyoruz ki turist gelsin, turist gelir mi böyle kavga eden ülkeye!" THY yetkilisi de ona cevap yetiştiriyor: "Sizler vatandaş olarak kuyrukta beklemeyi bilmiyorsanız THY ne yapsın kardeşim?" Tüm bunları gülümseyerek, adeta keyifle izleyen birkaç üniversite öğrencisi var kuyrukta. Siyah T-şörtler giymişler, kulaklarında küpeler. Delikanlılardan biri gülerek dönüyor ötekilere: "Batılılar da zannediyor ki Türk kadınları eziliyor. Gelsin de görsünler, kavgaları hep onlar çıkarıyor halbuki."

    Dondursak, dondurabilsek şu sahneyi. Tüm aktörleriyle, replikleriyle başa sarıp tekrar tekrar izleyebilsek keşke. Milletçe birbirimize karşı önyargılarımızı, en hassas noktalarımızı görmek için bir THY kuyruğunda bekleyip, benzer bir kavgaya tanık olun yeter. Kadınlarımız, erkeklerimiz, en duygusal, en kırılgan hallerimiz, kimlik çatışmalarımız, her türlü yanlış anlamalarımız, "Avrupa" ile bitmeyen tartışmalarımız, kendi kendimizle hesaplaşmalarımız... hepsinin ipuçlarını bulacaksınız orada.

    Elif Şafak

    Kaynak


  19. 1950'lere bir köy olan Bağcılar, bugün 724 bin 268 nüfusu ile İstanbul'un en büyük ilçesi haline geldi.

    Tam donanımlı bir rehabilitasayon merkeziyle yıllardır hizmet veren Bağcılar Belediyesi’nin bu çalışmalarıyla engelliler artık eve mahkum değil

    Marmara Üniversitesi ile işbirliği yapan belediye, ilçedeki engelli vatandaşları evlerinden alıp sinemaya, konsere, müzeye götürüyor Bağcılar Belediyesi, ilçede yaşayan engellilerin ihtiyaçlarını karşılamak için tüm imkânlarını seferber etti. Tam donanımlı bir rehabilitasyon merkezinde hizmet veren Bağcılar Belediyesi, şimdi de Marmara Üniversitesi ile işbirliği yaparak engelli vatandaşları hayata kazandırıyor. Tekerlekli sandalyeye bağlı yaşamlarını sürdüren ilk ve ortaöğretim seviyesinde eğitim gören engelli öğrenciler, artık evlerinde mahkum kalmadan İstanbul’un tarihini ve kültürünü keşfetmenin keyfini yaşıyor.

    Engellilerin sosyal hayata adaptasyonunu sağlamak amacıyla gerçekleştirilen proje kapsamında engelliler, hayatlarında ilk kez İstanbul’daki üniversiteleri, müzeleri, sarayları, camileri, parkları ve ormanlarını görme imkanı bulurken konserlere, tiyatrolara, sinemalara ve konferanslara da giderek, İstanbul’un kültür ve sanat yaşamını da öğreniyor.

    Artık eve mahkum değiller

    Proje ile engellilerin sosyal hayata katılımını sağlamayı amaçladıklarını söyleyen Bağcılar Belediye Başkanı Lokman Çağırıcı “Engellilerin sosyal hayata katılımı için projeler geliştiriyoruz. Bağcılar’da artık evinde mahkum engelli kalmadı” dedi.

    Başkan Çağırıcı, Bağcılar’da Hane Halkı Araştırması yaptıktan sonra bu araştırma sonucu ciddi engelli grubunu tespit ettiklerini ve bu nedenle engellilere yönelik çalışmalar yapmaya başladıklarını kaydetti.

    ENGELLERİ KALDIRAN PROJE

    Bağcılar Belediyesi tarafından Engelliler Rehabilitasyon Merkezi’nin kurulduğunu hatırlatan Başkan Çağırıcı “Biz engellilerle artık bir aile gibi olduk. Bağcılar’da evine mahkum engelli kardeşimiz kalmadı. Engelliler Spor Kulübümüz var. Engelli vatandaşlarımız için içinde atölyeleri, satış merkezleri, sineması ve havuzu olan, 17 bin metrekare alana sahip Engelliler Sarayı’nı inşa ediyoruz” dedi.

    ÇAĞIRICI’NIN EN BÜYÜK İDEALİ

    29 Mart Yerel Seçimlerden sonra Bağcılar’da hayata geçirdiği projelerle adından sıkça söz ettiren Başkan Çağırıcı, engellilere yönelik sosyal projelerin dışında farklı projelere de imza attıklarını söyledi. En büyük idealinin Bağcılar’ı kültür, sanat ve kongre merkezi haline dönüştürmek olduğunu söyleyen Başkan Lokman Çağırıcı “Bağcılar’a yeni kültür merkezleri kazandırmak istiyoruz” dedi.

    Örnek uygulama Halk Meclisleri

    Halk Meclisleri ile, şeffaf ve birlikte yönetim anlayışının en güzel örneklerinden birini veriyor Bağcılar Belediyesi. 22 mahallesi olan Bağcılar’da Belediye Başkanı Lokman Çağırıcı ekibiyle her mahallede halkın sorunlarını dinliyor. Belediyenin örnek proje olarak başlattığı halk meclisleri 18 yıldır devam ediyor. Halk meclislerinde Başkan Çağırıcı, başkan yardımcıları ve birim müdürlerini de yanına alıyor. Mahalle sakinleriyle karşılıklı masalara oturan Başkan, çalışmalar hakkında bilgi verdikten sonra mikrofonu vatandaşlara bırakıyor. Söz alan vatandaşlar tek tek sorunlarını dile getiriyor. İlçedeki kamu kurumu temsilcilerinin de hazır bulunduğu toplantılarda, sorunları dinleyen Çağırıcı, ilgili başkan yardımcıları ve birim müdürlerine hemen talimat vererek sorunların çözümünü sağlıyor.

    Aliya’dan Yesevi’ye...

    Uluslararası Hoca Ahmed Yesevi Sempozyumu, Bağcılar Belediyesi tarafından düzenledi. Sempozyuma, Türkiye’den 14, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Çin, Pakistan, Rusya ve Makedonya’dan 13 bilim adamı katıldı. Sonuç bildirisinde ‘Yesevilik Araştırmaları Merkezi’nin kurulması istendi. Hoca Ahmet Yesevi’nin izine dünyanın her köşesinde rastlamanın mümkün olduğunu anlatan Başkan Çağırıcı, önceki yıl Aliya İzzet Begoviç Sempozyumu’nu yaptıklarını hatırlatarak “Aliya’dan Yesevi’ye, Avrasya Kültür Köprüsü kurmuş oluyoruz” diye konuştu.

    Üç kuşak oyuncak müzesi’nde

    Yaşlılar Haftası dolayısıyla dedeler ve torunları İstanbul Oyuncak Müzesi’nde bir araya getirildi. Büyükler çocukluk dönemlerine gittiklerini ifade ederken, torunlar geçmiş dönem oyuncaklarını daha çok beğendiklerini söyledi. Amaçlarının dede ve nineler ile torunları zamanda bir yolculuğa çıkarmak olduğunu söyleyen Bağcılar Belediye Başkanı Lokman Çağırıcı, benzer etkinliklere devam edeceklerini söyledi. Yurt içi ve yurt dışından toplanan oyuncakların en eskisi 1817’de Fransa’da yapılan bir oyuncak keman...

    Dönüşüm kültürle başlar

    Aylık kültür-sanat etkinlikleri, Bağcılar Belediyesi’nce düzenlemeye devam ediyor. Kültür Merkezi’nde organize edilen etkinlikler kapsamında, güncel konulara ilişkin, konunun uzmanları konferanslar verirken, sinema ve tiyatro gösterileri de gerçekleştiriliyor. Daha önce de Kültür Merkezi ve Halk Sarayı’nda benzer içerikli programlar düzenleyen Bağcılar Belediyesi, İstanbul’un 2010 Avrupa Kültür Başkenti olması dolayısıyla da kültür-sanat etkinliklerini daha da yoğunlaştırdı. Bağcılar’da en önemli önceliğin sosyal dönüşümü sağlamak olduğunu ifade eden Bağcılar Belediye Başkanı Lokman Çağırıcı, bu dönüşümün yaşanmasında sosyal ve kültürel etkinliklerin büyük katkısının olacağını söyledi. Belediye ilçede tiyatro okulu da açtı. 115 öğrencinin kabul edildiği okul bir yıl devam edecek. Değişik yaş gruplarından 600 kişinin müracaat ettiği tiyatro okulu için yapılan sınavla 115 kişi eğitim almaya hak kazandı.

    ÇEVRE ÖDÜLLERİ DE BAĞCILAR BELEDİYESİ’NE

    Geri dönüşüm projelerini etkin olarak uygulayan Bağcılar Belediyesi, toplumsal bilincin artırılmasına yönelik de çalışmalar yürütüyor... Başkan Lokman Çağırıcı lisanslı firmalarla yaptığı protokollerle geri dönüşüm projelerini bir bir hayata geçiriyor. ‘Ambalaj Atıklarının Geri Dönüşümü’, ‘Bitkisel Atık Yağların Geri Dönüşümü’ ve ‘Katı Atıkların Geri Dönüşümü’ projeleri ayrı ayrı uygulanıyor. En son ‘Elektronik Atıkların Geri Dönüşümü’ için Exitcom firması ile protokol imzalandı. Bağcılar Belediyesi ekipleri tarafından 2009’da 2 bin 977 ton ambalaj atığı ile 12 bin kilogram atık pil toplandı. Aynı yıl yemek üretimi yapan işyerlerinden de 55 bin litre bitkisel atık yağ geri dönüşümle ekonomiye kazandırıldı. Yine 2009 yılı içerisinde ilçede faaliyet gösteren lastik tamir ve satış alanlarındaki lastikler alınarak lisanslı geri dönüşüm firmalarına teslim edildi. Bağcılar Belediyesi geri dönüşüm faaliyetlerinin yanı sıra toplumdaki bilinçlenmeyi artırmaya yönelik de çok sayıda faaliyet gerçekleştiriyor.

    Nostalji bahçeleri renk katıyor

    Betona teslim olana kadar bahçeleriyle tanınan ilçe, Nostalji Bahçeleri’yle eskiyi yeniden yaşamaya çalışıyor

    Üzüm bağının kurulmasıyla örnek bir proje olarak başlatılan Nostalji Bahçeleri’ne kiraz ve kayısı bahçeleriyle devam edildi. 3 bin 220 metrekare alana 88 kayısı ağacı dikildi. Belediye Başkanı Çağırıcı hedefin ilçede her mahalleye bir Nostalji Bahçesi kurmak olduğunu söylüyor. Bahçeler, Marmara Belediyeler Birliği’nin ‘Örnek Belediyecilik Projeleri’ yarışmasında ödüle layık görüldü. ‘Çevre ve Altyapı Projeleri’ kategorisinde Nostalji Bahçeleri ödüle layık görüldü.

    Veren el ile alan el buluşuyor

    Veren Ellerle Alan Ellerin Buluşma Noktası’ sloganıyla Bağcılar Belediyesi’nin oluşturduğu bu proje kapsamında hayırsever vatandaşlar imkanları ölçüsünde yardımlarda bulunuyor. Yapılan bu yardımlar, Bağcılar Belediyesi’nin hane halkı araştırmasına göre tespit ettiği ihtiyaç sahiplerine ulaştırılıyor. “Veren elle alan el” buluşması ise Güneşli Meydanı’nda oluşturulan Hayır Çarşısı’nda sağlanıyor.

    Stadyum projesi yolda

    Yapılacak yeni projelerle Bağcılar şantiyeye dönüşecek. Planlanan yeni yatırımlardan bazıları şöyle: Yıldıztepe Gençlik Merkezi, Fevzi Çakmak 5 bin kişilik stadyum ve spor kompleksi, Ebubekir Bölge Parkı Projesi, Yenimahalle Gençlik Merkezi, Avrupa Birliği Projeleri, Her Mahalleye Bir Örnek Sokak Projesi ve Yenimahalle Katlı Otoparkı ve Pazar Yeri...

    İstanbul’un en büyük ilçesi

    1950’lere kadar bağ ve bahçelerden oluşan bir köy olan Bağcılar, bugün 724 bin 268 nüfusu ile İstanbul’un en büyük ilçesi haline geldi

    1992’de Bakırköy’den ayrılarak ilçe olan Bağcılar, bu yıldan itibaren hızla büyüdü. Anadolu’dan aldığı göçlerle İstanbul’un en büyük nüfuslu ilçesi haline geldi. İlçede son beş yılda yaşanan değişim ise adeta başdöndürdü. İşte o değişim:

    Eğitim Hizmetleri

    - İlçede yapılan bütün okullara arsa temin edildi.

    - Okuma-Yazma Bilmeyen Kalmasın projesi kapsamında 20 bin kişi okuma yazma öğrendi.

    - Yeni okulların yapımı için protokol imzalandı.

    - Bütün okulların boyası, tamiratı ve tadilatları yapıldı.

    - Okulların kütüphaneleri kitapla donatıldı.

    - Her yıl binlerce öğrenciye eğitim yardımı yapıldı.

    Sağlık Hizmetleri

    - İlçe genelinde ilaç yardımı.

    - Sağlık taramaları.

    - Diyaliz hastalarına servis hizmeti.

    - Öğrencilere sağlık ve hijyen eğitimi.

    - Genel Hijyen eğitimi.

    - Her mahalleye bir ‘Sağlık Ocağı Projesi’ gibi çalışmalar başarıyla uygulandı.

    Altyapı Hizmetleri

    - Yağmursuyu kanallarıyla su baskınları önlendi.

    - İlçenin düzenini ve güzelliğini kalıcı hale getirmek için asfalt ve kaldırım çalışmalarına hız verildi.

    - Kavşaklar ve yeni yollar açıldı.

    - Araç trafiğine kapalı yürüyüş ve alışveriş mekanları oluşturuldu.

    Sayılarla Bağcılar

    Yüzölçümü 22 km2

    Nüfusu (2009 Nüfus Sayımına Göre) 724 268

    Sokak Sayısı 2.732

    Cadde Sayısı 100

    Mahalle Konağı 22

    Kütüphane 23

    İlköğretim 56

    Lise ve dengi okul 19

    Meslek Lisesi 6

    Sağlık Ocağı 23

    Bağcılar halkı metroyu sabırsızlıkla bekliyor

    İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından gerçekleştirilen metro çalışmaları 2010 yılı sonunda tamamlanacak. Yapımı hızla devam eden metro çalışmaları tamamlandığında metro, Bağcılar Merkez Mahallesi’nden geçerek Kirazlı Mahallesi, Halk Sarayı ve oradan da İSTOÇ’a ulaşacak. Buradan itibaren 2 ayrı yol izleyecek olan metro hattının birincisi Başakşehir Konutları’na, diğeri de Olimpiyat Stadı’na uzanacak. Metro en çok İlçede yaşayan vatandaşların hayatını kolaylaştıracak.

    En önemli sorun trafik

    Zöhre Çoban (43): Bağcılar eskisi gibi değil. Her şey çok değişti. Şimdi harıl harıl çalışmalar var metro için. Bağcılar’ın en önemli sorunlarından biri trafik biliyorsunuz. Metro gelince bu sorun ortadan kalkmış olacak.

    Bağcılar çok gelişti

    Salih Sarukulak (58): 20 sene önce metronun Bağcılar’a geleceğini söyleselerdi inanmazdım. Ama şimdi Bağcılar o kadar geliştiki ben bile tanıyamıyorum. Belediye Başkanımız Bağcılar’ı yaşanabilir bir ilçe haline getirdi.

    Ulaşım sorunu azalacak

    Sabiha Kaya (34): Metronun gelmesini çok istiyoruz

    Ben 5 senedir Bağcılar’da oturuyorum. Trafik o kadar çok yoğun oluyorki Kirazlı’da oturan ablama bile gidemiyorum. İnşallah bu metro ile Bağcılar’ın ulaşım sorunu azalır. .

    Belediye çalışıyor

    Aslı Yılmaz (52): Bağcılar’da çok güzel işler yapılıyor. Bu metro da bunlardan bir tanesi. Belediye Başkanımız, metrodan sonra ilçeye büyük bir meydan yapılacağını söyledi. Bağcılar’da yaşamaktan çok mutluyum.

    Kaynak


  20. Trafik kazası nedeniyle felç olan Canan ve annesi Nurişah azmin ve mücadelenin en güzel örneğini verdi. Dirsekleriyle bilgisayar kullanan Canan aranan bir çevirmen, Nurişah'ın ilk romanı listelerde ilk sıralarda. Onlar yaşamlarıyla üzüntü ve çaresizliklerin bile nasıl olumlu sonuçlar verebileceğini ispatladılar.

    Adı, Nurişah Kim... İzmir Kız Lisesi'nden arkadaşım. Birlikte okuduğumuz yıllardan sonra, yollarımızın ayrıldığını sandığım arkadaşım...

    Çeşitli yaşanmışlıklardan sonra, yıllardan sonra, 1986'da İzmir'e döndüğümde karşılaştığım bir sınıf arkadaşım sık sık bir araya geldiklerini, istersem benim de katılabileceğimi söylediğinde, Nurişah ile yeniden bir araya geldik.

    Evlenmişti... Her zaman renkli, farklı bir kişiliği olan arkadaşımız, yine farklı bir şey yapmış, İzmir'de yaşayan bir Koreli ile evlenmişti... Eşinin sünneti, düğünleri hep basının ilgisini çekmiş, eşinden öğrendiği bir de mesleği olmuştu. Türkiye'nin ilk kadın civciv seksologu...

    Artık kardeşlerine de öğrettiği görevi, yeni doğmuş civcivleri tavuk mu horoz mu olacaklarına bakıp cinsiyetlerine göre ayırmak olduğundan, arkadaşım Türkiye'yi dolaşıyor, o arada büyümekte olan iki kızıyla mutlu mesut yaşıyordu.

    Taaa ki 1993 Eylül'üne kadar... O yıl büyük kızı Canan Kim'in Çeşme'de geçirdiği bir trafik kazasıyla hayatları altüst olmuştu. Sevgili Canan'ın boynu kırılmış, omuriliği zedelenmiş, vücudunun göğüs hizasından aşağısını hissedemez olmuştu.

    Hastanede yattıkları 6. 5 ay sonunda, önceki evlerinin koşulları uymadığı için başka bir eve taşınmışlardı. Kızı hastane odasında "Anne ,çok mu kötüyüm? Sen iyi görünmüyorsun" dediğinde, tüm ailesi ve arkadaşlarıyla durumu kabullenip hayatın getirdiklerini yaşayacaklarını kararlaştırmış, isyan etmek yerine koşulları iyileştirmenin yollarını aramaya başlamışlardı.

    Dünyalar güzeli, neşeli, hareketli ve akıllı Canan, halkoyunları ekibinde oynuyor, yabancı diller yüksekokulunda okuyordu. Geçirdiği trafik kazasından sonra ilk yıl öğrenciliğini dondurmuş, ertesi yıl okuluna asansör yaptırılarak tekerlekli sandalye ile derslerini daha rahat izleyebilmesi sağlanmıştı.

    Hayat Canan'a göre planlanıyor, tüm düzenlemeler ona göre yapılıyordu. Canan, bu koşullarda 1997'de üniversiteden mezun oldu.

    Her gün eve gelen fizyoterapist, tıptaki her türlü gelişmeyi umutla uygulatmak, kök hücre nakli için Kore'ye gidiş gelişler, göğüs altından bir santim daha altını hissettiğinde yaşanan mutluluklar....

    Durumu kabullenip "Bundan sonra ne yapabilirim?" arayışına girdiğinde elleri ve parmaklarını hareket ettiremese de dirsekleri ile bilgisayar kullanabildiğini keşfetmesi, Canan'ın dünyasını değiştirdi.

    Mesleği olan turizmciliği yapamayacaksa da yabancı dil bilgisini kullanabilir, çevirmenlik yapabilirdi. Aradığı yayınevlerinden biri onu kabul etti, çevirileri çok beğenilir olmuştu. Daha sonra Altın Kitaplar Yayınevi ile anlaşmış, 2007'den bu yana başta Stephan King olmak üzere birçok kitabın çevirisini üstlenmişti.

    Televizyon haberlerinde Ali Kırca'nın konuğu olduğunda, azmin, mücadelenin en güzel örneği olarak, başka engellilere umut ışığı olmuştu. Engelli olmanın hayattan kopmak anlamına gelmediğini, hayata dahil olarak, meslek sahibi bir kadın olarak dünyaya meydan okunabileceğini göstermişti.

    Aradan geçen 17 yıl boyunca kızını hiç yalnız bırakmayan, onun hayatını kolaylaştırmak için elinden gelenin fazlasını yapan ama bu arada kendine vakit ayırmayı da becerebilen, güzelliğinden, bakımından taviz vermeyen, sivil toplum kuruluşlarında çalışmayı sürdüren Nurişah Kim, bir yandan da evde geçirdiği vakitleri farklı konularda yazarak değerlendirdi.

    Yazdıkları beğenildikçe teşvik gördü, yüreklendirildi, daha sonra anne ve babasının ısrarlı baskısından kurtulmak için anne ve babasının yaşam öykülerini yazmaya başladı. Aylar, yıllar süren bir çabanın sonunda, romanını bitirdi. Kitabına, "Rumeli'den Anadolu'ya Bir Göçmen Kızı" adını verdi.

    Tam da "Benim kitabımı kim yayınlar ki?" diye düşünürken, Altın Kitaplar Yayınevi'nden olumlu yanıt geldi. Sonra her şey hızla gelişti. Kitabı yayınlandı, liste başı oldu, yetmedi, Dan Brown ile Altın Kitaplar'ın ellinci yıl kokteylinde bir araya geldi.

    Nurişah Kim, yaşamıyla olumsuzlukların, üzüntülerin, çaresizliğin , yaşanan sıkıntıların bile nasıl olumlu sonuçlar verebileceğini ispatladı. TÜYAP Kitap Fuarı'nda okurlarına kitabını imzalarken, farklı duygular içinde mutluluktan havalara uçuyordu.

    Bu özel kadın, geçtiğimiz hafta Konak Kadın Meclisi'nin konuğu oldu. Söyleşi öncesinde kitaplarını imzaladı. Türkan Saylan Kültür Merkezi Benal Nevzat Salonu'nu dolduran izleyicilere arkadaşımı sunarken, gözyaşlarıma engel olamadım. Arkadaşımın yaşam öyküsünü ve felsefesini anlattığı konuşması sırasında da salonda duygusal anlar yaşandı.

    Her anne çok özel... Her anne çocuğu için her türlü fedakarlığı yapmaya hazır... Her anne dünyanın en güzeli, en akıllısı, en eşi benzeri olmayanı... Ama her anne Nurişah Kim değil...

    Seni seviyorum arkadaşım...

    Latife Şencan, sosyolog

    Kaynak


  21. Bürokrasinin azizliğinden şikâyet edenler yine sıkıntılarından dertli... Bu kez de özürlülerin canı, Milli Eğitim Bakanlığı'nın (MEB) çarpık uygulamasından yanmış... Nasıl mı? Anlatayım.

    Devlet yıllardır boş tuttuğu özürlü kadroları için düğmeye bastı. Geç de kalınsa bu güzel uygulamadan ötürü hükümeti tebrik ediyoruz. Kurumların özürlü eleman alırken aradığı şartlara bakınca iki gizli tehlike olduğunu gördüm. Birincisi sınav ücreti. İkincisi ise özürlülere verilen raporlardaki oranların budanması... Kontenjan açığında başı çeken MEB, 16 bin 256 özürlüyü aşa-işe kavuşturmak için start verdi. Ancak MEB'in sınava girecek kişilerden 110 lira ücret isteyen açıklamasını görünce "Meğer engelliler zenginmiş de haberimiz yokmuş" dedim.

    Para yok, sınav yok Şimdi "İşe girmek için 110 lira nedir ki" diyebilirsiniz. Doğru. Bu çok bir para değil. Ama işsiz, güçsüz, muhtaçlık sınırının altında geliri olduğu için devletten yaklaşık 180 lira özürlü maaşı alanlar için büyük para! Durum bu kadar açıkken MEB'in özürlüden 110 lira sınav ücreti talep etmesinin Türkçesi şu:

    "Aslında ben sizleri işe alma taraftarı değilim. Anayasa, özürlü yasası ve uluslararası anlaşmalar gereği sınav açıyorum. Ve önünüze 110 liralık yüksek bir baraj koyuyorum."

    Hadi borç harçla bu engel aşıldı. Peki işe girmek için alınacak "Özürlü Sağlık Kurulu"rapor oranlarının düşüklüğü nasıl aşılacak.

    Devlet, kapısında işe girecek özürlüden, yüzde 40 ve üzerinde vücut fonksiyon kaybını belgelemesini istiyor. Zaten yeni rapor alacak engellinin yüzde 40'lık oranı tutturması mümkün değil. Bu şartlar altındaki özürlü birinin işe kavuşması şöyle dursun, sınava girmesi bile zor.

    Kısaca engelliye "Kırk katır mı, kırk satır mı" deniliyor.

    Başvuru süresi dolmak üzere... Özürlülerin istihdamı konusunda yıllardır biriken sorunların çözümü için, zaten konuya çok hassas olan Sayın Başbakanımızdan acilen bir adım bekliyoruz.

    Özürlü açığı bulunan kurumlar

    31060603630.jpg

    Cemalettin Gürsoy

    Kaynak


  22. Seneler önce de yazmıştık. Almanya’da bir program var. Adı: ‘Engelliler engelsizlere yardım ediyor.’ Nedir bu program?

    Hayatın zorlukları

    Çeşitli engelli okullarından öğrenciler, engelsiz öğrencilerin devam ettiği bir okula, 1 hafta veya 15 gün süre ile misafir oluyor. Birlikte derslere girip, teneffüslerde birlikte oynuyorlar. Yemeklerini beraber yiyip, derslere birlikte giriyorlar. Ve daha sonra tekrar kendi okullarına dönüyorlar. Yapılan araştırmalarda bu tip ziyaretlerden sonra engelsiz öğrencilere öğretmenleri neler hissettiklerini, engelli arkadaşlarıyla birlikte nasıl günler geçirdiklerini soruyor.

    Cevaplar

    Öğrencilerin tamamına yakınının verdikleri cevaplardan en önemlisi şu: “Öğretmenim, biz engelli arkadaşlarımızla birlikte geçirdiğimiz bu haftadan sonra hayatın zorlukları karşısında pes etmemeyi öğrendik ve anladık ki FARKLI OLMAK NORMALDİR.”

    Ülkemizde durum

    Ülkemizde ise sorun genellikle çocuklarımızın anne ve babalarından başlıyor. Özellikle Anadolu’ya gidildiğinde engelli çocuklarımızın anne-babaları, sanki onların yaşama hakkı yokmuş gibi, sanki onlar bu ülkenin vatandaşı değilmiş gibi davranıyor, çocuklar evlerde, bazen ahırlarda ve çoğunlukla da bağlanarak yaşamlarını devam ettirmek zorunda kalıyor. Engelsiz çocuklarımızın anne-babaları ise, çocuklarının asla engelli çocuklarla bir arada olmasını istemiyor. Sanki onlarda bulaşıcı bir hastalık varmış gibi. Burada da görev herhalde Milli Eğitim Bakanlığımıza düşüyor. Yukarıda bahsettiğimiz programın bir benzerinin pilot olarak uygulanması, ülkemizde engelliler konusundaki sorunların ve önyargıların aşılmasına gelecekte büyük destek olacaktır.

    THY’den ses yok

    Bir süre önce Türk Hava Yolları’nın Halkla İlişkiler Müdür Vekili S. Ekrem Şirin’in, Hentbol Federasyonu Başkanı’na gönderdiği “İlgi yazınız Türk Hava Yolları tarafından ‘SEVİYESİZ’ bulunduğundan cevap verilmeye değer bulunmamıştır” şeklindeki mektubunu sizlerle paylaşmıştık. Ve milli havayollarımızın adına, ülkemizde yaşayan birinin yazdığı mektuba “SEVİYESİZ” diyen bu şahıs hakkında ne işlem yapıldığını sorduk. Bugüne kadar Türk Hava Yolları’ndan bir cevap çıkmadı.

    Yavuz Kocaömer

    Kaynak


  23. 'Büyük aşk, büyük nefret'

    "ŞİMDİ sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi gerekiyor mu?" diye sormuştu Nâzım Hikmet, o muazzam ve duru üslubuyla. Halbuki bugünün aşklarını görse ne derdi acaba? Bugün ellerde teraziler, adeta gramla tartılıyor aşk. 160 gr sevgiye karşılık 160 gr sevgi alınabilirmiş gibi herkes verdiği kadarını istiyor. Seven erkek mutlak itaat, mutlak hâkimiyet bekliyor. Zihinlerde bir denklem var sanki. Denklem karşılanmadı mı tüm formül bozuluyor. Ve işte o zaman bir de bakmışsınız ki aşk bitmiş, nefret başlıyor. Ne çabuk geçiyoruz bir uçtan bir uca. Sevdiği kızı başkasıyla gezdi diye bıçaklayan liseli öğrenciler... Eski eşlerini kendilerine dönmedi diye silahla tarayan öfkeli kocalar... Yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen dostlarını, basit bir ağız dalaşıyla başlayan kavgalarda öldüren delikanlılar... Vaktiyle çok sevdikleri, belki de en çok sevdikleri insanları bir adımda, bir kurşunla harcayıverenler... Birbirinden ayrı gibi görünen bütün bu şiddet haberleri arasında bir ilişki var. Hepsinde ortak olan nokta, yoğun bir aşktan yoğun bir nefrete geçebilmekteki süratimiz.

    Bir yandan şarkılar çıkıyor piyasaya, ardı ardına. Hepsi de aşk üzerine. Sözler benzer, iddialı. Diziler çekiliyor peş peşe. Gene hepsinin ana teması "büyük aşk". Ama televizyonu kapatıp kendi hayatlarımıza döndüğümüz anda, ne yazık ki "büyük aşk"tan anladığımız aslında "büyük ego". Biz elmanın da muhakkak bizi sevmesini bekliyoruz. Yetmiyor. Elmanın hayat boyu sadece ve sadece bizi sevmesini, varlığını bize adamasını, biz ne dersek harfiyen yapmasını istiyoruz. Biz aşkı, egomuza hizmet etmekle yükümlü bir kâhya bellemişiz adeta. Ve bu yüzden işte, aşktan nefrete bu kadar çabuk, bu kadar kolay savruluyoruz.

    Anadolu'da bugün bile anlatılan eski bir aşk hikâyesi vardır. Ben bunu birkaç ayrı tasavvuf sohbetinde bambaşka insanlardan dinledim. Derler ki, vaktiyle Siirt Tillo'da bir tekkede mürit, tasavvufa gönül vermiş bir zat yaşarmış. Temiz, saf, güzel gönüllü bir genç adammış. Gel zaman git zaman âşık olmuş, hem de sırılsıklam. Karşılık da bulmuş. Sevdiği kız da ona sevdalanmış. Evlenmişler. Mutlu seneler geçirmişler. Ne var ki bir zaman sonra karısı dikilmiş karşısına. "Ben gitmek istiyorum" demiş. "Şu yolların ardında başka ne yollar var görmek istiyorum. Sana âşık değilim artık. Bir başkasını gördüm, ona aktı yüreğim. Onunla uzaklara gitmek istiyorum."

    Mürit öfkeden deliye dönmüş. Aklından ilk geçen şey, karısını öldürmek olmuş. "Bana yâr olmayacağına göre kimselere yâr olmasın" diye geçirmiş içinden. Kapanmış eve, planlar yapmış kendince. Kimseyle konuşmaz olmuş. Derken bir sabah şeyhini kapıda beklerken bulmuş. "Hakiki âşık" demiş şeyh, "sevdiği insanın mutluluğunu ister. Âşık kişi, sevdiğinin mutluluğunu kendi mutluluğunun önüne koyar. Gerçekten seven insan, özgür bırakır. Sahiplenmek, hak iddia etmek, can almak, can acıtmak, âşıkların tutacağı yol değildir... Düşün. Düşün de öyle karar ver. Ve bil ki vereceğin karar, senin gerçek sınavındır."

    İşte o zaman mürit için çetin bir iç muhasebe başlamış. Günler, haftalar boyu nefsi bir yana çekiştirmiş, yüreği bir yana. Sonunda bir sabah fırlamış yataktan. Açmış tüm pencereleri, kapıları sonuna kadar. Işık dolmuş içeri, efil efil rüzgâr. Dönmüş karısına, "Dilediğin yere git" demiş usulca. "Ben hakkımı sana helal ettim. Sen de bana helal et, öyle çık yola."

    Bu hikâyeyi ilk duyduğumda bir masal gibi dinlemiştim. Gerçek olamayacak kadar romantik... Ta ki böyle insanlar tanıyana kadar. Onların öykülerini gazeteler yazmıyor, televizyon duyurmuyor. Ama bu ülkede üçüncü sayfa haberlerinin atladığı "büyük aşk" hikâyeleri de yaşandı, yaşanıyor.

    Elif Şafak

    Kaynak


  24. Bir kadının yanında olmak

    Bir kadın düşünün ki hayat arkadaşını kaybetti. Eğer eşini hastalıktan yahut kazadan ötürü yitirseydi gene kahrolurdu şüphesiz ama şu anda yaşadığı acı bunun iki misli olmalı çünkü eşi intihar etti. Önünde parlak bir hayat vardı, buna nokta koydu. Ve daha kötüsü, orada burada, herkes buna sebep olarak kadını göstermekte. Bir annenin kendi oğlu karşısındaki hüznünü, çaresizliğini ve yalnızlığını düşünün. Babasını kaybetmiş bir delikanlıya toplum "Hep senin annenin yüzünden oldu" diyor. Bir kadın düşünün ki, eşini katbetmenin acısını üçle çarparak yaşıyor şu anda.

    Ne kadar kolay damgalıyor, nasıl da tereddütsüz yargılıyoruz. Kendimizi

    tepede bir yere yerleştirip başkasına yukarıdan bakıyoruz. Kibir ki tüm tek tanrılı dinlerde en büyük günah, bizler kibrimizi gölge gibi her yere taşıyoruz. Kuran'da en sevdiğim ayetlerden biri şöyle der: "Belki alay ettikleri, kendilerinden daha iyidir."

    Gazetelerde üzücü bir resim. Bir kadın, eşinin tabutuna sarılmış ağlıyor. Yanında gencecik oğlu, bir yandan metin durmaya çalışırken, bir yandan şüphesiz ki derin bir acı yaşıyor. Albay Berk Erden'in cenazesinde çekilmiş bir resim bu. Gene gazetelerde yazdığına göre cenazede bir çelenk dikkat çekiyor. Üzerinde "annesi, babası, oğlu ve kardeşi" yazmasına rağmen "eşi" yazmıyor. Başlıyor dedikodu kazanları fokurdamaya.

    Tahminler yürütülüyor. Yazılı ve görsel basında onlarca laf dönüyor. Herkes,

    hepimiz, bir ailenin hayatına burnumuzu sokuyor ve hiç üzerimize vazife olmadığı halde konuşuyor, konuşuyoruz.

    Tartışmalar kesilmiyor. Bir internet sitesinde yayınlanan iddiaların durup dururken çıkmadığına, tam da albay terfi ve değerlendirme dönemine denk getirildiğine dikkat çekiliyor. Yaşasaydı, Albay Eren'in amiralliğe getirileceğinin altı çiziliyor. Ordu içinde gizli hesaplaşmalardan bahsediliyor. Komplolardan dem vurulup, makro analizler yapılıyor.

    Bunlar beni hiç ilgilendirmiyor. Ben işin ne komplo teorileriyle, ne de varsa siyasi boyutlarıyla ilgiliyim. Adı geçen insanları tanımıyorum. Ortada bir tartışma dönüyorsa, hiçbir şekilde taraf değilim. "Öyleyse neden bu yazıyı yazma gereği duydun?" diyeceksiniz. Ben bu yazıyı bir romancı, bir edebiyatçı ya da bir köşe yazarı olarak yazmıyorum. Bu satırları sadece bir kadın, bir eş, bir anne olarak kaleme alıyorum. Vicdanım bana bunu yapmamı fısıldıyor. Çünkü bu hadisede beni ilgilendiren temel nokta bir kadının düştüğü durum, yaşadığı dram. Ve bunda hepimizin şöyle ya da böyle payı olduğunu düşünüyorum.

    Bir kadın düşünün ki hayat arkadaşını kaybetti. Eğer eşini hastalıktan yahut kazadan ötürü yitirseydi gene kahrolurdu şüphesiz ama şu anda yaşadığı acı bunun iki misli olmalı çünkü eşi intihar etti. Önünde parlak bir hayat vardı, buna nokta koydu. Ve daha kötüsü, orada burada, herkes buna sebep olarak kadını göstermekte. Bir annenin kendi oğlu karşısındaki hüznünü, çaresizliğini ve yalnızlığını düşünün. Babasını kaybetmiş bir delikanlıya toplum "Hep senin annenin yüzünden oldu" diyor. Bir kadın düşünün ki, eşini katbetmenin acısını üçle çarparak yaşıyor şu anda.

    Bir an için bu hadiseyi kenara bırakalım, her zamanki hallerimize bakalım. Her gün ne haberler çıkıyor basında. Çekirdek gibi çitliyoruz biz bu haberleri, öylesine kanıksamışız. Devamlı eşini aldatan erkek haberleri geliyor kulağımıza. Şöyle bir çalkalanıp, hızla geçiştiriyoruz. Üzerinde bile durmuyoruz. Ünlü erkeklerin de isimleri çıkıyor, sıradan vatandaşların da. "Erkeğin elinin kiri, yıkadı mı geçer" zannediyoruz. Hatta ve hatta bu duruma biraz "delikanlılık" atfedip, müstehzi bir tebessümle adını "çapkınlık" koyuyoruz. Ama bir kadının adı bir yerde geçmeyegörsün, anında değişiyor tepkilerimiz. Olayın aslını astarını bilmeden, ima mı iftira mı anlamadan, o kadını yerin dibine batırmak için kolları sıvıyoruz.

    Bunları sadece Özgül Erden özelinde yazmıyorum. Biz bütün kadınları ilgilendiren genel bir mesele olarak yazıyorum. Buna muhafazakâr kadın da dahil Kemalist kadın da. Solcusu da dahil sağcısı da. Burjuva kadın da dahil işçi kadın da. Şöyle giyineni de dahil böyle kapananı da. Bütün kadınları yaralayan bir çifte standart var bu toplumda.

    Ve ne yazık ki çoğu zaman gene biz kadınlar bu çifte standardın devam etmesine ön ayak oluyoruz. Çünkü biz birbirimiz aleyhine çok konuşuyor, ileri geri laflar ediyor, dedikodular üretiyor, gene bizler kem söz kazanının altındaki ateşi canlı tutuyoruz. Bir gün gelir, bugün başkasını yakan dedikodu ateşi bizi de yakar, bunu hiç düşünmüyoruz.

    Ne kadar kolay damgalıyor, nasıl da tereddütsüz yargılıyoruz. Kendimizi tepede bir yere yerleştirip başkasına yukarıdan bakıyoruz. Kibir ki tüm tek tanrılı dinlerde en büyük günah, bizler kibrimizi gölge gibi her yere taşıyoruz. Kuran'da en sevdiğim ayetlerden biri şöyle der: "Belki alay ettikleri, kendilerinden daha iyidir." Hep ürpertir beni bu söz. Ne zaman birini küçümsemeye kalksam, hani aklımca beğenmesem, ne zaman kendimi bir başkasına üstün zannetsem, zihnimin bir yerinde yanıp sönmeye

    başlar bu söz. "Belki o beğenmediğin insan senden daha iyidir."

    Demokratik bir toplumda elbette her şey konuşulur, konuşulabilmeli. Ordu da

    demokrasi kültürünün içinde yer almalı. "Düşünce ve ifade özgürlüğü" laftan ibaret kalmamalı. Ama asker olsun sivil olsun, insanların özel hayatlarına gelince orada durmak lazım. Hepimizi düşündüren, kalplerimizi yumuşatan bir üslup, bir adap, bir edep olmalı. Medya buna dikkat etmeli. Köşe yazarları ve editörler etik gazetecilik kriterlerinin oturması için uğraş vermeli. Bir yerlerde bir bariyer olmalı. Ve o bariyeri biz kurallarla, yasaklarla, cezalarla filan değil, vicdanlarımızla koymalıyız. Bir kadını, bir anneyi acıdan yas bile tutamaz hale getirmeye hakkımız yok. Özgül Hanım'ın yaşadığı durum bir "ayıp"sa şayet, onun değil toplumun ayıbıdır.

    www.elifsakaf.com.tr

    Elif Şafak

    Kaynak