Dogru_Yol

Üye
  • İçerik sayısı

    1.928
  • Katılım

  • Son ziyaret

  • Days Won

    20

Dogru_Yol kullanıcısının paylaşımları

  1. Hassas olduğumuz yönlerimizi kabullenelim Çoğu zaman sohbetlerimiz esnasında, gelişi güzel konulardan ve kendimizden bahsederiz. Benzer yaşadığımız olaylarda verdiğimiz tepkileri yada başkalarının başlarından geçen olayları kendi yorumlarımızı katarak ifade ederiz. Karşımızdaki kişinin özel yaşamnına ait elle tutulur bilgimiz yok ise , bu tip yorumlardan kaçınmalı ya da öncelikle karşımızdakinin düşüncelerini öğrenmek için sözü ona getirmeliyiz. Karşımızdaki kişinin özel hayatına ait bazı durumlar olabilir ve bu konularda sözü farklı noktalara taşıması yada sohbeti sona erdirecek girişimlerde bulunmasını özellikle takip etmeliyiz. Aksi halde farklı bir zaman diliminde gene aynı konu açılacak olursa , ister istemez karşımızdaki kişiye bunu kasten yaptığımızı düşündürtebiliriz. Önlem almak açısından bu şekilde hareket etmek doğru hareketlerden biri olacaktır. Peki karşı tarafın sürekli bu tür sohbetlerden uzaklaşmak istemesi yada kendi çevresindeki insanların her an patlayacak bir mayına benzemesini nasıl engellemesi mümkündür ? Özel duruma sahip olan kişi X diyelim diğer kişide Y olsun. X kişi sohbet esnasında istemediği konulardan sohbet açıldığında eğer yüzeysel konuşmalarla bu konuyu geçiştirebilirse karşısındaki kişiyi üzmeden ve yanlış anlaşılacağı bir duruma gelmeden olayı halledebilir. Fakat fevri davranıp , karşısındaki kişiyi sürekli bu konulara sözü getirmekle itham edip yada bunu bir kişisel saldırı anlamında görüp karşılığını vermek girişimlerinde bulunursa gereksiz yere kendini yıpratmış olur. Sohbet ettiğimiz kişi ile dostluğumuza zarar gelmesi ayrı bir değer kaybı olabilir. Fakat gerçek dostlar her zaman tatsızlıklarda alttan alma yoluna gider ve karşısındakini kaybetmek istemez. Önemli olan bilinçsizce yapılan konuşmaları duyduğunuzda, mevcut ilişkilerinizi ve kendinizi yıpratmamak, konu üzerinde hakimiyetinizi kaybetmeden alçak gönüllü bir şekilde durumu idare edebilmektir. Ani duygusal çıkışlarımızla meşhur olduğumuz düşünüldüğünde uygulanması zor bir yöntem gibi gelebilir, yine de bunu bilerek kendimizi frenlemek eminim faydanıza olacaktır. Yazan : Turgay GEZİCİ | www.bilincalti.com Kaynak Kişisel Başarı
  2. Açık ve Anlaşılır Biçimde Konuşmak

    AÇIK VE ANLAŞILIR BİÇİMDE KONUŞMAK , MESLEK HAYATINIZDA SİZE DAHA ÇOK BAŞARI GETİRİR. KENDİNİZDEN EMİN KONUŞMAK Bir işyerinde yönetici pozisyonunda mı çalışıyor sunuz ? Sizden her zaman kendinden emin konuşmalar beklendiğini unutmayın. Bu yazının devamında size tipik durumlar ve yardımcı olabilecek birkaç strateji sunulmuştur. Alıştırma 1 : Birisinden bir şeyler yapmasını mı isteyeceksiniz. Eğer birisinden bir şeyler yapmasını rica edecekseniz , bunun hangi çerçeve içerisinde olacağını iyi bileceksiniz. Sizin karşınızdakinden bir şeyler istemeye hakkınız var mı ? Bilmeniz gerekenlerden bir tanesi de karşınızdakinin size olumsuz cevap verip sizin isteğinize hayır diyebileceği ve sizi zor duruma sokabileceğidir. Karşınızdaki kişiden bir istekte bulunurken ; Kısa cümleler kullanın. Hangi sebepten dolayı istediğinizi belirtin. Pratik (Praxis ) Tip : Kendinizi kısa cümlelerle ifade etmeniz ne istediğinizi açıkça ifade etmenizi sağlar. Neden yapılması istediğinizi ve bunun sizin için ne kadar önemli olduğunu belirtin. Örnek : “ Haftaya yapılacak toplantı için bu ayın bilgilerine ihtiyacım var . Bunları benim için Cuma gününe kadar hazırlar mısın ? “ Ricaları belli bir üslupla ifade edebilirsiniz. Eğer birisinden bir ricada bulunacaksanız , aşağıda verilmiş örnekleri kullanmayın. 1. Özür dilemeyin. Örneğin ; “ Sizi rahatsız ettiğim için çok çok özür dilerim. 2. Kesinlikle imalı bir şekilde konuşmayın. Örneğin ; “ Bir şeyler içmek için xxxx cafeye gelmez miydiniz , bu çok güzel olurdu. 3. Abuk sabuk konuşmayın. Örneğin ; “ Biliyorum bugün çok işiniz var ve eminim ki bu rapor sizi hiç ilgilendirmeyen bir şey , fakat…… 4. Kesinlikle dalkavukluk yapmayın. Örneğin ; “Sizin raporunuz her zaman hepsinden daha iyi olmuştur. “ 5. Kendinizi değiştirmeyin. Örneğin ; “ Benim kurtarıcı meleğim . Size her zaman teşekkür borçlu olacağım .” Alıştırma 2 : Eylem açıklaması yapın. Eğer birine açıklama yapıyorsanız bu karşınızdakini önemsediğinizi ve benimsediğinizi gösterir. ÜÇ BAŞAMAKLI BİR STRATEJİ 1. Basamak : Karşınızdakine onu dinlediğinizi ve onu önemsediğinizi gösterin. ·İçinde bulunduğunuz durumu anlayabiliyorum… ·Neden böyle bir izlenime vardığınızı anlayabiliyorum… ·Şimdi daha iyi anlayabiliyorum… ·Biliyorum onu belirtmek istemediğinizi , fakat ….. 2.Basamak : Kendinizi olduğunuz gibi basit anlaşılır kelimeler bularak belirtin. Konuşurken “ BEN “ formunu kullanın. ·Bana öyle görünüyor …. ·Benim düşüncem/ inancım …… 3.Basamak : Ne istediğinizi söyleyin veya somut bir şekilde harekete geçin. ·Şimdi arzuladığım … ·Ben istiyorum…. ·İstemiyorum….. ·Müteşekkür borçlu olurum…. ·Bu fikir için ne düşünüyorsunuz ? ·Bu her şeyi kolaylaştırabilir , eğer …..? Kaynak : Geraldine Bown / Catherine Brady yazarları aynı ismi taşıyan kitabından alınmıştır. ÇEVİRMEN : Gülay YILDIZ Kaynak Kişisel Başarı
  3. Açık ve Anlaşılır Biçimde Konuşmak

    Sayın Bay_Seyhan Öncelikle rica ederim.... İş bulmanıza sevindim ve hangi işte çalışacaksınız ? kendine her konu da her zaman güven.... Sayın zeynepkrtaş da sevinmiştir.....ben kız tarafıyım damadın çalışkan olması çok önemli....çalışkan olmasan kızımızı bizden alamazsın zaten.... İşinde, birgün kuracağın yuvanda hayırlı huzurlu olsun inşallah.....
  4. Gönlüm Çok Yorgun, Benim...

    Gönlüm Çok Yorgun, Benim... Küçük Selma, annesinden hemen her gün duydugu “Gönlüm çok yorgun benim” sözünün ne anlama geldigini bir türlü anlayamıyordu. Öyle de çok merak ediyordu ki annesinin gönlünün neden hemen her gün yorgun oldugunu... İnsanın kimi gün bacakları, kimi gün kafası yorulabilirdi ama, nasıl olurdu da hemen hergün gönlü yorulabilirdi? Bu sözü annesinden her duydugunda küçük Selma bir köseye çekiliyor, annesinin o an kimbilir ne denli çok acılar çektigini varsayarak, için için üzülüyordu. Bir yandan da, annesinin bu acısını nasıl dindirebilecegini düsünüyor, bu düsünce aklına gelince de hemen “gönül”ün, insan bedenindeki yerini aramaya baslıyordu. Gerçekten, bedenimizin ne-resindeydi gönül? Akcigerinin, karacigerinin, kalbinin, kaburgalarının nerede oldugunu biliyordu ama, gönlünün nerede oldugunu bir türlü bulamıyor, aramaya her kalktıgında ise aklının karıstıgını duyumsuyordu. Okulda birgün yine derse dalmıs, ögretmeninin anlattıklarını dinlerken, sanki koluna igne batırılmıs gibi, birden sıçradı, yerinde dogruldu ve gözlerini de, kulaklarını da dört açarak, ögretmeninin anlattıklarını gözlerini kırpmadan dinlemeye basladı. Ögretmen dolaptan, boynundan beline degin ön bölümü açık bir insan maketi çıkarmıs, masasının üstüne koymustu. Makete bakıldıgında, bir insanın boyun bölgesiyle bel bölgesi arasındaki tüm iç organları açık bir biçimde görülüyordu. Ögretmen, tüm organları tek tek tanıtıyor ve tanıttıgı organın insan bedenindeki islevini anlatıyordu. Önce yemek ve soluk boru sundan basladı, sonra akcigerlere, kalbe geçti. Onu anlattıktan sonra mideyi, bagırsakları, karacigeri, dalagı, en sonra da kaburgaları tanıttı ve anlattı. Küçük Selma merakla ve heyecanla, sıranın “gönül”e ne zaman gelecegini bekliyordu. Ögretmen “gönül”ün hangi organımız oldugunu da anlattıktan sonra o da annesini sürekli üzen bu organı hem görecek, hem de onun insan bedeninin neresinde oldugunu ögrenecekti. Ögretmen tüm organları anlattıktan sonra küçük Selma merak ve heyecanını daha fazla önleyemedi, parmagını kaldırıp ögretmenine sordu: “Ögretmenim, gönül hangi organımızdır ve bedenimizin neresindedir?” dedi. Tüm arkadasları bu soru karsısında sasırdılar ve kimileri “Gerçekten, gönlümüz nerededir?” diye, kimileri “Gönlümüz nasıl bir organdır?” diye birbirlerine sormaya basladılar. Ögretmen hem küçük Selma’nın, hem de sınıftaki öteki ögrencilerin bu sorusu karsısında dayanamadı, gülmeye basladı. Sonra Selma’ya döndü ve sorusunu yanıtladı: “Gönül diye bir organımız yoktur, evladım” dedi. Selma o gün derste, üç seyi anlayamamıstı. Önce, “Gönül organımız neremizdedir?” sorusuna ögretmeninin neden güldügünü anlayamamıstı. Sonra onun, “Gönül diye bir organımız yoktur” yanıtını anlayamamıstı. Son olarak da, “olmayan bir organının yoruldugunu” hemen her gün söyleyen annesinin, bunu neden söyledigini anlayamamıstı. O gün eve gelince, okulda ögretmenine sordugu soruyu ve ögretmeninin kendisine verdigi yanıtı anlattıgında annesinin neden güldügünü de anlayamamıstı, bir de... Küçük Selma “gönül”ün ne oldugunu ve nerede oldugunu galiba ancak, büyük Selma oldugunda anlayabilecekti...• Ercan DEMİR Kaynak Kişisel Başarı
  5. Sokak çocuklarının da bir insan olduğunu unutmayalım Sokakta çalışmak zorunda kalan çocuklar, sokaklarda yaşanan her türlü tehlikeye, istismara ve şiddete karşı savunmasız durumdadır. Ağrı’da ve Türkiye’nin diğer illerinde, sevgi ve şefkat ortamından uzak, umutsuzluk içinde büyüyen, madde bağımlılığı ile diğer zararlı alışkanlıkların pençesine düşen, emekleri çalınarak kötüye kullanılan çok sayıda çocuk bulunuyor. Geleceğimizi inşa edecek bu çocuklarımıza, başta devlet olmak üzere, hepimiz sevgi ve şefkat göstererek, onlara sahip çıkmalıyız. Çocuğu sokağa iten en önemli faktör, aile ve ailenin yaşadığı ekonomik sıkıntılardır. Ağrı’da, işsizlik sebebiyle, aileler çocuklarını sokakta çalışmaya göndermek mecburiyetinde kalıyor. Bu çocuklar, belki de içinde bulundukları zorluğun farkında bile değillerdir. Oyun çağındaki bu çocuklar için her şey bir oyundan ibaret hale bile gelmektedir. Sokakta çalışmakta olan çocukları bu duruma iten en önemli sebeplerin başında, anne ve babaların yeterince çocuklarına sahip çıkmamaları geliyor. Anne baba olgusu, yalnızca çocuğu dünyaya getirmekten ibaret değildir. Anne baba olmak demek; dünyaya getirdiği varlığı, “büyüyüp, olgunlaşıp, hayatın içinde kendisine iyi bir yer edinene kadar” desteğini esirgememek demektir. Anne baba desteğinden yoksun çocuklar, hayat ağacının dallarından sokağa zamansız düşen güzel meyveler gibidir. Onları toplamak, onları sahiplenmek bir insanlık görevidir. Aileden kaynaklanan sebeplerle sokaklarda çoğalan, aile bütçelerine katkıda bulunmak için çalışan çocuklar, toplum için büyük bir problem teşkil ediyor. Bu konuda, çocukları sokaklara iten sebeplerin ortadan kaldırılması gerekmektedir. Sokakta çalışan çocukların çoğunluğunun çok çocuklu ailelerden geldiği görülmektedir. Ailenin bakabileceğinden fazla sayıda çocuk sahibi olması, çocuğun bakımı, korunması ve gelişimi ile ilgili ihtiyaçlarını karşılama görevini yeterli bir biçimde yerine getirmesini engellemektedir. Bu durum, çocukları sokakta çalışmaya yönelten se- beplerden biri olarak görülmektedir. Evden kaçmayı düşünen ve kaçma girişimi olmuş çocukların büyük çoğunluğunun aile içi şiddet sebebi ile bu yola başvurdukları görülmektedir. Ailesi tarafından şiddet ve kötü muame-leye maruz kalan çocuğa, sokağın özgür ortamı daha çekici gelebilmektedir. Çocuğun, erken yaşta aileden bağımsız olarak para kazanmaya başlaması, onun tek başına hayatını sürdürebileceğine ilişkin inancını güçlendirmektedir. Aile içindeki olumsuz şartlar arttıkça, daha çok çocuğun evden uzaklaşıp, sokakta yaşama riskini göze aldıklarını unutmamak gerekir. Aileye ekonomik katkıda bulunmak, çocukların sokakta çalışma sebeplerinin başında gelmektedir. Sokakta çalışan çocukların çoğunun babaları düşük kazançlı işlerde çalışmakta, anneleri çalışmamaktadır. Bu durum, gelir seviyesi düşük aile çocuklarının bu risk altında olduklarını göstermektedir. Recep Çirik (Ağrı Yetiştirme Yurdundan Ayrılanlar Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği Başkanı) Behçet Fakihoğlu Kaynak
  6. “Keşke Babam Kulağımı Çekseydi”

    “Keşke babam kulağımı çekseydi” Şöyle çocukluk yıllarınıza dönün ve düşünmeye başlayın, yaptığınız yaramazlıkların akabinde annenizden veya babanızdan yediğiniz paparayı düşünün. Haksız yere papara yediğiniz de olmuştur belki! Bazınız tebessüm edecek, bazınız yüzünü buruşturacak, belki de bazılarınızın gözlerinden yaş süzülecektir. “Aaa! Yıllar geçti, acısı unutulmuştur, niye ağlasınlar ki?” diyebilirsiniz. Çok doğru. Benim de şimdi ne annemden ne de babamdan yediğim dayaklar aklıma geliyor. O zaman, ya bazılarımızın annesi, bazılarımızın babası vefat etmiş olduğu için hüzünlenmiş olabilir. Ama bazıları ya annesini ya da babasını çok küçük yaşta kaybettikleri için veya hiç görmedikleri için üzülmüş olabilir. “Keşke bir babam olsaydı da, kulağımı çekseydi!” diyorlardır. Muhtemelen şunları da yaşamışlardır: Çocuklar sokakta oynuyorlardır. Çocuklardan birisinin babası işten eve dönüyordur. Çocuk bağırarak, “Yaşasın babam geliyor” deyip, babasına koşar ve “Hoş geldin babacığım!” diyerek üzerine atlar, babası da bağrına basar ve öpüşürler. Orada, babasını hiç görmemiş veya küçük yaşta, kaybetmiş ya da ayrı kalmış, babasından kopmuş bir çocuk ne yapıyordur acaba?!. Bayramlarda, doğum günlerinde komşu veya yakın akraba çocuklarının babalarıyla aralarındaki ilişkiler, çocuğa hep bir üzüntüye, tıp diliyle psikolojik travmaya yol açmaz mı? Bunlar babalarının kulak çekmelerini bile özlemezler mi? Bakınız Yüce Peygamberimiz Muhammed Aleyhisselam ne buyuruyor: (Sırf Allah rızası için yetimin başını şefkatle okşayan, elinin değdiği saçlar sayısınca sevaba kavuşur.) Şimdi bazı okuyucular, “niye hep ‘baba’ hasretinden bahsediyorsunuz, ‘anne’ hasreti olmaz mı?” diye aklından geçiriyor olabilirler. Haklısınız, o da var, hem de “baba”dan daha önemli. Çocukluk döneminde anneler, çocukların hayatlarının içinde babadan daha fazla vardır. Baba’yı vurguluyor olmamın sebebini az sonra anlatacağım. Hatta anne, çocuğu için babadan daha çok üzülür. O kadar çok üzülür ki, bıktırasıya! Bazı anneler “baba” hasreti duyan çocuğu üzülmesin diye, babasını kötüler dururlar. Vİcdansız anne Bir anne, kız çocuğu bebek istediğinde, lüzumsuz olarak görüp, “Hayır, olmaz!” der mi? Yine oğlu oyuncak araba, tüfek veya asker istediğinde, bunları lüzumsuz olarak görüp, “Hayır, olmaz!” der mi? “Yemedim yedirdim, içmedim içirdim” duygusu içindedirler. O gün olmazsa, başka bir gün çocuğunun istediğini gerçekleştirecektir. Hele parası, pulu varsa, böyle bir şey der mi? Eğer demişse, hepimizin onun için diyeceği şey nedir? “Vicdansız anne!” Peki şimdi sıkı durun: Bir kadın, kimin olduğunu bilmediği, kimliği açıklanmayan birinin spermi ile hamile kalırsa ve oğlunu veya kızını daha doğmadan, “babasız” bırakırsa, bu anneye de “vicdansız anne” denmez mi? Dış ülkelerdeki “sperm bankaları”nın varlığı; her şeyi dolarla ölçen kapitalist, her şeyi üretime göre ölçen komünist düşüncelerin bir ürünüdür. Onlar için insanın ve hayatının hiçbir değeri yoktur. Onların yaptıkları insanlık dışı uygulamaların “medeniyet” diye lanse edilmesi, yine menfaati olanların bir tezgâhıdır. Bağırarak söylüyorum: “Sperm Bankaları”, insan haklarına aykırıdır. Mağdur olanlar, hem annesine hem de sperm bankalarına tazminat davası açabilirler. İleriki günlerde göreceğiz, açılacak da... İbrahim Aydın Şahin-İSTANBUL Behçet Fakihoğlu Kaynak
  7. Bizim Engelimizi de Aşın !

    Bizim engelimizi de aşın! Sayın Devlet Bakanı Selma Aliye Kavaf ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’nın dikkatine; Ben, 40 yaşında iki çocuk annesiyim. 17 yaşındaki oğlum otistik ve Ağır Mental Rasyon Bozukluğu olup, %94 özre sahip. Mücadeleci bir anne, güçlü bir baba olmamıza rağmen, yükümüz bizi ezecek kadar ağır. Bir de ilgililerin umursamaz tavrı... Sayın Başbakan, “her özürlü çocuk annesine, çocuğuna baktığı için, bakım ücreti veriyoruz” diyor. Bu kanun çıktığında ilk müracaat edenlerdenim. Özür yüzdesi yüksek olduğu için, alabileceğimi söylediler. 2 ay prosedürlerle uğraştım. Bir sene sıra bekledim ve sonunda; “maddi gücünüz sınırın üstünde, bakıcıyı siz tutun” dediler. Nerede ise hiç bakıma ihtiyacı olmayanlar, durumu iyi olup, gelirini düşük göstererek bu ücreti alanlar var. Eğer bu ücretin adı “bakım ücreti” ise, iddia ediyorum, bakımı en zor özürlüler başında geliriz. Devlet neden giderimizi de hesap etmiyor? İnsanlar sık sık, “abla, çocuğuna gücün yetmiyor, neden bakıcı tutmuyorsun, nasılsa devletten parasını alıyorsunuz” dediklerinde, herkese tek tek izah ediyorum. Başbakanımız, lütfen bu ücretin adını değiştirsin; “yoksul engelli ailelere maddi yardım” diyebilir. Eğer değişmiyorsa, bizim günahımız ne? Neremize dokunursanız, kanayan yaramız var. Otistik olduğunu 4 yaşında öğrendik. “Tek çare eğitim” dediklerinde, o zamanlar yol parasını bulamazken, terapi ücreti verip eğitimini aksatmıyorduk ki bugünümüzü rahat geçirelim. Tam gün eğitim yaşı geldiğinde, Türkiye’de ilk olan Devlet Otistik Okulu’nun yanına taşındık. Sonra okul yönetimi tamamen değişti, otistikten pek anlamayan yöneticiler geldi. Durumu ağır olan çocuklar, psikolojilerini bozacak yıldırma baskıları sonucu, kendi istekleriyle ayrıldı, yerlerine bakımı daha kolay olan otistik çocuklar alındı. Bu istismardan en fazla zararı oğlum gördü. Kaza ile kolunu da kırmışlar. Kolu düzelse de o günden sonra psikolojisi bir türlü düzelemedi. Sürekli öfke nöbetleri geçirirken, ilkokula yeni başlayan kızım da zarar görüyor, bense strese bağlı birçok rahatszlıktan başımı kaldıramıyordum. Yıllardır iğneyle kuyu kazar gibi verdiğimiz eğitimin hiçbiri kalmamış, her şeye sıfırdan başlamak zorunda kalmıştık. Her şeye rağmen yıkılmamak, bu enkazdan yara almadan çıkabilmek için, yıllarca çırpınıp durdum. Eve bağlı kalmaması için okul ararken, çaldığım bütün kapılar yüzüme kapandı. Sokaktaki insanlar resmen eve kapatmamı, komşularım ise odaya bağlamamı söylüyor, zor olan hayatımızı daha da çekilmez hale getiriyorlardı. Yıllarca çırpınıp durdum!.. Eşime yüklenmeye başladım, haftada bir gün oğlumuza o bakıyor, bense kendimi yenilemek, şarj etmek için resim yaparak mutlu oluyordum. Çocuğumuz 12 yaşında iken psikiyatriye başvurma ihtiyacı duyduk. Nöroloji ve psikiyatri arasında mekik dokurken, Çapa Tıp Fakültesi Genetik Bölümü Başkanı Şef Doktoru beni azarlarcasına; “buna tek başına bakamazsınız, bakımevine kapatacaksınız” deyince, dünyam başına yıkılmıştı. Ağlayarak, “ben bir anneyim, nasıl böyle bir şeyi diyebilirsiniz” demiştim. Bizler inançlı insanlarız. Bu imtihan dünyasında, Allah ne verdiyse götürmek zorundayız. Bakımı ne kadar zor, zahmetli ise, sevgisinin lezzeti de o kadar büyük. “Evladımız, cennet anahtarımız” deyip, bağrımıza basıyoruz. Bizim sağlığımız altın değerinde, hasta olsak da yatma lüksüne sahip değiliz. 24 saat çocuğumuza bakmak zorundayız. Sağda, solda belediyelerin, ilgililerin afişlerini görüyorum, “engelleri birlikte aşalım” diyorlar. “Ben buradayım, hadi bizim engelimizi de aşın” diyorum, netice yok. Geldiğimiz nokta içler acısı, ülkemiz pedagoglarına soruyorum: Acaba hiç eğitim almasaydı, nasıl daha kötü olabilirdi? Biz yaşlandık, oğlumuz ise en kızgın çağında. Takıntıları o kadar tehlikeli ki, evde âdeta can pazarı yaşanmakta. Ampulleri, fişleri, prizleri, parkeleri söküyor; kapıları tekmeyle, camları kafa atıp kırıyor... Yaşlı annemi, babamı bile ziyaret edemez olduk. Eh ne yapalım. Rabbim dağına göre kar veriyor. Keşke devletimiz, biz öldükten sonra değil de, sağlığımızda yavrumuza sahip çıksa, ara sıra sırtımızdaki yükü üstümüzden indirse; dinlenerek, daha sağlıklı şekilde maratona devam edebilsek... Oturup beklemeyi değil, sebeplere yapışmayı seçtim. Fakat gördüm ki, Türkiye’de bizim gibiler, Avrupa Kültür Başkenti’nin paspasları altına süpürülmüş zavallılarından başka bir şey değilmişiz... Kadriye Koç-İSTANBUL Behçet Fakihoğlu Kaynak
  8. Yüzüne Kavuşacak

    Yüzünü bir kazada kaybeden Chrissy Steltz, manyetik protez nakliyle sağlığına kavuşacak ve maske takmadan yaşayabilecek. İSTANBUL - Dailymail gazetesinin haberine göre, ABD'li Chrissy Steltz (27), 16 yaşındayken bir arkadaşı tarafından pompalı tüfekle kaza sonucu yüzünden vuruldu. Gözleri, burnu ve sinüs bölgesi parçalanan genç kız mucize eseri hayatta kaldı. Chrissy Steltz, 7 yıl önce körler için eğitim veren bir okulda tanıştığı kendisi gibi görme engelli Geoffrey Dilgers ile evlendi. Suratında neredeyse hiç kemik kalmadığı için yüz nakli yapılamayan Chrissy Steltz, 8 ay önce bir erkek bebek dünyaya getirdi. Genç kadın, görme engelli olmayan oğlunun kendisinden korkmaması için doktorlara “Bir çözüm bulun” diye yalvardı. Doktorlar tıp tarihinde daha önce uygulanmamış bir operasyonla Chrissy Steltz’i yeni yüze kavuşturmak amacıyla kolları sıvadı. YÜZÜNE MASKE MONTE EDİLECEK Operasyonda Chrissy Steltz’in yüzündeki kırık kemiklere önce metal çiviler yerleştirilecek. İç tarafında mıknatıs olan ve dışı silikonla kaplanan bir maske genç kadının yüzüne monte edilecek. Maskenin üzerinde yapay göz çukurları ve burun bulunacak. Chrissy Steltz’in göz çukurlarına ise camdan gözler konulacak. Maske, içindeki mıknatıs sayesinde yüzün kemiklerindeki çivilere yapışacak ve düşmeyecek. Bu yaz yapılacak 20 bin dolarlık (30 bin TL) ameliyat 3 saat sürecek. ntvmsnbc ve Ajanslar Kaynak
  9. 1950'lere bir köy olan Bağcılar, bugün 724 bin 268 nüfusu ile İstanbul'un en büyük ilçesi haline geldi. Tam donanımlı bir rehabilitasayon merkeziyle yıllardır hizmet veren Bağcılar Belediyesi’nin bu çalışmalarıyla engelliler artık eve mahkum değil Marmara Üniversitesi ile işbirliği yapan belediye, ilçedeki engelli vatandaşları evlerinden alıp sinemaya, konsere, müzeye götürüyor Bağcılar Belediyesi, ilçede yaşayan engellilerin ihtiyaçlarını karşılamak için tüm imkânlarını seferber etti. Tam donanımlı bir rehabilitasyon merkezinde hizmet veren Bağcılar Belediyesi, şimdi de Marmara Üniversitesi ile işbirliği yaparak engelli vatandaşları hayata kazandırıyor. Tekerlekli sandalyeye bağlı yaşamlarını sürdüren ilk ve ortaöğretim seviyesinde eğitim gören engelli öğrenciler, artık evlerinde mahkum kalmadan İstanbul’un tarihini ve kültürünü keşfetmenin keyfini yaşıyor. Engellilerin sosyal hayata adaptasyonunu sağlamak amacıyla gerçekleştirilen proje kapsamında engelliler, hayatlarında ilk kez İstanbul’daki üniversiteleri, müzeleri, sarayları, camileri, parkları ve ormanlarını görme imkanı bulurken konserlere, tiyatrolara, sinemalara ve konferanslara da giderek, İstanbul’un kültür ve sanat yaşamını da öğreniyor. Artık eve mahkum değiller Proje ile engellilerin sosyal hayata katılımını sağlamayı amaçladıklarını söyleyen Bağcılar Belediye Başkanı Lokman Çağırıcı “Engellilerin sosyal hayata katılımı için projeler geliştiriyoruz. Bağcılar’da artık evinde mahkum engelli kalmadı” dedi. Başkan Çağırıcı, Bağcılar’da Hane Halkı Araştırması yaptıktan sonra bu araştırma sonucu ciddi engelli grubunu tespit ettiklerini ve bu nedenle engellilere yönelik çalışmalar yapmaya başladıklarını kaydetti. ENGELLERİ KALDIRAN PROJE Bağcılar Belediyesi tarafından Engelliler Rehabilitasyon Merkezi’nin kurulduğunu hatırlatan Başkan Çağırıcı “Biz engellilerle artık bir aile gibi olduk. Bağcılar’da evine mahkum engelli kardeşimiz kalmadı. Engelliler Spor Kulübümüz var. Engelli vatandaşlarımız için içinde atölyeleri, satış merkezleri, sineması ve havuzu olan, 17 bin metrekare alana sahip Engelliler Sarayı’nı inşa ediyoruz” dedi. ÇAĞIRICI’NIN EN BÜYÜK İDEALİ 29 Mart Yerel Seçimlerden sonra Bağcılar’da hayata geçirdiği projelerle adından sıkça söz ettiren Başkan Çağırıcı, engellilere yönelik sosyal projelerin dışında farklı projelere de imza attıklarını söyledi. En büyük idealinin Bağcılar’ı kültür, sanat ve kongre merkezi haline dönüştürmek olduğunu söyleyen Başkan Lokman Çağırıcı “Bağcılar’a yeni kültür merkezleri kazandırmak istiyoruz” dedi. Örnek uygulama Halk Meclisleri Halk Meclisleri ile, şeffaf ve birlikte yönetim anlayışının en güzel örneklerinden birini veriyor Bağcılar Belediyesi. 22 mahallesi olan Bağcılar’da Belediye Başkanı Lokman Çağırıcı ekibiyle her mahallede halkın sorunlarını dinliyor. Belediyenin örnek proje olarak başlattığı halk meclisleri 18 yıldır devam ediyor. Halk meclislerinde Başkan Çağırıcı, başkan yardımcıları ve birim müdürlerini de yanına alıyor. Mahalle sakinleriyle karşılıklı masalara oturan Başkan, çalışmalar hakkında bilgi verdikten sonra mikrofonu vatandaşlara bırakıyor. Söz alan vatandaşlar tek tek sorunlarını dile getiriyor. İlçedeki kamu kurumu temsilcilerinin de hazır bulunduğu toplantılarda, sorunları dinleyen Çağırıcı, ilgili başkan yardımcıları ve birim müdürlerine hemen talimat vererek sorunların çözümünü sağlıyor. Aliya’dan Yesevi’ye... Uluslararası Hoca Ahmed Yesevi Sempozyumu, Bağcılar Belediyesi tarafından düzenledi. Sempozyuma, Türkiye’den 14, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan, Çin, Pakistan, Rusya ve Makedonya’dan 13 bilim adamı katıldı. Sonuç bildirisinde ‘Yesevilik Araştırmaları Merkezi’nin kurulması istendi. Hoca Ahmet Yesevi’nin izine dünyanın her köşesinde rastlamanın mümkün olduğunu anlatan Başkan Çağırıcı, önceki yıl Aliya İzzet Begoviç Sempozyumu’nu yaptıklarını hatırlatarak “Aliya’dan Yesevi’ye, Avrasya Kültür Köprüsü kurmuş oluyoruz” diye konuştu. Üç kuşak oyuncak müzesi’nde Yaşlılar Haftası dolayısıyla dedeler ve torunları İstanbul Oyuncak Müzesi’nde bir araya getirildi. Büyükler çocukluk dönemlerine gittiklerini ifade ederken, torunlar geçmiş dönem oyuncaklarını daha çok beğendiklerini söyledi. Amaçlarının dede ve nineler ile torunları zamanda bir yolculuğa çıkarmak olduğunu söyleyen Bağcılar Belediye Başkanı Lokman Çağırıcı, benzer etkinliklere devam edeceklerini söyledi. Yurt içi ve yurt dışından toplanan oyuncakların en eskisi 1817’de Fransa’da yapılan bir oyuncak keman... Dönüşüm kültürle başlar Aylık kültür-sanat etkinlikleri, Bağcılar Belediyesi’nce düzenlemeye devam ediyor. Kültür Merkezi’nde organize edilen etkinlikler kapsamında, güncel konulara ilişkin, konunun uzmanları konferanslar verirken, sinema ve tiyatro gösterileri de gerçekleştiriliyor. Daha önce de Kültür Merkezi ve Halk Sarayı’nda benzer içerikli programlar düzenleyen Bağcılar Belediyesi, İstanbul’un 2010 Avrupa Kültür Başkenti olması dolayısıyla da kültür-sanat etkinliklerini daha da yoğunlaştırdı. Bağcılar’da en önemli önceliğin sosyal dönüşümü sağlamak olduğunu ifade eden Bağcılar Belediye Başkanı Lokman Çağırıcı, bu dönüşümün yaşanmasında sosyal ve kültürel etkinliklerin büyük katkısının olacağını söyledi. Belediye ilçede tiyatro okulu da açtı. 115 öğrencinin kabul edildiği okul bir yıl devam edecek. Değişik yaş gruplarından 600 kişinin müracaat ettiği tiyatro okulu için yapılan sınavla 115 kişi eğitim almaya hak kazandı. ÇEVRE ÖDÜLLERİ DE BAĞCILAR BELEDİYESİ’NE Geri dönüşüm projelerini etkin olarak uygulayan Bağcılar Belediyesi, toplumsal bilincin artırılmasına yönelik de çalışmalar yürütüyor... Başkan Lokman Çağırıcı lisanslı firmalarla yaptığı protokollerle geri dönüşüm projelerini bir bir hayata geçiriyor. ‘Ambalaj Atıklarının Geri Dönüşümü’, ‘Bitkisel Atık Yağların Geri Dönüşümü’ ve ‘Katı Atıkların Geri Dönüşümü’ projeleri ayrı ayrı uygulanıyor. En son ‘Elektronik Atıkların Geri Dönüşümü’ için Exitcom firması ile protokol imzalandı. Bağcılar Belediyesi ekipleri tarafından 2009’da 2 bin 977 ton ambalaj atığı ile 12 bin kilogram atık pil toplandı. Aynı yıl yemek üretimi yapan işyerlerinden de 55 bin litre bitkisel atık yağ geri dönüşümle ekonomiye kazandırıldı. Yine 2009 yılı içerisinde ilçede faaliyet gösteren lastik tamir ve satış alanlarındaki lastikler alınarak lisanslı geri dönüşüm firmalarına teslim edildi. Bağcılar Belediyesi geri dönüşüm faaliyetlerinin yanı sıra toplumdaki bilinçlenmeyi artırmaya yönelik de çok sayıda faaliyet gerçekleştiriyor. Nostalji bahçeleri renk katıyor Betona teslim olana kadar bahçeleriyle tanınan ilçe, Nostalji Bahçeleri’yle eskiyi yeniden yaşamaya çalışıyor Üzüm bağının kurulmasıyla örnek bir proje olarak başlatılan Nostalji Bahçeleri’ne kiraz ve kayısı bahçeleriyle devam edildi. 3 bin 220 metrekare alana 88 kayısı ağacı dikildi. Belediye Başkanı Çağırıcı hedefin ilçede her mahalleye bir Nostalji Bahçesi kurmak olduğunu söylüyor. Bahçeler, Marmara Belediyeler Birliği’nin ‘Örnek Belediyecilik Projeleri’ yarışmasında ödüle layık görüldü. ‘Çevre ve Altyapı Projeleri’ kategorisinde Nostalji Bahçeleri ödüle layık görüldü. Veren el ile alan el buluşuyor Veren Ellerle Alan Ellerin Buluşma Noktası’ sloganıyla Bağcılar Belediyesi’nin oluşturduğu bu proje kapsamında hayırsever vatandaşlar imkanları ölçüsünde yardımlarda bulunuyor. Yapılan bu yardımlar, Bağcılar Belediyesi’nin hane halkı araştırmasına göre tespit ettiği ihtiyaç sahiplerine ulaştırılıyor. “Veren elle alan el” buluşması ise Güneşli Meydanı’nda oluşturulan Hayır Çarşısı’nda sağlanıyor. Stadyum projesi yolda Yapılacak yeni projelerle Bağcılar şantiyeye dönüşecek. Planlanan yeni yatırımlardan bazıları şöyle: Yıldıztepe Gençlik Merkezi, Fevzi Çakmak 5 bin kişilik stadyum ve spor kompleksi, Ebubekir Bölge Parkı Projesi, Yenimahalle Gençlik Merkezi, Avrupa Birliği Projeleri, Her Mahalleye Bir Örnek Sokak Projesi ve Yenimahalle Katlı Otoparkı ve Pazar Yeri... İstanbul’un en büyük ilçesi 1950’lere kadar bağ ve bahçelerden oluşan bir köy olan Bağcılar, bugün 724 bin 268 nüfusu ile İstanbul’un en büyük ilçesi haline geldi 1992’de Bakırköy’den ayrılarak ilçe olan Bağcılar, bu yıldan itibaren hızla büyüdü. Anadolu’dan aldığı göçlerle İstanbul’un en büyük nüfuslu ilçesi haline geldi. İlçede son beş yılda yaşanan değişim ise adeta başdöndürdü. İşte o değişim: Eğitim Hizmetleri - İlçede yapılan bütün okullara arsa temin edildi. - Okuma-Yazma Bilmeyen Kalmasın projesi kapsamında 20 bin kişi okuma yazma öğrendi. - Yeni okulların yapımı için protokol imzalandı. - Bütün okulların boyası, tamiratı ve tadilatları yapıldı. - Okulların kütüphaneleri kitapla donatıldı. - Her yıl binlerce öğrenciye eğitim yardımı yapıldı. Sağlık Hizmetleri - İlçe genelinde ilaç yardımı. - Sağlık taramaları. - Diyaliz hastalarına servis hizmeti. - Öğrencilere sağlık ve hijyen eğitimi. - Genel Hijyen eğitimi. - Her mahalleye bir ‘Sağlık Ocağı Projesi’ gibi çalışmalar başarıyla uygulandı. Altyapı Hizmetleri - Yağmursuyu kanallarıyla su baskınları önlendi. - İlçenin düzenini ve güzelliğini kalıcı hale getirmek için asfalt ve kaldırım çalışmalarına hız verildi. - Kavşaklar ve yeni yollar açıldı. - Araç trafiğine kapalı yürüyüş ve alışveriş mekanları oluşturuldu. Sayılarla Bağcılar Yüzölçümü 22 km2 Nüfusu (2009 Nüfus Sayımına Göre) 724 268 Sokak Sayısı 2.732 Cadde Sayısı 100 Mahalle Konağı 22 Kütüphane 23 İlköğretim 56 Lise ve dengi okul 19 Meslek Lisesi 6 Sağlık Ocağı 23 Bağcılar halkı metroyu sabırsızlıkla bekliyor İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından gerçekleştirilen metro çalışmaları 2010 yılı sonunda tamamlanacak. Yapımı hızla devam eden metro çalışmaları tamamlandığında metro, Bağcılar Merkez Mahallesi’nden geçerek Kirazlı Mahallesi, Halk Sarayı ve oradan da İSTOÇ’a ulaşacak. Buradan itibaren 2 ayrı yol izleyecek olan metro hattının birincisi Başakşehir Konutları’na, diğeri de Olimpiyat Stadı’na uzanacak. Metro en çok İlçede yaşayan vatandaşların hayatını kolaylaştıracak. En önemli sorun trafik Zöhre Çoban (43): Bağcılar eskisi gibi değil. Her şey çok değişti. Şimdi harıl harıl çalışmalar var metro için. Bağcılar’ın en önemli sorunlarından biri trafik biliyorsunuz. Metro gelince bu sorun ortadan kalkmış olacak. Bağcılar çok gelişti Salih Sarukulak (58): 20 sene önce metronun Bağcılar’a geleceğini söyleselerdi inanmazdım. Ama şimdi Bağcılar o kadar geliştiki ben bile tanıyamıyorum. Belediye Başkanımız Bağcılar’ı yaşanabilir bir ilçe haline getirdi. Ulaşım sorunu azalacak Sabiha Kaya (34): Metronun gelmesini çok istiyoruz Ben 5 senedir Bağcılar’da oturuyorum. Trafik o kadar çok yoğun oluyorki Kirazlı’da oturan ablama bile gidemiyorum. İnşallah bu metro ile Bağcılar’ın ulaşım sorunu azalır. . Belediye çalışıyor Aslı Yılmaz (52): Bağcılar’da çok güzel işler yapılıyor. Bu metro da bunlardan bir tanesi. Belediye Başkanımız, metrodan sonra ilçeye büyük bir meydan yapılacağını söyledi. Bağcılar’da yaşamaktan çok mutluyum. Kaynak
  10. Thy Kuyruğunda Kavga

    THY kuyruğunda kavga Bizler duygusal insanlarız. Batılı bir gözlemci bunu söylese belki hoşumuza gitmez. Ama biz bizeyken kendi aramızda yazıp çizer konuşabiliriz rahatlıkla. Duygusalız, hem de nasıl. Çabuk sinirlenir, kolay kavga ederiz. Sesimizi yükseltmemiz an meselesidir. Buraya kadar saydığım özellikler "Akdenizlilik" diye açıklanabilir belki. Ama bir özelliğimiz daha var öteki Akdeniz ülkelerinde olmayan: Birbirimize "medeniyet dersi" vermeyi sevmemiz. Birbirimizi "medeni olanlar" ve "medeni olmayanlar" diye ikiye ayırmamız. Aşağıdaki sahne yurtdışında bir havaalanında bir THY uçuşu öncesi sıra beklerken aynen yaşanmıştır. Hangi ülkenin havaalanı olduğunu bilerek yazmıyorum. Hem bu ayrıntı yazıyı etkilemeyeceği için hem de orada bulunan 3-5 THY yetkilisini müşkil durumda bırakmamak için. Üç adet kontuar var THY'ye tahsis edilmiş. Üçünün de önünde uzun, upuzun kuyruklar. Türkiye'yi görmeye giden turistler, Avrupa'da yaşayan çifte vatandaşlık sahibi göçmenler, seyahat için gitmiş, şimdi eve dönen İstanbullular, çoluk çocuk... hayli kozmopolit bir kalabalık bu. Biz buraya vardığımızda her üç kuyruk da kilitlenmiş, kıpırdamıyor. Ve her üç kuyruğun da en ön tarafında, tesadüfen, bir kadın duruyor. Şehirli, eğitimli, orta yaşlı kadınlar bunlar. Birisi THY yetkilisiyle kavga ediyor, diğer ikisi de birbirleriyle. Kavga dediysem, sanmayın ki abartılı bir kelime. Çatır çatır kavga ediyorlar. Öyle ki kimileri araya girmiş, kimse birbirine vurmasın diye. Hakaretlerin, azarların bini bir para. Kuyruğun arka taraflarında bekleyen bizler kavga izleyen seyircilere dönüşüyoruz aniden. Sorduğumuzda bunca hengamenin sebebinin basit bir karışıklık olduğunu öğreniyoruz. 'Business Class' için ayrı kontuar açılmamış, business yolcuları diğerlerin önüne geçmeye kalkınca tartışma çıkmış. O, ona bağırmış, bu buna derken, orman yangını gibi yayılmış tartışma. Benim dikkatimi çeken işin bundan sonraki kısmı. 'Business Class' uçan bayan yolcu, ötekinin önüne geçmenin tabii hakkı olduğunu söyledikten sonra şöyle bağırıyor: "Sen kiminle tartıştığını biliyor musun? Siz medeniyet görmemişsiniz." Beriki cevaplıyor: "Medeniyet parayla olmaz hanfendi. Esas siz medeniyet görmemişsiniz." Bu arada kuyruğun ta arkasında, benim yakınımda duran türbanlı bir yolcu aynen şunu söylüyor kocasına: "İyi ki biz değilmişiz ön tarafta bekleyen. Biz olsak diyecek ki türbanlılar medeniyet bilmiyor." Bu esnada, önlerde kenarda duran bir 3. bayan da THY görevlisini azarlıyor: "Sizin yüzünüzden oluyor bütün bunlar. Rezil olduk kuyrukta bekleyen Avrupalılara. Sonra da diyoruz ki turist gelsin, turist gelir mi böyle kavga eden ülkeye!" THY yetkilisi de ona cevap yetiştiriyor: "Sizler vatandaş olarak kuyrukta beklemeyi bilmiyorsanız THY ne yapsın kardeşim?" Tüm bunları gülümseyerek, adeta keyifle izleyen birkaç üniversite öğrencisi var kuyrukta. Siyah T-şörtler giymişler, kulaklarında küpeler. Delikanlılardan biri gülerek dönüyor ötekilere: "Batılılar da zannediyor ki Türk kadınları eziliyor. Gelsin de görsünler, kavgaları hep onlar çıkarıyor halbuki." Dondursak, dondurabilsek şu sahneyi. Tüm aktörleriyle, replikleriyle başa sarıp tekrar tekrar izleyebilsek keşke. Milletçe birbirimize karşı önyargılarımızı, en hassas noktalarımızı görmek için bir THY kuyruğunda bekleyip, benzer bir kavgaya tanık olun yeter. Kadınlarımız, erkeklerimiz, en duygusal, en kırılgan hallerimiz, kimlik çatışmalarımız, her türlü yanlış anlamalarımız, "Avrupa" ile bitmeyen tartışmalarımız, kendi kendimizle hesaplaşmalarımız... hepsinin ipuçlarını bulacaksınız orada. Elif Şafak Kaynak
  11. <embed src='http://video.mynet.com/sserkan_16/Bu-pilotun-kollari-yok-ama-ucak-kullaniyor/346907.swf' type='application/x-shockwave-flash' wmode='transparent' allowfullscreen='true'width='650' height='650'></embed>
  12. 16 Bin Engellinin Gözü Milli Eğitim'de

    Bürokrasinin azizliğinden şikâyet edenler yine sıkıntılarından dertli... Bu kez de özürlülerin canı, Milli Eğitim Bakanlığı'nın (MEB) çarpık uygulamasından yanmış... Nasıl mı? Anlatayım. Devlet yıllardır boş tuttuğu özürlü kadroları için düğmeye bastı. Geç de kalınsa bu güzel uygulamadan ötürü hükümeti tebrik ediyoruz. Kurumların özürlü eleman alırken aradığı şartlara bakınca iki gizli tehlike olduğunu gördüm. Birincisi sınav ücreti. İkincisi ise özürlülere verilen raporlardaki oranların budanması... Kontenjan açığında başı çeken MEB, 16 bin 256 özürlüyü aşa-işe kavuşturmak için start verdi. Ancak MEB'in sınava girecek kişilerden 110 lira ücret isteyen açıklamasını görünce "Meğer engelliler zenginmiş de haberimiz yokmuş" dedim. Para yok, sınav yok Şimdi "İşe girmek için 110 lira nedir ki" diyebilirsiniz. Doğru. Bu çok bir para değil. Ama işsiz, güçsüz, muhtaçlık sınırının altında geliri olduğu için devletten yaklaşık 180 lira özürlü maaşı alanlar için büyük para! Durum bu kadar açıkken MEB'in özürlüden 110 lira sınav ücreti talep etmesinin Türkçesi şu: "Aslında ben sizleri işe alma taraftarı değilim. Anayasa, özürlü yasası ve uluslararası anlaşmalar gereği sınav açıyorum. Ve önünüze 110 liralık yüksek bir baraj koyuyorum." Hadi borç harçla bu engel aşıldı. Peki işe girmek için alınacak "Özürlü Sağlık Kurulu"rapor oranlarının düşüklüğü nasıl aşılacak. Devlet, kapısında işe girecek özürlüden, yüzde 40 ve üzerinde vücut fonksiyon kaybını belgelemesini istiyor. Zaten yeni rapor alacak engellinin yüzde 40'lık oranı tutturması mümkün değil. Bu şartlar altındaki özürlü birinin işe kavuşması şöyle dursun, sınava girmesi bile zor. Kısaca engelliye "Kırk katır mı, kırk satır mı" deniliyor. Başvuru süresi dolmak üzere... Özürlülerin istihdamı konusunda yıllardır biriken sorunların çözümü için, zaten konuya çok hassas olan Sayın Başbakanımızdan acilen bir adım bekliyoruz. Özürlü açığı bulunan kurumlar Cemalettin Gürsoy Kaynak
  13. Trafik kazası nedeniyle felç olan Canan ve annesi Nurişah azmin ve mücadelenin en güzel örneğini verdi. Dirsekleriyle bilgisayar kullanan Canan aranan bir çevirmen, Nurişah'ın ilk romanı listelerde ilk sıralarda. Onlar yaşamlarıyla üzüntü ve çaresizliklerin bile nasıl olumlu sonuçlar verebileceğini ispatladılar. Adı, Nurişah Kim... İzmir Kız Lisesi'nden arkadaşım. Birlikte okuduğumuz yıllardan sonra, yollarımızın ayrıldığını sandığım arkadaşım... Çeşitli yaşanmışlıklardan sonra, yıllardan sonra, 1986'da İzmir'e döndüğümde karşılaştığım bir sınıf arkadaşım sık sık bir araya geldiklerini, istersem benim de katılabileceğimi söylediğinde, Nurişah ile yeniden bir araya geldik. Evlenmişti... Her zaman renkli, farklı bir kişiliği olan arkadaşımız, yine farklı bir şey yapmış, İzmir'de yaşayan bir Koreli ile evlenmişti... Eşinin sünneti, düğünleri hep basının ilgisini çekmiş, eşinden öğrendiği bir de mesleği olmuştu. Türkiye'nin ilk kadın civciv seksologu... Artık kardeşlerine de öğrettiği görevi, yeni doğmuş civcivleri tavuk mu horoz mu olacaklarına bakıp cinsiyetlerine göre ayırmak olduğundan, arkadaşım Türkiye'yi dolaşıyor, o arada büyümekte olan iki kızıyla mutlu mesut yaşıyordu. Taaa ki 1993 Eylül'üne kadar... O yıl büyük kızı Canan Kim'in Çeşme'de geçirdiği bir trafik kazasıyla hayatları altüst olmuştu. Sevgili Canan'ın boynu kırılmış, omuriliği zedelenmiş, vücudunun göğüs hizasından aşağısını hissedemez olmuştu. Hastanede yattıkları 6. 5 ay sonunda, önceki evlerinin koşulları uymadığı için başka bir eve taşınmışlardı. Kızı hastane odasında "Anne ,çok mu kötüyüm? Sen iyi görünmüyorsun" dediğinde, tüm ailesi ve arkadaşlarıyla durumu kabullenip hayatın getirdiklerini yaşayacaklarını kararlaştırmış, isyan etmek yerine koşulları iyileştirmenin yollarını aramaya başlamışlardı. Dünyalar güzeli, neşeli, hareketli ve akıllı Canan, halkoyunları ekibinde oynuyor, yabancı diller yüksekokulunda okuyordu. Geçirdiği trafik kazasından sonra ilk yıl öğrenciliğini dondurmuş, ertesi yıl okuluna asansör yaptırılarak tekerlekli sandalye ile derslerini daha rahat izleyebilmesi sağlanmıştı. Hayat Canan'a göre planlanıyor, tüm düzenlemeler ona göre yapılıyordu. Canan, bu koşullarda 1997'de üniversiteden mezun oldu. Her gün eve gelen fizyoterapist, tıptaki her türlü gelişmeyi umutla uygulatmak, kök hücre nakli için Kore'ye gidiş gelişler, göğüs altından bir santim daha altını hissettiğinde yaşanan mutluluklar.... Durumu kabullenip "Bundan sonra ne yapabilirim?" arayışına girdiğinde elleri ve parmaklarını hareket ettiremese de dirsekleri ile bilgisayar kullanabildiğini keşfetmesi, Canan'ın dünyasını değiştirdi. Mesleği olan turizmciliği yapamayacaksa da yabancı dil bilgisini kullanabilir, çevirmenlik yapabilirdi. Aradığı yayınevlerinden biri onu kabul etti, çevirileri çok beğenilir olmuştu. Daha sonra Altın Kitaplar Yayınevi ile anlaşmış, 2007'den bu yana başta Stephan King olmak üzere birçok kitabın çevirisini üstlenmişti. Televizyon haberlerinde Ali Kırca'nın konuğu olduğunda, azmin, mücadelenin en güzel örneği olarak, başka engellilere umut ışığı olmuştu. Engelli olmanın hayattan kopmak anlamına gelmediğini, hayata dahil olarak, meslek sahibi bir kadın olarak dünyaya meydan okunabileceğini göstermişti. Aradan geçen 17 yıl boyunca kızını hiç yalnız bırakmayan, onun hayatını kolaylaştırmak için elinden gelenin fazlasını yapan ama bu arada kendine vakit ayırmayı da becerebilen, güzelliğinden, bakımından taviz vermeyen, sivil toplum kuruluşlarında çalışmayı sürdüren Nurişah Kim, bir yandan da evde geçirdiği vakitleri farklı konularda yazarak değerlendirdi. Yazdıkları beğenildikçe teşvik gördü, yüreklendirildi, daha sonra anne ve babasının ısrarlı baskısından kurtulmak için anne ve babasının yaşam öykülerini yazmaya başladı. Aylar, yıllar süren bir çabanın sonunda, romanını bitirdi. Kitabına, "Rumeli'den Anadolu'ya Bir Göçmen Kızı" adını verdi. Tam da "Benim kitabımı kim yayınlar ki?" diye düşünürken, Altın Kitaplar Yayınevi'nden olumlu yanıt geldi. Sonra her şey hızla gelişti. Kitabı yayınlandı, liste başı oldu, yetmedi, Dan Brown ile Altın Kitaplar'ın ellinci yıl kokteylinde bir araya geldi. Nurişah Kim, yaşamıyla olumsuzlukların, üzüntülerin, çaresizliğin , yaşanan sıkıntıların bile nasıl olumlu sonuçlar verebileceğini ispatladı. TÜYAP Kitap Fuarı'nda okurlarına kitabını imzalarken, farklı duygular içinde mutluluktan havalara uçuyordu. Bu özel kadın, geçtiğimiz hafta Konak Kadın Meclisi'nin konuğu oldu. Söyleşi öncesinde kitaplarını imzaladı. Türkan Saylan Kültür Merkezi Benal Nevzat Salonu'nu dolduran izleyicilere arkadaşımı sunarken, gözyaşlarıma engel olamadım. Arkadaşımın yaşam öyküsünü ve felsefesini anlattığı konuşması sırasında da salonda duygusal anlar yaşandı. Her anne çok özel... Her anne çocuğu için her türlü fedakarlığı yapmaya hazır... Her anne dünyanın en güzeli, en akıllısı, en eşi benzeri olmayanı... Ama her anne Nurişah Kim değil... Seni seviyorum arkadaşım... Latife Şencan, sosyolog Kaynak
  14. Engelliler Engelsizlere Yardım Ediyor

    Seneler önce de yazmıştık. Almanya’da bir program var. Adı: ‘Engelliler engelsizlere yardım ediyor.’ Nedir bu program? Hayatın zorlukları Çeşitli engelli okullarından öğrenciler, engelsiz öğrencilerin devam ettiği bir okula, 1 hafta veya 15 gün süre ile misafir oluyor. Birlikte derslere girip, teneffüslerde birlikte oynuyorlar. Yemeklerini beraber yiyip, derslere birlikte giriyorlar. Ve daha sonra tekrar kendi okullarına dönüyorlar. Yapılan araştırmalarda bu tip ziyaretlerden sonra engelsiz öğrencilere öğretmenleri neler hissettiklerini, engelli arkadaşlarıyla birlikte nasıl günler geçirdiklerini soruyor. Cevaplar Öğrencilerin tamamına yakınının verdikleri cevaplardan en önemlisi şu: “Öğretmenim, biz engelli arkadaşlarımızla birlikte geçirdiğimiz bu haftadan sonra hayatın zorlukları karşısında pes etmemeyi öğrendik ve anladık ki FARKLI OLMAK NORMALDİR.” Ülkemizde durum Ülkemizde ise sorun genellikle çocuklarımızın anne ve babalarından başlıyor. Özellikle Anadolu’ya gidildiğinde engelli çocuklarımızın anne-babaları, sanki onların yaşama hakkı yokmuş gibi, sanki onlar bu ülkenin vatandaşı değilmiş gibi davranıyor, çocuklar evlerde, bazen ahırlarda ve çoğunlukla da bağlanarak yaşamlarını devam ettirmek zorunda kalıyor. Engelsiz çocuklarımızın anne-babaları ise, çocuklarının asla engelli çocuklarla bir arada olmasını istemiyor. Sanki onlarda bulaşıcı bir hastalık varmış gibi. Burada da görev herhalde Milli Eğitim Bakanlığımıza düşüyor. Yukarıda bahsettiğimiz programın bir benzerinin pilot olarak uygulanması, ülkemizde engelliler konusundaki sorunların ve önyargıların aşılmasına gelecekte büyük destek olacaktır. THY’den ses yok Bir süre önce Türk Hava Yolları’nın Halkla İlişkiler Müdür Vekili S. Ekrem Şirin’in, Hentbol Federasyonu Başkanı’na gönderdiği “İlgi yazınız Türk Hava Yolları tarafından ‘SEVİYESİZ’ bulunduğundan cevap verilmeye değer bulunmamıştır” şeklindeki mektubunu sizlerle paylaşmıştık. Ve milli havayollarımızın adına, ülkemizde yaşayan birinin yazdığı mektuba “SEVİYESİZ” diyen bu şahıs hakkında ne işlem yapıldığını sorduk. Bugüne kadar Türk Hava Yolları’ndan bir cevap çıkmadı. Yavuz Kocaömer Kaynak
  15. İyi Kalmak, İyi Olmaktan Zordur....

    Herkes kendi hikayesini yaşar tüm şehirlerde… Aslında bu kalabalıkta birazda kendi yalnızlığında kürek çeker o büyük sırra doğru… Ve bu hayat yolculuğunun bilmem kaçıncı durağında şöyle bir durup düşününce hep olmayı istediğimiz şu “iyi insan olmak” kavramına takıldım… İyi insan olmak? Doğru, dürüst, samimi, içten ve güler yüzlü olmak… Mutlu ve umutlu olmak… Huzurlu ve sağlıklı olmak… Karşılık beklemeden, sonuç istemeden, zarar vermeden yaşamaya çalışmak…Neşeli, coşkulu, sadece kendi iyiliğini değil herkesin iyiliğini düşünerek çabalamak… Kimseyi ırk, dil, din, milliyet ayrımı yapmadan sadece toplumsal sıfatlarına değil insanlığına değer vermeye çalışmak… Yani onun toplumdaki sonradan edindiği o pek alingirli(!) sıfatlarına değil insanlığına saygı duymak. Ve iyi insan olmak için bütün bunların yanında aynı zamanda… Meraklı olmak… Çalışkan olmak.. Sabırlı olmak gerek… Dayanıklı olmak gerek… Bu arada kabul ediyorum hayat yolculuğunda anlamlı bir yaşam için sadece iyi insan olmak yetmez.. İşinizde de iyi olmak gerek… Yani iyi esnaf, iyi işçi, iyi öğretmen, iyi memur… Sonra iyi baba, iyi anne, iyi eş olmak ta gerek… Sonra iyi bakmak, görmek, bilmek ve iyi sevmek… Ne çok şey varmış iyi olmamız gereken… Peki iyi olmak yetiyor mu? Valla ister kabul edin ister etmeyin bence yetmez, iyi kalmak da gerek. Yani sadece bir zamanda olmak yetmez, her zaman iyi olmak ve her zaman doğru, dürüst ve samimi olmak vs...gerek. Eğer bugün de iyi değilseniz, geçmişteki iyilikleriniz bir işe yaramaz ve kaybetmeye başlarsınız. İyi kalabilmenizi sağlayacak en önemli unsurlardan birisi ise kabul görmektir. Çevrenizde kabul görüyorsanız yani bu iyilikleriniz görülüyor, anlaşılıyor, takdir ediliyor ve destekleniyorsa o zaman sizde kendi iyiliğinizden keyif almaya başlar yeni iyilikler edinirsiniz ve iyi kalmak için de çabalarsınız. Ve ben bu çabalamada hepimize başarılar dilerim… Sarp KAYA Kaynak Kişisel Başarı
  16. Bir Porsiyon İlgi Lütfen !

    Bir anekdotla başlayalım: Peyzaj mimarlarından Mevlüt BAYSAL gittiği lokantada bir saat beklemek zorunda kalmış. Nihayet bir garson gelip sormuş: “Ne isterdiniz?” Mevlüt BAYSAL kibarca cevap vermiş: “Bir porsiyon ilgi lütfen!” Sihirli kelime İLGİ! Hırlının hırsızın, katilin caninin, kapanın kaçanın, balicinin tinercinin, yaramazın afacanın, delinin psikopatın hepsinin ortak paydasında eksik olan şey: “İLGİ…” İlgi eksikliği onları birer canavar haline getirmiş ve toplumun huzuruna da dinamit koymuştur. Başka açıklaması yok bu işin! Öğretmen öğrencisine ilgi göstermez, anne kızına, baba oğluna… Komşu komşusuna, patron işçisine, şoför muavinine… Komutan askerine, üst astına, kral maiyetine… Korucu köylüsüne, üniformalı hemşerisine, zengin ülkesine… Herkes birilerine hava basmak peşinde ömrünü ve sahip olduğunu zayi eder gider. Asıl zayi kaybedilen bir insandır ve o insanın bir tahribatı onlarca insana mal olur. Bu şuna benzer; “BİR AĞAÇTAN BİR MİLYON KİBRİT ÇIKAR, BİR KİBRİT BİR MİLYON AĞACI YAKAR...” Maddi karşılığı yok bunun, bir anlam da ifade etmeyebilir size… Ama biraz ilgi, biraz gururun okşanması, biraz taltif, biraz baş tacı, biraz sokak ağzı ile ara gazı iyi gelir hani! Cebimizden bir şey de çıkmaz, değil mi? İlgide cimriyiz, sevgide pintiyiz, cömertlikte nekesiz, gülümsemede eli sıkıyız. Ne pis bir toplum olmuşuz da haberimiz yok! Hoşsohbette akrep var sanki dilimizde! Öyle değil mi? Oysa gürül gürül çağlamalıyız gönülden, sarmalıyız her bir insanı… Tutmalıyız ellerinden… Kapsama alanı dışında bırakmamalıyız yüreğimizin hiçbir kimseyi. Bu Romandır diye kovmamalıyız insanları, bu Doğuludur diye kırro gözüyle bakmamalıyız hiçbir kimseye… Bu Adanalıdır diye toptan Fellah edip hepsini heba etmemeliyiz. Bu falancadır öğleden sonra kafası çalışmaz dememeliyiz… Bu şudur şu budur diye insanları etiketleyip salmamalıyız ortaya… Ne olursa olsun terslediğimiz, dışladığımız kişiler yine döner yüzünü bizlere… Kendi canavarını yaratan bir toplum sonra kalkıp da neden böyle oldu dememelidir. Besliyoruz her gün öfkemizi… Nefretimizi suluyoruz her gün… Gübresini eksik etmiyoruz kibrin. Büyüdükçe büyüyor içimizdeki zehirli, dikenli bitki… Oysa sevgiyi tohum alıp, besleyip büyütsek ne olur? İnsan isterse bulunduğu mekânı cennete çevirebilir. İnsan isterse bulunduğu mekânı cehenneme… Markete giriyorsun, bir makam işareti varsa üzerinde ona göre buyur ediliyorsunuz. Yoksa kimsenin umurunda değilsiniz. Oysa her gelen ister Kıpti olsun, ister Zenci olsun, ister nadan olsun, ister arif olsun… O kapı herkese eşit açık olmalı, o ses herkese aynı hoş geldin demeli, o dudak herkese eşit gülümsemelidir. Oysa o markete giren herkes saygıyı, ilgiyi ve gülümsemeyi baştan hak ederek giriyor. Esirgemeyin lütfen bunları! Zararınız yok kârınız ortada! Bir porsiyon ilginin sizden götürüsü ne? Bir porsiyon gülümsemenin size ederi kaç? Bir porsiyon hoş geldinin nefesinize zararı ne kadar? Eğer üniformalı iseniz kıymeti harbiyeniz ona göre daha fazla olur. İltifatlar havada uçuşur ve her türlü berbat esprilerinize yüzde yüz gülünür. Garantisi vardır, deneyin hele! Normal bir memur hali ile uğrayın: “Bir memur uğramış diyeler Kırk gün sonra duyalar Soğuk su ile yuyalar Şöyle garip bencileyin” ki vay baboooo! Yunusça söyledik daha ne söyleyelim? Bir porsiyon sıcak merhabanın o insanda yaratacağı etki, gün boyunca kaç insanı olumlu etkileyecektir, düşündünüz mü hiç? İnsanların karnı kadar midesi kadar ruhu da açtır. Bu açlığın ilacı güzel sözlerdir, güven verici davranışlardır, gönül okşayıcı hareketlerdir. Eğer bunlar noksan olursa ve hiçbir kimse tarafından da ortaya konmazsa işte o zaman bu açlığın şiddeti ile orantılı olarak toplumda psikopatlar, katiller, caniler, eşkıyalar yaratılır. Sonra da kalkıp “ Bu memleket neden bu hale geldi?” diye bağırırız. Cevabı gayet basit: Sevgisizlik bu canavarları yarattı, ilgisizlik ise bu canavarlığın ekmeğine yağ sürdü. Bir çocuğun saçını okşamazsanız, bir gencin fikirlerini dinlemezseniz, bir evladın kendi başına hareket etmesini sağlamazsanız, bir delikanlının fiyakasını uluorta bozup onu rencide ederseniz, düşenin elinden tutmazsanız, sövülene bir sövgüde siz yollarsanız, dövülene bir tekmede siz vurursanız, aksanıyla dalga geçerseniz, inancı ile oynarsanız, rengi ile hor görürseniz tabi ki yaşadığınız yeri cinnethaneye çevirirsiniz. Apoleti bırak göze bak, fani makamı bırak ebedi makama bak, parayı unut kalbe bak, kolayı bırak zora bak… Hepside sahiplenme, adam yerine konma, güvenme ile ilgilidir. Toplum o kadar kopmuş ki kendi değerlerinden tutabilene aşk olsun; tekeri patlamış kamyon gibi maşallah. İlgisizlik diz boyu… Sevgisizlik boğazımıza kadar sarmış bizi… En ilgisiz toplumuz desem mübalağa yapmış sayılmam. Kimse kimseye ilgi göstermiyor. Kimse kimseyi umursamıyor. Kimse kimseyi takmıyor amiyane tabirle, hoş görün lütfen. Kimse kimseyi adam yerine koymuyor. Tabağımızda öfke var, hırs var, yalakalık var, adamsendecilik var, bananecilik var, kin var, haset var, dedikodu var… Yemekteyiz Programı mübarek; ne kadar olumsuzluk varsa hepsi masada… Hasıraltı da edemezsiniz, halının altına da saklayamazsınız her şeyi… Karşımızdaki de kan ve ruhtan ibaret… Et ve kemikten müteşekkil… Ve aynı pederden gelmeyiz; Hazreti Âdem’ den! O zaman neyi esirgiyoruz birbirimizden? Neyi paylaşamıyoruz? Neyin hesabını yapamıyoruz? Sadece ilgi, biraz da gülümseme, azıcık da iltifat. Gerisi gelir çorap söküğü gibi… Deneyin bir, hemen şimdi! Gürhan Gürses Kaynak Kişisel Başarı
  17. ‘Dışarı’ Korkusu

    ‘Dışarı’ korkusu ÇOCUKLUĞUMUN bir kısmı İspanya’da geçti. 1970’lerin Ankara’sından sonra Madrid alabildiğine farklıydı, renkliydi. Zil, şal ve gül, şendi. Sokaklarda ne kadar çok kadının yürüdüğünü gördükçe şaşırdığımı hatırlıyorum. İspanyol kadınları ürkek değildi. Bedenlerini ve kıyafetlerini bir yük gibi taşımıyorlardı. Kamusal alan sadece erkeklere ait değildi, herkesindi. Madrid’dekinden tamamen farklı bir kamusal alan düzenlemesini seneler sonra Amman ve Şam gezisinde gördüm. Amman sokakları daha farklı bir yazı konusu ama Şam sokakları ağırlıklı olarak erkeklere aitti. Etraftaki yayalar, görevliler, sürücüler, seyyar satıcılar, ekseriya erkekti. Orada yabancı olmak, kadın olmak, farklı olmak nında dikkat çekiyor, bireyi boğan bir hal alıyordu. Bir an için iki hayali şehir düşünün. Birinin sokaklarında, meydanlarında sadece erkekler olsun. Diğerinin kamusal alanında kadınlar ve erkekler beraber ve özgürce dolaşsın. İki şehrin bireyler üzerindeki etkisi aynı değil. Ritmi, enerjisi, havası aynı değil. Kamusal alanların sadece erkeklere açık olduğu yerlerde hayat daha yekparedir. Farklılıklara daha kapalı, daha tahammülsüzdür. Dolayısıyla daha baskıcıdır. On bir yaşında gittiğim İspanya’da seneler boyu kadınların kamusal alandaki etkinliğini görmek bende derin izler bıraktı. En az bunun kadar bana hayret veren bir başka şey daha vardı: Engellilerin gündelik hayata yoğun katılımı. Madrid’de sokaklarda, mağazalarda, sinemalarda, lokantalarda ve işyerlerinde ne kadar çok engelli insanın olduğunu gördüm. Sadece iziksel engelliler değil, aynı zamanda zihinsel engelliler de dışarıda, hayatın içindeydi. “Görünmez” değillerdi. Kimse “utanmıyor”, “saklamıyor”, “yok saymıyordu”. Belki farkında değiliz ama bu kadar çok zihinsel ve fiziksel engelli insanı hayatın her aşamasında, şehrin her noktasında görmeye alışkın değil bizim gözlerimiz. Bu bizim kendi ayıbımız. Kendi kusurumuz. ngelli insanların hayata dört dörtlük katılmalarının önünde doğuştan ya da sonradan bir “mâni” varsa şayet, bizim önümüzde de daha büyük bir “zihinsel mâni” var aşmamız gereken. Türkiye’de binlerce zihinsel ve fiziksel engelli yaşıyor, kimi çocuk kimi yetişkin, tıpkı başka ülkelerde olduğu gibi. Tek farkla: Bizde “farklı” görünen insanlar o kadar kolay dışarı çıkmıyor, çıkamıyor. Fiziksel olarak farklı görünen insanlar “dışarı korkusu” yaşıyor. Onları gözlerimizle, sözlerimizle dışlıyoruz. Biz engelli insanlarımızı eve kapatıyoruz. Bu kültürel ve toplumsal duvarı delebilenler ise çoğu zaman dışarıda pes ediyor. Çünkü şehir hayatı onları düşünerek planlanmamış. Hayrünnisa Gül’ün himayesinde başlatılan “Eğitim Her Engeli Aşar” kampanyasını bu açıdan çarpıcı, önemli buluyorum. Özel sınıfların kurulması, yeni okulların açılması ve en önemlisi, daha fazla engelli çocuğun kendilerini geliştirebilmeleri için bu kıymetli bir adım. Basına yansıyan konuşmasında Hayrünnisa Hanım, “Çocuklarınıza güvenin” diye seslendi anne babalara. “Hayata dört elle sarılmaları için onları teşvik edin.” Ve onları dört duvar arasında tutarak iyilik etmediğimizin altını çizdi. Bu sözlerin, engelli çocuklarını dışarıya çıkarmaya alışkın olmayan bir toplumda etkisi büyük. Ne kadar çok sayıda birbirinden farklı insan, eşit ve özgür şartlar altında, ezilmeden ve horlanmadan, aynı sokakları, aynı mekânları kullanmayı başarırsa, demokrasi kültürümüz de o kadar pekişir. Demokrasi masa başında ya da kürsüde değil, hayatın içinde test edilir. Bir insanın ne kadar hoşgörülü olduğu lafla değil, ündelik hayatın içinde belli olur. Daha renkli, daha çoğulcu, daha eşitlikçi ve daha oşgörülü bir kamusal alandır ihtiyacımız olan. Hepimizin. Elif Şafak Kaynak
  18. Kimseye Yarın Sözü Verilemez.....

    KİMSEYE YARIN SÖZÜ VERİLEMEZ.... Diyordu filminde Clint Eastwood..... Kimseye yarın sözü verilmez; hatta kendimize bile ; kendimize bile yarın için ne bir vaat ne bir söz verebiliriz….. Sean Connery ‘nin başka bir filmde dediği gibi ‘Sadece güneşin yarını olabilir’…… Peki o zaman nasıl yaşamalı ki; her dem anı düşünerek mi; yarın için hiç emek vermeyerek mi? Dengesi nedir ki bunun? Hep yarını düşünüp; bugünü geçiştirerek mi? Yoksa yarını hiç düşünmeyip sadece anı mı geçirsek ? Ama o zaman yarın gelince ne yaparız ki ; hiç tedbirsiz beklentisiz; yarının da bu an olacağını hesaba katmadan? Bazen oluyor, böyle cevabını bilmediğim sorular soruyorum. Bu soruyu sorduran belki de bir daha görememekten korktuğum insanlardır; belki de daha en az bir ay kullanacağımı düşündüğüm kırmızı parfüm şişeme elimi attığımda bittiğini görüp şaşırmamdır. Ve bitmediğini altının sessizce kırılıp; süzülüp gittiğini anlamam; tıpkı bir daha görememekten korktuğum insanlar misali…….Parfüm bu alınır değil mi;alınır alınır ama öylesine süzülüp giden hediye parfümün yerini tutar mı dersiniz? İşte şu an yaşanan günler de öyle ;bir tanesi diğerinin yerini tutamaz; yenisi gelir, gelir belki ama aynısı olamaz……. O zaman belki de elimizdeki parfümün biteceğini bilmeli hatta aniden kırılıp da dökülüvereceğini; her sürüşte keyfini bilmeli ve bittiğinde ya da kırıldığında sessizce ; kıymetli ise şişesini saklamalı ben gibi; yenisi yeni günlerde gelse bile eski anıları yüreğimizde taşımalı……Ve asla gelmesi ümit edilen günler için bugünü silmemeli güzellikleri ertelememeli…. Kimseye yarın sözü verilemez ; verilemez ama gelebilecek yarın için de aklımızı; kendimizi güçle bilemeli; bazen gözyaşlarımızı yastığa dökmeli ve istiyorsak da göstermeli….. Ama bazen çaresizsek eğer ; ve yarının bittiğini düşünüyorsak; saten örtümüzü başımıza; kırmızı cam şişede kalan son demleri burnumuza çekercesine; ve turkuazın yere düşmüşünü özenle kalbimizin köşesine asar gibi ışığa gizlercesine….. içimizi korumalıyız ve anıları gözyaşlarımız eşliğinde yaşamalıyız; güneşin doğuşu bir vardır tek yarın; bir tek buna güvenebiliriz….. Ve yarına yarına yine de güvenmeliyiz ki güneş acılarımız silsin; yarını yeni ümitlerle getirsin….Yarın vardır bilmeliyiz ; biz olmasak da yarın vardır….hazırlıklı olunuz.....GÜNEŞE..... Yonca Ayas Kaynak Kişisel Başarı
  19. Zor Bir Yol

    ZOR BİR YOL Ben bir anneyim; ve hayatımın en zor sınavına hazırlanıyorum. Daha da doğrusu oğlum LGS , OKS sınavına hazırlanıyor.Nasıl zor bir yolmuş bu … Doğrusunu soracak olursanız belki de bu kadar tedirgin olmamam lazım çünkü oğlum bugüne kadar yüzde doksanlara yakın bir oranda başarılı oldu. Oldu ama kanı kıpır kıpır ve kapasitesine göre düşük derece aldığı sınavlar da oldu ve çok üzüldü. Şimdi diyorum olur ya tüm bu deneme sınavlarından sonra esas sınav başarısızlığına denk gelirse; sıkılmış yorulmuş bunalmış olursa; ya da yaşının getirdiği dalgacılığına denk gelirse…. Çok mu önemli? Aslında benim için değil bunu kendisine de söyledim ama şimdiden kurmuş olduğu idealleri ve gelecekle ilgili planları var ve istediği okula girebilirse onlara doğru büyük bir adım atmış olacak. Nasıl zor bir yolmuş bu: Bir yandan bu eğitim sisteminin çarpıklığı sizi deli ediyor; bir yandan bu sisteme rağmen başarılı çocuğunuzun hak ettiğini almasını istiyorsunuz. Ve yaşları kesinlikle bizim sınavın kuşağa girdiği yaşlara göre daha zor. Bizim kuşak ilk beş yıldan sonra girerdi ki bu hala denetimde olduğumuz yıllardı hala kanımız deli akmaya başlamamıştı. Bu çocuklar 13-14 yaşında giriyorlar bu sınava ve büyük bir kısmı çağın gereği zaten ergenlik sorunları ve gerilimi ile uğraşmaya başlamış durumda. Hareketli, kendilerini zor zapt ettikleri bir dönem. En aklı başında olanların en sorumluluğunu bilenlerin bile bir noktadan sonra sabrı taşabiliyor. Bir yandan az çok sorumluluk duygusu gelişmiş ve sınavın öneminin farkındalar ama bir yanları çocuk bir yanları ise büyüme savaşı veriyor. Bize gelince : Bir yanımızla başarılı olsunlar istiyoruz; bir yanımız ile onlar için üzülüyoruz derken panikleyiveriyoruz. Ben mesela bu yıla kadar Oğlum Emir’in derslerine yardım etmeye çalıştım hatırladığımı anlattım; hatırlamadığımı okudum ders kitaplarına bakıp öğrenip anlatmaya çalıştım.Çok da başarısız oldum sayılmaz. Ama biraz önce çıkmış sorulara bakınca şöyle bir sarsıldım doğrusu. Gerçi şimdilik toparlanmış durumdayım…Bu yazı da o duygular ile yazılıyor. Peki ama ebeveyn olarak bize düşen nedir? Sınava girme diyemeyiz; önemli değil desek bile çocuk çok farklı yerlerden farklı yorumlar alıyor , masaya oturmak zor kalkmak bir başka zor onlar için. Peki ama biz ne yapmalıyız? Öncelikle çocuğumuza her zaman sevileceğine dair garantisini hareketlerimiz ile vermeliyiz. Ondan sonra dönüp onu karşımıza alıp sınav hakkında; kazanırsa hayatında olabilecek olumlu değişiklikler hakkında bilgi vermeliyiz. Ama tabiî ki başına gökten yıldızlar yağmayacağını bilmeli. Ve isteyip istemediğini sormalıyız. Tüm bunları yaparken de tabi ki çocuğumuzun kapasitesini; yapıp yapamayacaklarını ve hayattan beklentilerini de göz önüne almalıyız. Tüm bunların sonucunda denemeye gerçekten niyetli olduğunu anlarsak yardım etmeliyiz. Bu yardım bazen yemeğini odasına götürmektir; bazen çok çalıştığını hissettiğinizde küçük bir mola verdirmektir; bazen yapabilirseniz takıldığı bir konuyu anlatmak ya da bir soruyu çözmektir. Unutulmamalı ki henüz daha kendilerini disipline edecek olgunlukta değil bir çoğu; biraz desteğe azıcık sırtından itilmeye ihtiyaç duyabilirler ama çok da incitmeden. Gerçekten kazanmak istiyorsa hayatının biraz kısıtlanacağını; programlı olmanın çok önemli olduğunu hatırlatmalıyız. Belki de onun için bir ders çalışma ve dinlenme programı bile yapmamız gerekebilir; ya da bir bilene yaptırtmamız. Ve bu program yapılırken zayıf ve güçlü olduğu dersleri; konuları bilmeliyiz; ve tabi ki zevklerini hobilerini de göz önüne almalıyız. Televizyonu doğrudan yasaklamak başka bir tutum; onun sevebileceği programların saatini çıkarıp ders arasını bunlara denk getirmek başka bir tutum. Ve en önemlisi bu sistemi yanlış buluyorsanız onunla paylaşın ama kazanmak istiyorsa oyunu kuralına göre oynamak zorunda olduğunu da daha doğrusu bir müddet için beraberce Oyunu kuralına göre oynayıp sıkıntı çekmeniz gerektiğini açıkça anlatın. Ve tabiî ki yaşamınızı hani çok da kendinizi ve diğer sevdiklerinizi ihmal etmeden biraz küçük oynamalarla O na uydurun. Hani ihtiyaç his ettiğinde bir şekilde ulaşsın; yalnız kalmak istediğinde bunu bulsun derim ben… Sonuç olarak ne kadar yardım etsek de; gerek o deneme sınavlarında, gerekse o kocaman stresli sınavda yalnız başına olacak ve omuzlarına hala küçücük olan omuzlarına öncelikli yük binen kişi O… Ve en çok vermeniz gereken de sıcak bir gülümseme iyi bir kahvaltı ve yorulduğunda başını koyup uyuyabileceği bir omuz. Evet zor bir yolmuş bu yol… Yonca AYAS ŞAN…YAŞAM DOKTORU Kaynak Kişisel Başarı
  20. 'Büyük Aşk, Büyük Nefret'

    'Büyük aşk, büyük nefret' "ŞİMDİ sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi gerekiyor mu?" diye sormuştu Nâzım Hikmet, o muazzam ve duru üslubuyla. Halbuki bugünün aşklarını görse ne derdi acaba? Bugün ellerde teraziler, adeta gramla tartılıyor aşk. 160 gr sevgiye karşılık 160 gr sevgi alınabilirmiş gibi herkes verdiği kadarını istiyor. Seven erkek mutlak itaat, mutlak hâkimiyet bekliyor. Zihinlerde bir denklem var sanki. Denklem karşılanmadı mı tüm formül bozuluyor. Ve işte o zaman bir de bakmışsınız ki aşk bitmiş, nefret başlıyor. Ne çabuk geçiyoruz bir uçtan bir uca. Sevdiği kızı başkasıyla gezdi diye bıçaklayan liseli öğrenciler... Eski eşlerini kendilerine dönmedi diye silahla tarayan öfkeli kocalar... Yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen dostlarını, basit bir ağız dalaşıyla başlayan kavgalarda öldüren delikanlılar... Vaktiyle çok sevdikleri, belki de en çok sevdikleri insanları bir adımda, bir kurşunla harcayıverenler... Birbirinden ayrı gibi görünen bütün bu şiddet haberleri arasında bir ilişki var. Hepsinde ortak olan nokta, yoğun bir aşktan yoğun bir nefrete geçebilmekteki süratimiz. Bir yandan şarkılar çıkıyor piyasaya, ardı ardına. Hepsi de aşk üzerine. Sözler benzer, iddialı. Diziler çekiliyor peş peşe. Gene hepsinin ana teması "büyük aşk". Ama televizyonu kapatıp kendi hayatlarımıza döndüğümüz anda, ne yazık ki "büyük aşk"tan anladığımız aslında "büyük ego". Biz elmanın da muhakkak bizi sevmesini bekliyoruz. Yetmiyor. Elmanın hayat boyu sadece ve sadece bizi sevmesini, varlığını bize adamasını, biz ne dersek harfiyen yapmasını istiyoruz. Biz aşkı, egomuza hizmet etmekle yükümlü bir kâhya bellemişiz adeta. Ve bu yüzden işte, aşktan nefrete bu kadar çabuk, bu kadar kolay savruluyoruz. Anadolu'da bugün bile anlatılan eski bir aşk hikâyesi vardır. Ben bunu birkaç ayrı tasavvuf sohbetinde bambaşka insanlardan dinledim. Derler ki, vaktiyle Siirt Tillo'da bir tekkede mürit, tasavvufa gönül vermiş bir zat yaşarmış. Temiz, saf, güzel gönüllü bir genç adammış. Gel zaman git zaman âşık olmuş, hem de sırılsıklam. Karşılık da bulmuş. Sevdiği kız da ona sevdalanmış. Evlenmişler. Mutlu seneler geçirmişler. Ne var ki bir zaman sonra karısı dikilmiş karşısına. "Ben gitmek istiyorum" demiş. "Şu yolların ardında başka ne yollar var görmek istiyorum. Sana âşık değilim artık. Bir başkasını gördüm, ona aktı yüreğim. Onunla uzaklara gitmek istiyorum." Mürit öfkeden deliye dönmüş. Aklından ilk geçen şey, karısını öldürmek olmuş. "Bana yâr olmayacağına göre kimselere yâr olmasın" diye geçirmiş içinden. Kapanmış eve, planlar yapmış kendince. Kimseyle konuşmaz olmuş. Derken bir sabah şeyhini kapıda beklerken bulmuş. "Hakiki âşık" demiş şeyh, "sevdiği insanın mutluluğunu ister. Âşık kişi, sevdiğinin mutluluğunu kendi mutluluğunun önüne koyar. Gerçekten seven insan, özgür bırakır. Sahiplenmek, hak iddia etmek, can almak, can acıtmak, âşıkların tutacağı yol değildir... Düşün. Düşün de öyle karar ver. Ve bil ki vereceğin karar, senin gerçek sınavındır." İşte o zaman mürit için çetin bir iç muhasebe başlamış. Günler, haftalar boyu nefsi bir yana çekiştirmiş, yüreği bir yana. Sonunda bir sabah fırlamış yataktan. Açmış tüm pencereleri, kapıları sonuna kadar. Işık dolmuş içeri, efil efil rüzgâr. Dönmüş karısına, "Dilediğin yere git" demiş usulca. "Ben hakkımı sana helal ettim. Sen de bana helal et, öyle çık yola." Bu hikâyeyi ilk duyduğumda bir masal gibi dinlemiştim. Gerçek olamayacak kadar romantik... Ta ki böyle insanlar tanıyana kadar. Onların öykülerini gazeteler yazmıyor, televizyon duyurmuyor. Ama bu ülkede üçüncü sayfa haberlerinin atladığı "büyük aşk" hikâyeleri de yaşandı, yaşanıyor. Elif Şafak Kaynak
  21. Adı Gülistan

    Adı Gülistan ADI Gülistan’dı, yirmi sekiz yaşındaydı. Bir oğlu vardı. Ve yeni bir cana hamileydi. Yedi aylık gebe. Karnı burnunda. Eğer eğitim düzeyi, maddi ve sosyal imkânları sınırlı bir ailede doğmak yerine, diyelim İzmir’de, Ankara’da, Adana’da ya da İstanbul’da bambaşka şartlarda doğmuş olsaydı, eğer babası okuması için sonuna kadar destek verse, ailesi ve çevresi yeteneklerini geliştirmesi için ona kol kanat gerseydi... Gencecik yaşta evlendirilmeseydi... Okuyabilseydi... Kendini geliştirebilseydi... Kendi parasını kazanabilseydi... Kimseye muhtaç olmayabilseydi... Ve onu hor gören, insan yerine koymayan, aklına estiği gibi şiddet uygulayan bir adamla değil, ona değer veren biriyle evlenseydi, bugün nerede olurdu Gülistan? Bir gül dalı gibi hayat dolu gülümser miydi? Kaç kadın ölüyor bu ülkede? Koca dayağı, baba dayağı, namus cinayeti, nişanlı gazabı, boşanmış eşin intikamı derken, kaç kadın, en yakınlarındaki erkeklerin elinde can veriyor, yaralanıyor, kırılıyor dal gibi? Ve daha kaç kadın korkuyla, endişeyle, cehennem hayatı yaşıyor? Gidecek bir yeri, sığınacak kapısı olmayan kaç kadın var? Kadın Sığınma Merkezleri ilk defa kurulduğunda, bu konuya alaycı bir tebessümle tepeden bakan bürokratlar oldu. “Canım ne gerek var?” diyenler oldu. Hatta ve hatta, “Evli kadının yeri kocasının yanıdır” diyerek, şiddet gören kadınları geri yollamaya kalkanlar oldu. Bu tuhaf zihniyet yüzünden bazı kadın sığınma merkezleri kapatıldı. Bugün o kadar az sığınak var ki. Eğer bir kadın, kocasından dayak yiyorsa ve baba ocağından yeterince destek görmüyorsa, ortada kalmış demektir. Kadınlarını inciten bir ülke mi olduk biz? Gencecik bir kadın öldü, karnında bebeğiyle. Bir değil, iki cinayet işlendi. İki can silindi yeryüzünden. Karnı burnundaydı. Koyun otlatmaya gidemedi. Koyun otlatma kısmı bahane. O olmasa başka bir şey olurdu bu sefer. Şiddete başvuran kocalar için her şey bir bahane aslında. “Çorbanın tuzu mu eksik”, al sana dayak için bir sebep. “Komşuya oturmaya mı gittin”, dayak için bir sebep. “Çocuk mu ağladı”, dayak için bir sebep. Dolayısıyla, gazetelerimizin “Koyun otlatmaya gitmediği için canından oldu” şeklinde ibareler kullanmasında doğru olmayan bir şey var. Bir kadın öldürüldü. Koyun otlatmaya gitmediği için değil. Herhangi bir hata yaptığı için değil. Ne zaman bırakacağız “kurbanlar”a odaklanmayı? Onların fotoğraflarını basmayı? Ne zaman bakacağız faillere? Kaç kadın soluyor her gün azar azar? Ne istatistikler var elimizde, ne yeterince bulgu. Tahmini konuşuyor, tahmini yazıyoruz. Çünkü ne yazık ki hâlâ dayak “cennetten çıkma”. Çünkü ne yazık ki aile içi şiddet bir çiftin “iç meselesi” sayılıyor. Çünkü ne yazık ki bir kocanın, karısına zulmetme hakkı olduğu zannediliyor. Çünkü ne yazık ki bizler de masum değiliz. Yeterince umursamıyoruz. Değiştirmek için bir şey yapmıyoruz. Bu duruma seyirci kalıyoruz. Politikacı eşlerinin siyasetten uzak durma gayretlerini anlıyorum. Ama böyle bir mesele için adım atmazlar mı? Kadın siyasetçilerimizin Ankara’nın temposunda koşturmalarını anlıyorum. Ama bu konuya zaman ayırmazlar mı? Medyadaki kadın kalemler, akademideki kadın hocalar, edebiyat dünyasındaki kadın yazarlar, televizyon ve sinemadaki kadın oyuncular, biz bir araya gelmez miyiz hiçbir zaman? Kaç belediye var bu konuya duyarlı? Kaç siyasetçi var başka Gülistan’lar olmasın diye gerekli adımları atmaya hazır? Hukukçular, akademisyenler, siyasetçiler, gazeteciler, sanatçılar... İşin tuhaf yanı, muhtemelen aramızda, dayak atılan evlerde büyüyenler var. Muhtemelen bazılarımız, babalarının annelerini dövdüğüne tanıklık ederek büyüdü. Peki onlar da mı bugün bu konuyu es geçmekte? Onlar da mı unuttu kendi çocuk yüreklerindeki yangını? Onlar da mı bir şey yapmayacaklar Gülistan mezarında rahat uyusun diye? Elif Şafak Kaynak
  22. Bir Kadının Yanında Olmak

    Bir kadının yanında olmak Bir kadın düşünün ki hayat arkadaşını kaybetti. Eğer eşini hastalıktan yahut kazadan ötürü yitirseydi gene kahrolurdu şüphesiz ama şu anda yaşadığı acı bunun iki misli olmalı çünkü eşi intihar etti. Önünde parlak bir hayat vardı, buna nokta koydu. Ve daha kötüsü, orada burada, herkes buna sebep olarak kadını göstermekte. Bir annenin kendi oğlu karşısındaki hüznünü, çaresizliğini ve yalnızlığını düşünün. Babasını kaybetmiş bir delikanlıya toplum "Hep senin annenin yüzünden oldu" diyor. Bir kadın düşünün ki, eşini katbetmenin acısını üçle çarparak yaşıyor şu anda. Ne kadar kolay damgalıyor, nasıl da tereddütsüz yargılıyoruz. Kendimizi tepede bir yere yerleştirip başkasına yukarıdan bakıyoruz. Kibir ki tüm tek tanrılı dinlerde en büyük günah, bizler kibrimizi gölge gibi her yere taşıyoruz. Kuran'da en sevdiğim ayetlerden biri şöyle der: "Belki alay ettikleri, kendilerinden daha iyidir." Gazetelerde üzücü bir resim. Bir kadın, eşinin tabutuna sarılmış ağlıyor. Yanında gencecik oğlu, bir yandan metin durmaya çalışırken, bir yandan şüphesiz ki derin bir acı yaşıyor. Albay Berk Erden'in cenazesinde çekilmiş bir resim bu. Gene gazetelerde yazdığına göre cenazede bir çelenk dikkat çekiyor. Üzerinde "annesi, babası, oğlu ve kardeşi" yazmasına rağmen "eşi" yazmıyor. Başlıyor dedikodu kazanları fokurdamaya. Tahminler yürütülüyor. Yazılı ve görsel basında onlarca laf dönüyor. Herkes, hepimiz, bir ailenin hayatına burnumuzu sokuyor ve hiç üzerimize vazife olmadığı halde konuşuyor, konuşuyoruz. Tartışmalar kesilmiyor. Bir internet sitesinde yayınlanan iddiaların durup dururken çıkmadığına, tam da albay terfi ve değerlendirme dönemine denk getirildiğine dikkat çekiliyor. Yaşasaydı, Albay Eren'in amiralliğe getirileceğinin altı çiziliyor. Ordu içinde gizli hesaplaşmalardan bahsediliyor. Komplolardan dem vurulup, makro analizler yapılıyor. Bunlar beni hiç ilgilendirmiyor. Ben işin ne komplo teorileriyle, ne de varsa siyasi boyutlarıyla ilgiliyim. Adı geçen insanları tanımıyorum. Ortada bir tartışma dönüyorsa, hiçbir şekilde taraf değilim. "Öyleyse neden bu yazıyı yazma gereği duydun?" diyeceksiniz. Ben bu yazıyı bir romancı, bir edebiyatçı ya da bir köşe yazarı olarak yazmıyorum. Bu satırları sadece bir kadın, bir eş, bir anne olarak kaleme alıyorum. Vicdanım bana bunu yapmamı fısıldıyor. Çünkü bu hadisede beni ilgilendiren temel nokta bir kadının düştüğü durum, yaşadığı dram. Ve bunda hepimizin şöyle ya da böyle payı olduğunu düşünüyorum. Bir kadın düşünün ki hayat arkadaşını kaybetti. Eğer eşini hastalıktan yahut kazadan ötürü yitirseydi gene kahrolurdu şüphesiz ama şu anda yaşadığı acı bunun iki misli olmalı çünkü eşi intihar etti. Önünde parlak bir hayat vardı, buna nokta koydu. Ve daha kötüsü, orada burada, herkes buna sebep olarak kadını göstermekte. Bir annenin kendi oğlu karşısındaki hüznünü, çaresizliğini ve yalnızlığını düşünün. Babasını kaybetmiş bir delikanlıya toplum "Hep senin annenin yüzünden oldu" diyor. Bir kadın düşünün ki, eşini katbetmenin acısını üçle çarparak yaşıyor şu anda. Bir an için bu hadiseyi kenara bırakalım, her zamanki hallerimize bakalım. Her gün ne haberler çıkıyor basında. Çekirdek gibi çitliyoruz biz bu haberleri, öylesine kanıksamışız. Devamlı eşini aldatan erkek haberleri geliyor kulağımıza. Şöyle bir çalkalanıp, hızla geçiştiriyoruz. Üzerinde bile durmuyoruz. Ünlü erkeklerin de isimleri çıkıyor, sıradan vatandaşların da. "Erkeğin elinin kiri, yıkadı mı geçer" zannediyoruz. Hatta ve hatta bu duruma biraz "delikanlılık" atfedip, müstehzi bir tebessümle adını "çapkınlık" koyuyoruz. Ama bir kadının adı bir yerde geçmeyegörsün, anında değişiyor tepkilerimiz. Olayın aslını astarını bilmeden, ima mı iftira mı anlamadan, o kadını yerin dibine batırmak için kolları sıvıyoruz. Bunları sadece Özgül Erden özelinde yazmıyorum. Biz bütün kadınları ilgilendiren genel bir mesele olarak yazıyorum. Buna muhafazakâr kadın da dahil Kemalist kadın da. Solcusu da dahil sağcısı da. Burjuva kadın da dahil işçi kadın da. Şöyle giyineni de dahil böyle kapananı da. Bütün kadınları yaralayan bir çifte standart var bu toplumda. Ve ne yazık ki çoğu zaman gene biz kadınlar bu çifte standardın devam etmesine ön ayak oluyoruz. Çünkü biz birbirimiz aleyhine çok konuşuyor, ileri geri laflar ediyor, dedikodular üretiyor, gene bizler kem söz kazanının altındaki ateşi canlı tutuyoruz. Bir gün gelir, bugün başkasını yakan dedikodu ateşi bizi de yakar, bunu hiç düşünmüyoruz. Ne kadar kolay damgalıyor, nasıl da tereddütsüz yargılıyoruz. Kendimizi tepede bir yere yerleştirip başkasına yukarıdan bakıyoruz. Kibir ki tüm tek tanrılı dinlerde en büyük günah, bizler kibrimizi gölge gibi her yere taşıyoruz. Kuran'da en sevdiğim ayetlerden biri şöyle der: "Belki alay ettikleri, kendilerinden daha iyidir." Hep ürpertir beni bu söz. Ne zaman birini küçümsemeye kalksam, hani aklımca beğenmesem, ne zaman kendimi bir başkasına üstün zannetsem, zihnimin bir yerinde yanıp sönmeye başlar bu söz. "Belki o beğenmediğin insan senden daha iyidir." Demokratik bir toplumda elbette her şey konuşulur, konuşulabilmeli. Ordu da demokrasi kültürünün içinde yer almalı. "Düşünce ve ifade özgürlüğü" laftan ibaret kalmamalı. Ama asker olsun sivil olsun, insanların özel hayatlarına gelince orada durmak lazım. Hepimizi düşündüren, kalplerimizi yumuşatan bir üslup, bir adap, bir edep olmalı. Medya buna dikkat etmeli. Köşe yazarları ve editörler etik gazetecilik kriterlerinin oturması için uğraş vermeli. Bir yerlerde bir bariyer olmalı. Ve o bariyeri biz kurallarla, yasaklarla, cezalarla filan değil, vicdanlarımızla koymalıyız. Bir kadını, bir anneyi acıdan yas bile tutamaz hale getirmeye hakkımız yok. Özgül Hanım'ın yaşadığı durum bir "ayıp"sa şayet, onun değil toplumun ayıbıdır. www.elifsakaf.com.tr Elif Şafak Kaynak
  23. Kızın elindeki sepete göz atarak onun içindekiler nedir diye sorar derviş... “Sevdiğim adama elma götürüyorum, elma var sepette” diye yanıt verir kız... Bunun üzerine Derviş; “Kaç tane var diye sorar.” Kız: “O nasıl soru efendi; İNSAN SEVDİĞİNE GÖTÜRDÜĞÜNÜ HİÇ SAYAR MI?” Bunun üzerine derviş kıza belli etmeden dişlerini sıkarak sessizce koparır elindeki 99´luk tespihini... Siz hiç ortadan ikiye böldünüz mü insanları sorguladığınız kaleminizi? Kopardınız mı hiç kırdığınız bir kalpten dolayı tespihinizi? Mesafeleri kaldırdınız mı öfkenizden dolayı aranıza koyduğunuz? Bir hikâyecik okudum ve bu yazıyı kaleme aldım. Öylesine yazdım söylediklerime katılabilirsinizde katılmayabilirsinizde! Bu yazıyı okuduktan sonra umarım tekrar sevginizi gözden geçirir ve etrafımızda bize yakın olan herkesi ve her şeyi hangi nazarla sevdiğimizi tekrar düşünürsünüz. Mesele bir papatyayı, bir kuşu, bir çiğ tanesini, bir çocuğu, bir kadını, bir adamı… Yunuslayın konuşlanın yüreğine bütün evrenin, azığınız sevgi, katığınız gülümseme olsun. İki yanağınızda eksik olmazsın gamzeniz. Yüreğiniz hudutsuz ve nihayetsiz bir sevgi ifraz etsin cümle mevcudata… Ağzınızdan sevgi sözcükleri eksik olmasın, kulağınıza sevgi sözleri girsin 24 saat, Gözleriniz nedensiz mutlu olmayı şiar edinenleri görsün her an. Ömrünüz sevgiyle demlensin, deminiz sevgi olsun. İnsan sevgisini sayar mı? İnsan sevgisine hudut koyar mı? İnsan severken kayırır mı bir sevdiğini diğer sevdiğinden? Çocuklara sorarız hep? “Anneni mi çok seviyorsun yoksa babanı mı?” diye…Bu sorunun cevabı hiçbir zaman net değildir çocuk ifadesi ile. Zaten neden böyle bir soru soruduğunuzun şaşkınlığı içersindedir küçük gözler. Hep kaçamak bir cevap, hep yarım bir söz, hep donuk bir ifade, hep kaçak bir cümle dökülür dudaklarından… Ve en çok da “ikisini de çok severim” sözü… Bu en zor imtihandır o an çocuk için, soran için ise psikopatik bir zevk… İnsana hiç anne ve babasından hangisini daha çok sevdiği ile ilgili soru sorulur mu? İnsan sevgisini gösterebilecek bir ekran var mıdır? Ya da bir ölçüm cihazı? Şöyle ki: “Sayın falanca kişi, siz yaptığımız ölçümlere göre annenizi babanızdan daha çok seviyorsunuz?” gibi bir sonuç çıkarsa ne olur? Sanki kaçak bir yapı yapmışsınız, bir gecekondu dikmişsiniz gibi… Bu ölçüm aleti yanlış, bu ekran yalancı deseler… Kadınların tarafını tutuyorsa mesela, feminel bir modda ise o alet, ne olacak şimdi? Arabesk bir tavırla: “Ne yani, ikisini de aynı dekar seviyoruz suç mu?” deseniz yine yırtamazsınız. Çünkü ne olursa olsun anne baba sevgisi sınanmaz. İnsana; ‘anneni mi, babanı mı çok seversin’ diye soru sorulur mu? Sevginin belli bir kalıbı var mıdır; miktarı, boyu posu, adedi, ölçüsü? Şu kadar seviyorum desek eksik ya da tam olduğunu nasıl bileceğiz? Ve armut dibine düşer kavlince çocuklarda sorar günü gelir; “beni mi çok seviyorsunuz kardeşimi mi?” diye. Çık çıkabilirsen işin içinden. Sevginizin miktarını, adedini, ölçütünü izah edin edebilirseniz? Çocuk aklı deyip hafife almayın sakın. Buyrun cenaze namazına? “O küçüktür, onunla ilgilenmemiz bu yüzden seni de seviyoruz” gibi mıymıy laflar hikâyedir. Ya ondan çok seviyorsunuz ya da ondan az… Karar sizin. Ortada her iki durumda da tatmin olmayacak ve büyük bir ihtimalle bir yumurta gibi çabucak kırılacak küçük bir kalp var. Oysa insan evlatları arasında ayrım yapmaz, candan bir yapraktır her bir çocuk. Döküldü mü can ağacından o yaprak; her birinin verdiği kadar acı verir. Durdu mu meyveye can ağacından o çiçek, her birinin verdiği meyve kadar mutluluk verir. İlk kıskançlık devresindedir çocuk ve merak etmektedir sevgiyi… Sevgiyi yaşayanlar anlatacak onlara her birinin vazgeçilmez olduğunu… Öyle ikna edecekler, öyle kabul ettirecekler değerli olduklarını, önemli olduklarını. Nerede gözü yaşlı bir çocuk görseniz sarılın ona, nedensiz yere okşayın saçlarını hemen. Belli belirsiz bir gülücük yayılacak suratına çocuğun ve size yansıyacak ışığı o gülücüğün. “Beni seviyor musun?” diye sorar sevgililer birbirlerine… Bunu bildikleri halde yine de duymak isterler bir kez daha. Bu bir teyittir bazen, bir tapudur, bir senettir yeri geldi mi? “Peki beni ne kadar seviyorsun” derse sevgili, faka basmamak elde değildir o an. Ne cevap vereceğiz? Dünyalar kadar desek zaten dünya beş kuruş etmez. Dağlar kadar desek hangi dağı örnek vereceğiz? Dağı aşan olaylar var: gökyüzü, bulut vesaire… İlla ki bir yerden yakalanırız sorgu meleğine. “Seviyorum işte başka yorum yok” deseniz aslında daha nettir bu ifade… Ancak toplum olarak, fert olarak o kadar yorumları seviyoruz ki ağzımız açık ve sulu bir şekilde başkasının bizim hakkımızda dediği şeyler yaşadığımız ve gördüğümüzden daha etkilidir ne yazık ki! Sahi size hiç sordular mı ‘hayatta en çok kimi seversin?’ diye… Bana bir kere sordular ve yanıldılar: “En çok Tanrımı sevdim, onun ışığında var olan her şeyi…” Biraz sevgi her yarayı iyileştirir, her derde devadır, her kapıyı açar, her aşılmazı aşar. Oysa sevgi gelmez hesaba kitaba… Hesap açık ve nettir; seveceksiniz her daim, Sorgu sualsiz hem de… Gürhan Gürses Kaynak Kişisel Başarı
  24. Annesilin ( Mutlaka Okuyun )

    Anneler çilekeşi ömrümüzün… Kahır çekeni, eziyet ve cefa adına yüreği ev sahibi olanı dünyamızın. Anne bir kutsal sözcük, bir aziz mana, bir umman yürek… Cennet annelerin ayakları altındadır ama bizler o ayakları bir gün dahi baş tacı yapıp taşıyamıyoruz bugün. Belki sadece tabuta girdiğinde kollarımızın üzerinde taşıyacağız annemizin nazik bedenini. O zaman da çok geç olacak. Çok geç olacak sarılmamız için, af dilememiz için. Onların 24 saat dahi hizmetkârı olsak ömrümüzün sonuna değin yine de haklarını vermiş sayılmayız. Onların kul kölesi olsak dahi ve her an yanlarında dursak dahi yine de haklarını tam olarak karşılamış sayılmayız. Borçlu gideceğiz hep, onlara borçlu kalacağız hep. Dokuz ay on gün bizlere ev sahipliği yapan bedeninde ve ondan sonra ömrünün ahirine değin yüreğinde bizlere en görkemli koltuğu veren kadın. Düştüğümüzde bacağı kanayan, ağladığımızda gözleri yaşaran, güldüğümüzde kahkaha atan, acıktığımızda acıkan kadın. Onun şiirini kimse yazamaz, onun destanını kimse anlatamaz. Onu kimse ifade edemez. Anne sihirli bir kelimedir, bizi bizden alır sıcak ve mesut bir iklime sürükler. İçimiz ısınır birden, duygularımız yeşerir, renk gelir tenimize… Daha bir soluklanırız, daha bir canlanırız daha bir havalanırız. Memlekete bahar gelmiş gibidir annenin yanında durmak. Onun nefesi bir okşayıştır ruhlarımızı baştanbaşa… Sözleri sihirli bir melodidir kulağımızın içinde akseden. Dokunuşu ipek bir kumaşa dokunmaktır içinizi titretircesine… Ömrümüzün moral kaynağı, güç deposu yüreğimizin, trafosu her şeyimizin. Karanlıkta kalır ama sizi karanlıkta komaz. Aç kalır ama aç komaz sizi, susuz kalır ama susuz komaz sizi… Üşür ama üşütmez, ölür ama öldürtmez sizi… Öylesine fedakâr, öylesine cefakâr, öylesine hürmetkârdır evladına. Başınız ağrıdığında aspirin olur size, öksürdüğünüzde şurup olur, sinirlendiğinizde sakinleştirici olur; Annesilin diye bir ilaçtır O! Her derdinize devadır; yaranıza merhem, ateşinize ıslak mendil, soğuk algınlığınıza sıcak bir çorba. Yırtık elbisenize yama, kabuk bağlamış yaranıza ipek bir el, kirli saçınıza yumuşacık bir şampuan, perişan duygunuza sokulacak bir liman… Daha nen olsun bu hayatta anne? Azrail geldiğinde dahi ömrünü sizin uğrunuza verecek kadar fedakâr. Bundan ötesi var mıdır? Sevgiliniz mi ömrünü verecek size? Arkadaşınız mı? Başkaları mı? Bir anne hikâyesi, anne yüreğidir her ne de olsa! Gecenin ilerleyen bir saatinde bir anne telefon açar yavrusuna… Gecenin üçünde. Ve yavrusu hırsla telefonu kaldırır, gecenin üçünde telefon mu olur diye! Bakar annesidir; “Hayırdır anne!” “Yok, oğlum yok bir şey, sesini duyayım diye aradım.” der. “Bu saatte ses mi duyulur, telefon mu olur anne?” der oğlu ve ağzına geleni sayıp döker annesine. Bir anne düşünün ki yavrusu tarafından azarlansın. “Bu saatte arayarak rahatsız mı ettim evladım? Yavrum rahatsız mı oldun?” der kadın usulca... “Evet” der çocuk “rahatsız oldum.” Anne sesini içten gelen bir duygu ritmiyle şöyle tamama erdirir: “Oğlum sende bundan 25 sene evvel bu saatlerde beni rahatsız etmiştin. Doğum günün kutlu olsun.” Bu yazı bir anne hikâyesi yazısıdır. Lütfen yanınızdaysa sarılın hemen uzağınızda ise koşun yanına… Mesafeler ne olursa olsun aranızda… Bir dakikalığına da olsa yok sayın yaşadığınız dünyayı. Varsayın ki anneniz tek dünyanızdır yaşadığınız. Tek ormanınız, tek okyanusunuz, tek gökyüzünüz. Yok sayın hastalığınızı, hüznünüzü, yalnızlığınızı… Koşun annenize hemen; nerede olursa olsun. Uzakta, çok uzakta, hatta atta da dahi olsa… Gürhan Gürses Kaynak Kişisel Başarı ----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------- Doğru Yolu'u Sevenler Annelerini Asla Azıcık Bile Üzmesinler Ve Şuan Annelerinize Benim Yerimede Sımsıkı Sarılıp O Eşsiz Anne Kokusunu Yüreklerinize Çekin Ve Onunla Olduğunuz İçin Çok Ama Çok Şükür Edin.... Ümmeti Muhammedin Vefat Eden Annelerine de Allah Rızası İçin Fatiha Okuyun....( Doğru Yol ) -----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
  25. Neden Sever İnsan ?

    Aslında çok saçma bir soru ama bazen bir şeylere dikkat çekebilmek için çok işe yarıyor. Neden sever insan? Her şeyde, her yerde aradığı nedir? Birisini, bir şeyi ya da bir yeri, bir olayı, bir an’ı, bir zamanı, bir duyguyu, bir davranışı, bir rengi ve hatta bir şekli neden sever? Bence, insan sevdiği her neyse kendinin bir yönüyle özdeşleştirdiği için sever.. Bazen hareketliliği bazen sessizliği sevmeleri, ya kendinin bir eksiğini gidermek ya da var olan bir yönünü daha da hissetmek içindir. Ve insanlar sevgiyi hissettikleri oranda yaşama daha sıkı sarılır. Sevgi öyle bir duygudur ki bunu her an, her yerde ve her şeyde görmeyi umarsınız ve hatta neredeyse tüm duyguların içine katarsınız. Samimiyetin içine sevgiyi katmadığınızı bir düşünün? Çok anlamsız bir samimiyet olurdu değil mi? Hatta olur muydu? Ve tüm şiirlerin en temel duygusudur, tüm dizelerde onu arar gözler. Öyle ki öfke, hayal kırıklığı ya da şaşkınlık içeren şiirlerde bile aslında sevgidir aranan. Zira sevginin yokluğunun yarattığı yoksunluk duygusudur şairlere yazdıran. Ve sazların nağmelerinde, notaların arasına gizlenir ve sazendeler notalarda bu duyguyu seslendirir… Sevdiğinizi söylediğiniz şeylere aslında kendinizce anlamlar yüklersiniz ve size bir şeyler kattığına inandığınız için de seversiniz. Bazen sevgilinin gözlerinde bazen sözlerinde gibi görünse de aslında sevgi kendi içimizdedir. Ve o insana yaşamı hatırlatır ve siz yaşadığınızı hissedersiniz, zira bir anlam kazanmıştır hikayeniz. Sevgiyi sevdiğiniz zaman hissedersiniz ama o güzel duyguyu şartlara bağlama yanlışlığına da düşerseniz işte o zaman yandınız. Sevgili Volkan Konak’ın bir türküsünde “Sen elmayı seviyorsun diye elmanın seni sevmesi şart mı?” sözünü bayılıyorum. Sevginin şartlara bağlanması ve karşılık aranmasına bir cevap gibi olan bu sözler aklıma şu soruyu getirdi. Siz hissettiğiniz bir duygudan karşılıklı değil diye vazgeçer miydiniz? Madem herkes kendi duygularını hissediyor o zaman neden yaşam coşkumuzu, enerjimizi, doğruluğumuzu, dürüstlüğümüzü, iyiliğimizi, sevgimizi, saygımızı, dostluğumuzu ve arkadaşlığımızı şartlara bağlıyoruz? Bana gülmüyorsa bende gülmem diyerek gülümsemekten kendimizi neden mahrum bırakıyoruz? İyilik yapmak keyifli bir duygu ve biz o keyfi neden bir başkasına duyduğumuz öfkeye kurban ediyoruz? Madem her insan kendi duygularını hissediyor o zaman vazgeçmeyin iyilikten, vazgeçmeyin sevgiden… En güzel duygularınızı kurtarın şu “……se, … sa” gibi şartların esaretinden… Ve böylece beklentilerin kölesi olmak yerine bence duygularınızın efendisi olun… Sevgiyle kalın… Sarp KAYA Kaynak Kişisel Başarı