Dogru_Yol

Üye
  • İçerik sayısı

    1.928
  • Katılım

  • Son ziyaret

  • Days Won

    20

Dogru_Yol kullanıcısının paylaşımları

  1. Sayın kalpsizim_85 Merak ettim....yürüyen engelli arkadaşlarınız ne gibi ilginç olaylar yaşamışlar lütfen paylaşırmısınız ? Teşekkürler.....
  2. YAVAŞLA Adamın biri yeni aldığı arabasıyla otobana çıkmış, arabasını deniyor. Yol boyunca tabelalar görüyor. "YAVAŞLA 50 km" Hızını 50 km/s'ye düşürüyor. "YAVAŞLA 40 km" Hızını 40 km/s'ye düşürüyor. "YAVAŞLA 30 km" Hızını 30 km/s'ye düşürüyor. "YAVAŞLA 20 km" Hızını 20 km/s'ye düşürüyor. "YAVAŞLA 10 km" Hızını 10 km/s'ye düşürüyor. Ardından bir tabela daha "YAVAŞLA'ya HOŞ GELDİNİZ" Alıntı
  3. Sayın kalpsizim_85 Yerüyen engelli arkadaşlarınız ilginç olaylar yaşamış olabilir.....ama ben ilginç olaylar yaşamadım ve yaşayanların yorumlarınıda okuyunca şaşırıyorum ve burası Türkiye diye düşünüp şaşkınlığımı geçiriyorum..... Dizimden yukarıya cihaz kullanıyorum ve koltuk deyneği kullanıyorum..... Halen şaşkınlığınız devam etmekte mi ?
  4. Sayın kalpsizim_85 Çocuk felci olduğumu ve yürüyen engelli olduğumu forum da birçok yorumlarım da söylemiştim....gözden kaçırmışsınız.... Yürüyen engelliler ile t.sandalyedeki engellilerin yaşamları her konuda çok farklı olur.....
  5. İstanbul'da haftada 7 gün hizmet veren “Alo 153 Özürlü ve Yaşlı Ulaşım Hizmeti” süresi kısaltıldı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Sağlık ve Sosyal Hizmetler Daire Başkanlığına bağlı olan İstanbul Özürlüler Merkezince haftada 7 gün hizmet veren “Alo 153 Özürlü ve Yaşlı Ulaşım Hizmeti” 5 güne düşürüldü. CHP sürenin yeniden 7 güne çıkarılması için harekete geçti. CHP İBB ve Beykoz Belediye Meclis Üyeleri Nihat Arıcan’ın hazırladığı ve Naci Candaş’ın imzaladığı yazılı önerge İBB meclis Başkanlığı’na oy birliği ile havale edildi. ALO 153 Özürlü ve Yaşlı Ulaşım için 7 gün verilen hizmetin 5 güne düşürülmesini eleştiren CHP’li Üye Nihat Arıcan önergesinde şunlara değindi: "İstanbul Büyükşehir Belediyesi Sağlık ve Sosyal Hizmetler Daire Başkanlığına bağlı olan İstanbul Özürlüler Merkezi (İSÖM)’nin kuruluş sebebi; İstanbul’da yaşayan özürlülerin yaşam koşullarını iyileştirmek, bağımsızlaşmalarına destek olmak, toplumsal gelişmelerden pay almalarına yardımcı olarak üretime katkıda bulunmalarını sağlamayı hedeflemektir. Bu bilgi İstanbul Büyükşehir Belediyesi internet sayfasından alınmıştır." "İSÖM’ün vermiş olduğu hizmetler ile ilgili geniş bilgiler bulunmaktadır. Hepsi önemli olan bu hizmetlerden bir tanesi ALO 153 Özürlü ve Yaşlı Ulaşım hizmetidir. Daha önce haftada 7 gün verilen ve verilmesi gereken bu özürlü hizmeti haftada 5 gün verilmeye başlandı. Engelli ve özürlüler için bu hizmetin haftada yedi gün verilmesi bu hizmetin önemine değer katar. Bütçe kısıtlaması sebebiyle bu hizmet beş güne düşürüldü ise, kısıtlamanın başka yerden yapılmasını ve özürlülere ALO 153 Özürlü ve Yaşlı Ulaşım hizmetinin eskisi gibi haftada 7 gün olarak verilmesi için gereğinin yapılmasını arz ederiz." Kaynak.internethaber.com
  6. Öz Güven Testi

    Bende cevaplıyorum.... 1. b 2. b 3. b 4. a 5. b 6. b 7. b 8. b 9. a 10. c 11. b 12. Hiç çalışma hayatım olmadığı için yorum yok.... Sayın Can Bey'de patronum ve ( b ) şıkkı değil mi patron 13. a 14. c 15. a 16. b 17. Çalışma hayatım olmadığı için yorum yok.... 18. a 19. c 20. c Değerlendirme ( b ) şıkkı çoğunlukta ise Sizi tanımlayan kelimeler: Güvenilir, pozitif ve düşünceli. Sizin genelde pozitif bakan ve kendine güvenen biri olduğunuzu söyleyebiliriz. Güven konusunda aşırıya kaçmadığınız için, muhtemelen arkadaşlarınız arasında oldukça sevilen birisiniz. İnsanlar ile üstünlük taslamadan aynı seviyede iletişim kurabiliyorsunuz.
  7. Prof. Dr. Serap Yazıcı, 1963 Ankara doğumlu, 1998'den beri İstanbul Bilgi Üniversitesi Öğretim üyesi. AKP'nin sivil anayasa yapması için görevlendirdiği bilim kurulu üyesiydi. Kendisini o vesileyle televizyon ekranlarındaki, akıcı ve bilge konuşmaları, demokrat tavrı, kocaman siyah gözlükleri, görme engeline rağmen bedeninden enerji fışkıran bir bilim insanı olarak tanıyıp sevdim. Bugüne kadar kendisiyle uzmanı olduğu anayasa hukuku üzerine konuşuldu. Dünya tasavvurunu ve kendini var etme biçimini ilk kez bu söyleşide paylaştı. Boğazdaki evine konuk olduğumda sadece akıllı değil, duyarlı, zarif ve hoş bir kadınla karşılaştım. Bana güvendi, yazılmamak kaydıyla özelini de paylaştı. Acısını taşıma biçimindeki asaleti, üçüncü kişiler onu ne kadar üzerse üzsün onların haklarını da gözetme titizliğini görünce, ne kadar özgüveni yüksek biri olduğunu daha iyi anladım. Ne kadarının bilinmesini arzu ediyorsa o kadarını sizlerle paylaşıyorum. Sizinle ilgili ilk izlenimim çok çalışkan biri olduğunuz... Doğru çalışmayı çok seviyorum. Pazar da dahil olmak üzere, gece ve gündüz çalışırım. Bir sağlık sorunu nedeniyle, pazarları bir süre önce çıkardım. Alışkanlığım bu benim. Çalışmayınca ne yapılır, onu da çok bilmiyorum. Dinlenmem gerektiği zaman yine dinlenmem, ev işi yaparım. Boş duramam. Her işimi 5 yıl öncesine kadar kendim yapıyordum. Ama artık enerjim sınırlandı. (Gülüyor) Bu bir çeşit hayata meydan okuma mı? Meydan okuma değil de, hayatta tek başına kalabilmeye hazırlıklı olmak her zaman. Çünkü 13 yaşında annemi kaybettim. Bir insanın en çok nazının geçeceği kişi annesidir. Anneniz yoksa, sürekli nazınızı çekecek biri de olamaz. O zaman gözlerinizi kaybettiğiniz kaza olmuş muydu? Hayır aynı kazada. Bu çok büyük bir travma tabii. Ben travma olarak görmüyorum. İnsanlar çok ilerlemiş yaşlardaki kayıplarla daha zor başa çıkabiliyorlar. Daha küçük yaştakilerle belki başa çıkmak o kadar zor değil. Ben bu kayıpları yaşadığım yaş bakımından şanslıydım. Daha kolay başa çıktım. 7-8 sene önce babamı kaybettim. İşte o benim için travma oldu. O kazayı anlatmak sizi üzer mi? Üzmez ama bunu herkesle paylaşmak istemem. BANA DİPLOMASIZ AVUKAT DERLERDİ Babanızın mesleğini seçtiniz. Rol modeliniz miydi babanız? Her bakımdan rol modelimdi. Freud çok haklı; kız çocuklarının ilk aşklarını, elektra kompleksiyle açıklarken. Ben babasına gerçekten aşık bir çocuktum. Onda gördüğüm üstün meziyetleri onun mesleği ile ilişkilendiriyordum. Sanki hukukçu olduğu için babam o kadar özel bir insandı. Haliyle ben de hukukçu olursam, ben de öyle olabilirim gibi bir duygum vardı. İkincisi hukuk, kişiliğime çok uygun. Çünkü adalet duygusu çok güçlü bir insanım. Çok küçük yaşlardan itibaren kendi vicadani değerlerime aykırı bir adaletsiz bir tablo ile karşılaştığımda hep karşı çıkar, onun mücadelesini verirdim. O yüzden aile içinde bana diplomasız avukat derlerdi. Belki çok klasik bir cevap olacak ama hukukçu olmayı daha ilkokul yıllarında kafama koymuştum. Görme yeteneğinizi yüzde kaç oranında kaybettiniz? Yüzde yüz. Renklerin hiçbirini unutmadım. Her şeyi gayet iyi hatırlıyorum. Dünya elbette benim onu görme yetimi kaybettiğimden bugüne çok değişti. Bazen düşünüyorum, bir mucize olsa, yeniden görsem şok geçirir miyim diye. Özellikle Türkiye'de görsel alemde çirkinleşmenin olduğunu, çarpık bir yapılaşmanın olduğunu biliyorum. Yanımdaki kişilere anlattırarak dünyanın görsel boyutunu takip ediyorum..Aslında benimle birlikte olanlar görmeyi öğreniyorlar. Çünkü ben çok sorgulayınca, onlar görmedikleri şeyleri benimle keşfediyorlar. Böylece görmeye başlıyorlar. Görmemeyi öğrenmek mi zor, görmeyi öğrenmek mi? Görmemeyi öğrenmek benim için çok uzakta kaldı. Aslında fazla da güçlük çekmedim. Eğer materyalistseniz dersiniz ki, doğa boşluk kabul etmiyor. Her boşluğu bir şekilde dolduruyor. Değilseniz, bunu Allah'ın bir lütfu olarak kabul edersiniz. Çocukluğumdan beri çok inançlı bir insandım ben. Bu olay inanç dünyamı değiştirmedi. İsyan etmek ve sürekli mutsuz olmak mı, kabul etmek ve o şartlara uygun bir mücadele vererek, ayakta kalıp mutlu olmak mı? Bunu şu anda izah ettiğim şekilde net bir muhakeme ile yapmadım. Belki bir iç güdüydü.. Ben hiç isyan etmedim. Bunun bir kader olduğunu düşündüm. Bu babamın kullandığı bir arabada olduğu için, onun üzülmesini hiç istemedim. Komadan çıktığım ilk andan itibaren babamın kendisini suçlamaması için, bunun kader olduğuna inanması için babama telkinde bulundum. Ama kendim böyle inanıyordum zaten. Bazı aileler çocukların küçük kusurlarının altını defaatle çizerek büyütürler. Bazıları da engellerini hiç hissettirmeden, onlarla baş etmeyi öğretirler, zannederim sizin aileniz 2. gruptandı. Ben kendimi hiçbir zaman engelli gibi algılamıyorum. Ne bunu bana çevre böyle hissettirdi, ne de ben böyle hissettim. O kelime tabii bir zaruretten kaynaklanıyor, doğru, ortada bir fiziksel problem var, ama ben engelli değilim. Ailem de öyle hissetmedi ve hissettirmedi. Arkadaşlarım, profesyonel çevrem de. KENDİ KENDİME GECELERİ GÜNAH ÇIKARIRDIM ! Körlerimiz, Braille alfabesi ile yazılmış eser sayısının azlığından şikayetçidir. Ben öğrenmedim çünkü ilk andan itibaren onunla hayatı devam ettiremeyeceğimi idrak ettim çünkü her şeyden önce günlük gazete okumak mümkün değildi. Günlük gazeteleri okumayan bir insan hele o yılları düşünün, dünyayı takip edemez. Bugün dahi, görsel ve işitsel basın yayın araçları çok yaygın ama onlar tek başlarına yeterli değiller. Dolayısıyla gazete okumak dahi, bu ihtiyaç dahi Braille öğrenmemek için yeter. Hiç öğrenmedim zaten körler okuluna da gitmedim. Normal okullarda eğitim aldım. Neden ceza hukuku değil de anayasa hukukunu seçtiniz? Bu meslekte ne yapmam gerektiğine aşağı yukarı lise yıllarında karar verdim. Benim lise yıllarım Türkiye'nin 12 Eylül öncesi serüvenine rastlıyor yani siyasallaşmanın, kutuplaşmanın çok yoğun olduğu, bir demokrasi mücadelesinin olduğu yıllar. Tabii ben de o yılların gereği olarak tarafımı belirlemiştim. Vicdani değerlerim ve sosyal adalet duygum bana Marksizm'i çok çekici göstermişti ve sol görüşlüydüm. Sosyal adalet duyguma gerçekten çok hitap ediyordu. Aynı zamanda da çok inançlı birisiniz. Normal şartlarda sizin sağda durmanız beklenirdi. Zaten o çok enteresan bir durum. O bir felsefe o bir bütün. O bütünün içinde evet materyalist olmak da var. Kendi kendime geceleri günah çıkarırdım. Allah'ım beni affet diye. (kahkahalar)Dolayısıyla o atmosfer zihnimde ya anayasa hukukçusu olmalıyım ya ceza hukukçusu olmalıyım gibi bir his yarattı. Eğer bunlardan birini seçersem, Türkiye'nin bu problemlerine de daha iyi hizmet edebilirim diye düşündüm. Ama hemen hemen hukuk fakültesine adımımı attığım anda anayasa hukukçusu olmaya karar verdim diyebilirim. İşinizin dışında ne yaparsınız? Müzik dinlemeyi çok severim. Akademik çalışmalardan boğulduğum zamanlarda ferahlamak için roman okumayı çok severim. Roman dinlemeyi değil de okumayı ha! Ben dinlemek demiyorum. Okumak diyorum (Kahkahalar) Çok güzel. Kuyruk dik. Ben çok sevdim bu kuyruğu. (Kahkahalar) Çünkü benim hayatımda okumak biraz değişik tecelli ediyor ama netice olarak okumak bu...(Kahkahalar) Şu ana kadar sizin romanlarınızı okumadığım için de mahcûbum. Estağfurullah. Sizi genelde bu büyük gözlükle görüyoruz. Onlar birbirine benziyorlar. Aslında bu gördüğünüz yeni bir gözlük. Gözlük benim için bir korunma aracı değil aksesuar. Farkındaysanız aksesuarları da çok seviyorum. Estetik merakınız giyiminizden, takılarınızdan, evinizin düzeninden, seçtiğiniz objelerden anlaşılıyor. Bütün bunları kim seçiyor, nasıl seçiliyor? Bunların cevabını ancak deneyerek görebilirsiniz. Bir gün isterseniz alışverişe giderek görelim. (Gülüyor) Çok eğlenirim alışveriş yaparken. Işığı görebiliyor musunuz? Hayır hiçbir şey görmüyorum. Bazen sevdiklerime bu espriyi yaparım. Genellikle benim olduğum bir ortamda elektrikler kesildiğinde insanlar suçluluk duyuyorlar bunu fark ediyorum. Ama ben de onlara şunu söylüyorum "Siz müsrif insanlarsınız, masraflısınız. Benim içimde 24 saat aydınlık var, ampule ihtiyacım yok. (Kahkahalar) Nasıl bir hocasınız? Öğrenmeyi çok seven bir insanım. İnsanın sonsuz tekâmülüne inanıyorum. Öğrencilerime de ders verirken, öğrenmenin coşkusuyla birlikte öğretiyorum. Çok severek yaptığım bir şey. Ümit ediyorum ki onlar da benim hocalığımdan aynı şekilde zevk alıyorlardır. Anayasa hukuku elbette çok ciddi meseleleri olan bir alan... Nasıl bir tıp hekimi hastasının problemini yanlış teşhis eder, yanlış bir tedavi uygularsa, ortaya çıkan tablo vahim olursa, aynı şeyler hukuk insanı için de geçerli. Bir hukuk insanı bir problemi doğru tespit edemezse uygulayacağı çözüm doğru olmayacaktır. Çözüm zannettiği şey sorun yaratacaktır. Bir insanın hayatında çeşitli hak ihlalleri ve çeşitli mağduriyetler olabilir ki en az insanın bedeninin zarar görmesi kadar ciddi bir şey bu. O yüzden öğrencilerimize biz kendi alanımızın teknik ayrıntılarını öğretirken de çok titiz olmamız gerekiyor, onları imtihan ederken de çok titiz olmak zorundayız. Öğrenciye verdiğiniz ehliyetten sorumluluk duyuyorsunuz. O yüzden öğrencilerin kâğıtlarını okurken çok titiz davranıyorum. Yine okumuşsunuzdur Ekşi Sözlük'te, ben derse katılan öğrenciye daima artılar veririm ve yıl sonunda mutlaka o artıları kağıtlarına yansıtırım. Edebi bir şeyler yazmayı denediniz mi? Hikaye, şiir? Yazarsam yazabileceğimi hissediyorum ama orada bir şey engel oluyor. Söyleyeyim neden denemediğimi. Edebiyat yazarın kağıtla baş başa olmasını gerektiren bir alan. Araya biri girmemeli. Ama benim hayatımda yazma fiili şöyle işliyor: Ben birine dikte ediyorum ve o yazıyor. Tabii sonra noktalama işaretlerini hep ben düzeltiyorum. O iç aleminizi hayal üzerine, birine dikte edemezsiniz. Hayal edebilirsiniz. Ama onu bütün çıplaklığı ile dikte edemezsiniz. Arada bir izleyici olur. Siz roman yazıyorsunuz, bilirsiniz. Yazdığınız anda onun bir seyircisi olmamalı. Akademik yazıda böyle bir şey hissetmiyorum. Çünkü ben bilim üzerine yazıyorum. Orada benim hayallerim yok. Zaten bir gerçeklikten hareket ediyorum. Bilinmeyen bir şey de söylemiyorum. Bilinenler üzerinden yeni bir şeyler üretmeye çalışıyorum. AŞKIM DA İNANCIM KADAR KUVVETLİ Kendinizi, en çok kimin aynasında görmekten haz duyuyorsunuz? Masumların. Dolayısıyla küçük çocukların. Onlar her zaman objektif ve dürüstler. Çünkü onların dünyasında riya yoktur. Onlar iyiyi kötüyü algıladıkları gibi ifade ederler. O yüzden çocukların ifadesi her zaman benim için önemlidir. Aşkın aynasında nasıl görünüyorsunuz acaba? Biliyorsunuz benim özel hayatım skandal oldu. Fakat insanların sağduyusuna çok güveniyorum. Orada beni rencide etmeye yönelik bir tavır vardı belki ama asıl amacın içinde bulunduğumuz projeyi parçalamak olduğunu düşünüyorum. Bu sadece benimle ilgili bir konu olsa daha fazla konuşurum. Ama benimle bunu paylaşan kişinin saygınlığını bozamam. Ben incinmedim. Saklamadığım bir şey üzerinden vurmaya çalıştılar çünkü. Bunu yapanlar daha çok incinmişlerdir diye düşünüyorum. Aşık bir kadın olarak Serap Yazıcı'nın portresi nedir? Aşkım da inancım kadar kuvvetli. Aşk benim için, ilahi aşkın dünya boyutundaki yansıması. İkisi birbirinden farklı değil. Biri ne kadar sonsuzsa diğeri de o kadar sonsuz. Elif Şafak son kitabında şunu söylüyor. Aşk insana bir lütuftur. Dolayısıyla her şey Allah'ın bir lütfu. Hiç evlenmediniz değil mi? Hayır. Evli olmayı isterdim ama engeller oldu. Onları aşamadım. Zaman Gazetesi Röportajıdır... Kaynak
  8. YÖK de 'Engel'liyor

    Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) 2006'da özürlü öğrencilerin, öğrenim hayatını kolaylaştırmak amacıyla Özürlü Öğrenci Komisyonu'nu kurdu. Tekrar teşekkür ediyoruz. Şimdi gelelim sadede. 2009-2010 eğitim öğretim yılında katkı paylarıyla ikinci öğretim ücretlerinin tespitine dair kararı inceledim. Bu kez eleştiriyorum. Çünkü Özürlü Öğrenci Komisyonu'nda engelli öğrencilere sağlanan kolaylıklar kayıt ücretine gelince engele dönüşmüş. Nasıl mı? Anlatayım... Öğretim Ücretlerinin Tespitine Dair Karar'da katkı payı alınmayacak öğrenciler şöyle açıklanmış. Madde 17 diyor ki: 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu kapsamında, görevlerini ifa ederken hayatlarını kaybedenler ve maluller ile İstiklal Madalyası Verilmiş Bulunanlara Vatani Hizmet Tertibinden Şeref Aylığı Bağlanması Hakkında Kanun kapsamında şeref aylığı alanların çocuklarından öğrenci katkı payı alınmaz."Acaba gözümüzden kaçan bir şeyler mi var" diyerek YÖK'ü aradım ve telefona çıkan yetkiliye sordum: "Öğretim Ücretlerinin Tespitine Dair Karar'da terör mağdurlarından ve gazilerden öğrenci katkı payı alınmayacağı yazıyor. Özürlüler bu karara dahil mi?" "Hayır. Sadece saydığınız kişiler yararlanabiliyor" cevabını aldım. "Meğer bizim özürlüler gizli zenginmiş (!) de haberimiz yokmuş" diye söylenmeye başladım. Şimdi bu kararı alanlara özürlüler adına soruyorum. Terör mağduru ve eli öpülesi gazilerimizden öğrenci katkı payı almıyorsunuz. Tabii ki almayın... Peki, iş özürlüye gelince neden YÖK, "YOK" oluyor? Bu çifte standart neden? Acaba özürlülerin fazlası ne?Bu insanlar da sakat. Bu insanlar da mağdur. Bu insanlar da yoksulluk sınırının altında sefillik çekiyor. Fukaralıktan beli bükülen özürlü ve ailesi kayıt parası için avuç açar durumda. Bunu ben değil tekerlekli iskemleye bağımlı acılı bir anne (ismi bende gizli) söylüyor: "Açıköğretimde okuyan kızımın kayıt parasını ödeyebilmek için resmen dilenci oldum. Terör yüzünden malul olanlara ve gazilerimize bu hak verilirken biz özürlü ailelerine neden verilmiyor?"Mağdur anneye ben cevap veremedim. Cevabı "YOK" diyen YÖK'ten bekliyoruz. Cemalettin Gürsoy Kaynak
  9. “Spor Şurası 2008”

    1. Tüm tesislerin engelli, engelsiz sporcu ve seyirci ayrımı yapmaksızın düzenlenmesi, ulaşılabilir, erişilebilir ve ihtiyaca cevap verebilir hale getirilmesi, 2. Tüm spor tesislerinin dışında, Milli Eğitim Bakanlığı’na ait okulların spor tesislerinde ve diğer kurumların bu amaçla kullanılan tüm spor tesislerinde aynı düzenlemenin yapılması ve denetlenmesi, 3. 81 ilde bulunan spor tesislerinin değerlendirilmesi amacı ile GSGM Tesisler Dairesi Başkanlığı, Engelli Spor Federasyonu ve Türkiye Futbol Federasyonu yetkililerinin oluşturduğu bir komisyon kurulmalıdır. Bu komisyonca alınan kararlar doğrultusunda İl Müdürlükleri ile işbirliği içerisinde tesisler hakkında bilgi edinilmelidir. 4. Spor tesislerinin engelli sporcu ve seyircilere uygun hale getirilmesi; 81 ilde bulunan tüm spor tesislerinin engelliler açısından kullanılabilmesi için gerekli olan çalışmaların ne olacağı ve maddi bilançosunun çıkarılarak rapor şeklinde hazırlanmalıdır. 5. Yurt genelinde bütün tesislerde engelli, engelsiz tüm kulüplerin ayrım yapılmaksızın antrenman ve maç yapma imkanları eşit hale getirilmelidir. 6. Federasyonlar, Milli Eğitim Bakanlığı ve YÖK arsında yapılacak protokolle mevcut sistemdeki eksikliklerin ivedilikle düzeltilmesi sağlanmalı, özellikle alt yapı oluşturulmasında engelliler spor öğretmenliği ve antrenörleri eğitimi gerçekleştirilmelidir. Bu ve bunun gibi daha birçok engelli sporu ile ilgili konular 26-28 Kasım 2008 tarihinde, yani bundan 16 ay önce yapılan “Spor Şurası”nda tavsiye kararı alarak engelliler ve spor komisyonunun raporunda yer aldı. Yalnız bunlar mı ? Spor teşkilatının yeniden yapılanması ile ilgili Spor Komisyonu’nun karar ve görüşleri, Spor Kültürü ve Sporla Eğitim Komisyonu’nun görüşleri, Sporda Sağlık ve Sosyal Komisyonu’nun görüşleri gibi konularda da birçok görüşler ve tavsiye kararları bildirildi. Daha sonra bu çalışmaların takibi için bir komisyon kuruldu. Geldik 2010 Mart ayına. Bu arada Başbakanlık Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü bu konuları içeren tam 375 sayfalık bir kitap hazırladı. Netice sıfıra sıfır elde var sıfır. Harcanan yüzmilyarlarca para şuan ki görüntüye göre boşa gitti. Spor Bakanlığı da bugüne kadar bu konuda herhangi bir adım atmadı. O zaman sormak gerekir: Yazık değil mi bu halktan toplanan vergilerle harcanan paralara? Yavuz Kocaömer Kaynak
  10. Kumlarda hiç ayak izi olmadı, çocukluğunu hep ameliyatlarda geçirdi ama hayattan hiç kopmadı… Her türlü engeli azmi ile aşan engelli şair ve yazarlarımızdan Orkun Bozkurt’tan önemli mesaj Küçük çocuğun en büyük hayali Uzakdoğu sporlarında başarılı bir sporcu olmaktır. Ancak bir kaza sonucu sol kolu omzundan kesilir. Ailesi hayata küsmemesi için ona bir Uzakdoğu sporları hocası tutar. Hoca ona tek koluyla yapabileceği hareketler gösterir, çocuk çalışmaya başlar ve aylarca aynı hareketleri çalışır… Gün gelir hocası turnuvaya katılma zamanı geldiğini söyler ve tek koluyla öğrendiği tek hareketle yarışmaya katılır. Rakiplerini eler, finale kalır ve karşısında yılların şampiyonu vardır. Onu da yenince çocuk bile hayretler içinde kalır. O zaman hocası işin sırrını açıklar… “Sana öğrettiğim harekete karşı tek bir savunma hamlesi vardır… Rakibin sol kolunu tutmak…” Bu gerçek yaşam öyküsünü kendine rehber edinen tekerlekli sandalye mahkumlarından şair, yazar, milli sporcu Orkun Bozkurt, “Önemli olan bedenin biçimi, eksiği, fazlası ya da bedenimizin hangi parçasıyla hangi işi yaptığımız değil; eksik kalan, yitirdiğimiz veya kısıtlanan hareketlerimizden geriye kalanlara yükleyeceğimiz görevdir” diyor… Ve öyle de yapmış, doğuştan engelli, çocukluğunu ameliyatlarla geçiren, bugünün tanınmış şair-yazarlarından 37 yaşındaki Orkun Bozkurt… 3 Aralık Dünya Engelliler Günü dolayısıyla bir dizi mesaj, temenni, vaat arasında ondan dinledik “engelli” olmanın ne demek olduğunu… Tüm ağırlığına rağmen şanslı olanlardan “…Tüm ağırlığına rağmen iyi bir çocukluk geçirdim. Onca ameliyata, onca tedaviye rağmen bir ‘sakat’ gibi değil, bir çocuk gibi yaşadım çocukluğumu... Çünkü şanslı bir sakattım, iyi bir ailem vardı ve ailem saklamak, izole etmek yerine zor olanı seçip bilgisizliklerine ve başvurabilecekleri kurum, kişi olmamasına karşın beni ‘sağlam’ bir insan gibi yetiştirmeye çalıştı…” Rahme-İsmail Bozkurt çiftinin 3. ve son çocuğu Orkun, doğuştan engelli... Anne Rahme Bozkurt’un Ortopedik Özürlüler Derneği yayın organı “Basamak”taki ifadesiyle, normal bir doğumla dünyaya gelir Orkun. 3 aylıkken boynunu dik tutamadığı fark edilince tedaviler, araştırmalar başlar. Türkiye, İngiltere, Moskova’da çare aranır… Hiç ayak izim olmadı kumlarda Çok kritik ameliyatlar geçirir, aylarca tüm bedeni alçılarda kalır, bu halde okula gider. Bu ameliyatlarla ölüm riski kalkar ama ayakları yere basmaz. O artık yaşam boyu tekerlekli sandalyeye mahkumdur. “Hiç ayak izim olmadı kumlarda, ne çok isterdim oysa… Tekerlek izlerimi bırakabildim, kimse gör(e)medi” dizeleriyle anlatır bir şiirinde, yere basmanın ne demek olduğunu… Anne-baba, kardeşler, ailenin diğer bireyleri, ama en önemlisi Orkun hiç pes etmez ve hep yaşama tutunur… “İlkokul yıllarında her etkinliğin içinde ve en ön sıralardaydım. Teneffüslerde yapılan futbol maçlarında, defalarca üzerinde oturduğum tekerlekli sandalyemden yere atlayarak kalecilik yaptığımı hatırlıyorum... Bedenim alçıyla kaplı olduğu zamanlarda da oyuna tekerlekli sandalyeyle katılır, kafayla gol atmaya çalışırdım…” Ergenlik ve kapanma dönemi… Ama ergenlik dönemine de rastlayan ortaokul-lise yıllarında durum değişir… “…Artık hayatım boyunca mücadele edeceğim engellerle karşılaştım. Bunlar hem somut hem de soyut engellerdi. İlk karşılaştığım engel, okulun mimari yapısıydı. Devleti yönetenler o güne kadar bir ‘sakat’ın da okumak isteyeceğini düşünmemişti. Babamın girişimleri ve maddi katkılarıyla sınıfıma gidebileceğim rampalar yapıldı. Ama sorun bu kadar değildi. Tuvaletlere gitmem imkansızdı. 6 senelik öğrencilik hayatımda tuvaletleri bırakın ziyaret etmeyi, kapılarının ne renk olduğunu bile göremedim… Beden eğitimi derslerinde sınıfta oturuyordum. Teneffüslerde dışarı çıkmıyordum. Bunlar beni manevi olarak zorlamaya başladı ve ergenlik döneminin de etkisiyle kapanık olmaya başladım… Buralarda yaşadığım sorunlar beni üniversiteye gitme fikrinden soğuttu. Abimin ‘gerekirse sınıfta kalır, okulu sen bitirmeden bitirmem, birlikte gidip geliriz’ ısrarlarına rağmen liseden sonra okul hayatımı noktalamaya karar verdim. Zaten bana adanmış iki can vardı, daha fazlasını kaldıramazdım…” Bir insan tanıdı, hayatı değişti… Ama bir gün bir şey olur ve hayatı değişir. “Hayatımın dönüm noktası” diyor o olay, o gün için. 5 Eylül 1992… O tarihi o günden beri her yıl kutlar hala, hayatını değiştiren insanla birlikte… “Bezmiş, içime kapanmıştım. Kaldığım köyde açtığım küçük bir kırtasiye dükkanı ile ev arasında gidip geliyordum... Ve o sırada Mustafa Çelik’le tanıştım. ‘Sakat’ olmanın ne demek olduğunu, tekerlekler üzerinde nasıl yaşanacağını öğrenmeye başladım. Kendi deyimiyle ‘kötürümdü’ ama bir ‘sağlam’dan daha sağlam bir insandı…” Şair-öykü yazarı, 4 kitabı bulunan Orkun Bozkurt, Ortopedik Özürlüler Derneği’nde çalışmaya başlar. Kendi gibi yaşayanları görür, birbirini anlayan insanların bir araya gelmesiyle, el ve güç birliğiyle farklı dayanışmalar kurulur, gittikçe sayıları da çoğalır. Sporla tanışır. Tekerlekli basketbol takımında yer alır. Mustafa Çelik’in İngiltere’deki tedavisi sırasında tanıştığı tekerlekli basketbol yaşamlarına ivme katar. Bugün 15 kişiye ulaşan kadroyla Türkiye liginde yer alırlar. Haftanın 2-3 günü antrenman, maçlar, Türkiye’de karşılaşmalar… Derneğe yayın organı da kazandırırlar... Ve farklı sivil toplum örgütlerinde çalışmaya başlar Orkun Bozkurt… En iyi rehabilitasyon spor… “Özürlü için en iyi rehabilitasyon spordur. Her bakımdan… Hareket yeteneği, çevre edinme, insan tanıma, manevi katkı… Önemli olan zaten kendine yetme ve bununla birlikte özgür olma hissi… Motivasyon, azim ve kararlılıkla engeli de aşarsınız, kendinizi de… Size ‘sakat’ da deseler, acıma hissiyle de baksalar umursamaz, her şeyi aşarsınız…” Tekerlekli basketbol yanında özürlülere yönelik diğer spor dallarının da yakında ülkeye taşınması umudunu dile getiriyor. Zaten atıcılık sporunun başlaması için çalışmaların sürdüğünü anlattı. “Ne var ki başka” diye sorunca da, “Körler için futbol maçları var mesela. Topun içine çıngırak konuyor ve topun sesine göre hareket ediliyor…” diye anlatıyor. Yaşam engelli… Farkındalık yok… Fırsat eşitliği istiyoruz Ama iş kendini yetiştirmekle de bitmiyor. Bu anlamda şanslılardandır, yaşamla barışık olan engellilerden Orkun. Ama yaşamın kendi engelli… “Tek istediğimiz fırsat eşitliği, ayrıcalık değil. Bugün arabam var. Tekerlekli sandalyemi katlayıp yan koltuğa alıyorum, istediğim yere gidebilirim. Kimseye ihtiyacım yok. Ama bu ülkede gittiğim yerde istediğim yere erişemem, binaya giremem, binaya girsem asansöre sığamam… Eskiye göre uygun binalar var, ama hala çok yetersiz… Engelli için ayrılan park yerine, rampaya araç park ediyorlar. Aracını oraya park eden şık bayan senin farkında bile değil... Kaldırıma çıkmak için rampa bulmak zorundasınız, eğer rampa bulursanız ve orada park edilmiş araba yoksa, bu kez kaldırımdan inerken bulamazsınız… Ve kendi başımın çaresine bakma imkanım varken, karga tulumba taşınmak zorunda kalırsın…” “Neden işimi başkası yapsın” Farklı ülkelerde yaşadığı deneyimleri aktarırken, tekerlekli sandalyeyle hiç sıkıntı çekmeden toplu ulaşım araçlarından yararlanabildiğini, otobüsten inerek trene/gemiye binebildiğini önekleriyle, resimlerle anlatan Orkun Bozkurt, “Bu ülkede niye olmasın! Niye kendi kendimize yeterli olmamıza karşın çevresel faktörler nedeniyle bağımlı olalım! Neden bankadaki işimi babam yapsın da ben duramadığım, inemediğim, ulaşamadığım için kendi işimi yapamayım” sözleriyle devlete, duyarlılık göstermeyen vatandaşa isyanını dile getirdi. “Ben eksiklerimin yerine aklımı ve yüreğimi koyarak, yaşamda diğer ‘sağlam’ insanlardan geri kalmıyorum. Hatta pek çoğundan daha önde olduğumu söyleyebilirim” diyen Orkun Bozkurt, şu eklemeyi yapmaktan da kaçınmadı… “…Eğer cümlenin ortasında ‘ama’ varsa, ‘ama’dan önce söylenenleri unutun… Ne yazık ki ‘sağlam’ olarak anılan insanlar ile benim gibi ‘sakat’ların önüne engelleri yığan insanlar aynı kişiler… Tekerlekler üzerinde oturmadan ne olduğunu anlamak zor…” 4 bin civarında kayıtlı engelli… Özel rehabilitasyon merkezi, spor salonu, kütüphanesi, bilgisayar odası, kafeteryası, geçtiğimiz günlerde açılan sıcak su havuzuyla engelliler yanında herkese açık Mehmet Reis Fizik Tedavi Rehabilitasyon Merkezi’nde sohbet ederken, merkezle ilgili bilgi de verdi Orkun Bozkurt. Mustafa Çelik başkanlığındaki Ortopedik Özürlüler Derneği’nin Basın ve Halkla İlişkiler Sorumluluğunu da yapan Bozkurt, 500 civarında üyesi ve gönüllü katkılarıyla son derece çağdaş bir görüntü veren, psikolog ve fizyoterapistleriyle her yaştan özürlü yanında ücret karşılığı dışarıya da hizmet veren merkezin çağdaş vizyonuna dikkat çekti. Derneğe bağlı, bağışlar ve üye katkılarıyla kendi kendini finanse eden, gönüllü doktorları ve kendi araçlarıyla KKTC’nin her köşesinden özürlüleri rehabilite amacı taşıyan, tekerlekli sandalye imkanı sağlayan merkezde, katkı yapanlar listeler halinde ilan tahtalarına eksiksiz işlenmiş… Kemik erimesi problemi olan ve hamile kadınlar için özel seanslar düzenleyen, aletli spor salonuyla Plates’ten çeşitli yöntemlere kadar herkese açık bir merkez... Devletin verdiği sağlık raporları uyarınca yüzde 40 ve üzerinde engeli bulunan 3 bin 989 kişi, kayıtlı engelli kapsamında... Bunların 563’ü ilgili yasa uyarınca devlette istihdam edilmiş, geri kalana da maaş veriliyor. Avrupa’da engelli nüfusunun yüzde 10 olduğuna, KKTC’de ise kesin sayının bilinmediğine dikkat çeken Orkun Bozkurt, geçmişte nüfus sayımında bu amaçla da soru konması taleplerine olumsuz yanıt aldıklarını belirtti. Ve “sağlam”lara son söz olarak bilinen, yaygın bir deyimle seslendi… “Bize balık vermeyin balık tutmayı öğretin, tutmak için imkan yarattı. Nazire Gürkan (Tak) Kaynak
  11. Engelli vatandaşlarımız Avrupa Birliği projesi kapsamında Almanya’da incelemelerde bulundu. ENGELLİ beş vatandaşımız “Girişimcilik ve Teknoloji Kullanımının Çalışılarak Öğrenilmesi” adlı Avrupa Birliği Leonardo da Vinci Mesleki Eğitim projesi kapsamında Almanya’ya geldi. Masrafları Avrupa Birliği tarafından karşılanan engelli vatandaşlarımız beş hafta süre ile bölgede kendi alanlarında gezi, inceleme ve ziyaretlerde bulundular. Türkiye’nin değişk kentlerinden gelen ortopedik engelliler Bülent Altaç (32), Zeliha Avcı (35), Doğan Kılıç (35), Mehmet Tan (22), ile işitme engelli Meliha Uncu ( 20) "Almanya’da engellilere engel yok" dediler. İlk defa yurt dışına çıktıklarını ve burada engellilere hayatı kolaylaştıran imkanlara adeta hayran kaldıklarını belirten ziyaretçiler şunları söylediler: "Biz burada kendimizi herkes gibi normal hissettik. Tramvaya veya otobüse binmek, kaldırıma çıkmak, caddede karşıdan karşıya geçmek herkes gibi bizim de yapabildiğimiz şeylerdi. En çok şaşırdığımız olay ise Tramvay ve otobüse binerken engellilere özel rampaların olması ve şöförün gelerek yardım etmesi oldu. Aynı hassasiyet ve uygulamaların bizim ülkemizde de olması tek dileğimiz." Kaynak.hurriyet.de
  12. Padişahın İki Köleyi Sınaması

    Padişahın İki Köleyi Sınaması Bir padişah ucuza iki köle satın aldı. Onlardan birisiyle bir iki söz konuştu. Köleyi anlayışlı, zeki ve tatlı sözlü buldu. Zaten şeker gibi dudaktan ancak şeker şerbeti zuhur eder. Ademoğlu dilinin altında gizlidir. Bu dil, can kapısına perdedir. Bir rüzgar esti de kapıyı kaldırdı mı evin içinde ne varsa görürüz. O evde inci mi var, buğday mı altın hazinesi mi var, yoksa yılan akreple mi dolu? Yoksa içerde hazinemi var da kapısında yılan beklemekte? Çünkü altın hazinesi bekçisiz olmaz. Köle, düşünmeden öyle söz söylemekteydi ki başkaları beş yüz defa düşünür de ancak öyle bir söz söyleyebilir. Sanki içinde deniz var, deniz de baştanbaşa söyleyen incilerle dolu. Ondan parlayan her incinin nuru, Hak ile Batılı ayırır. Kuran’ın Nuru da Hak ile Batılı zerre,zerre fark eder, bize gösterir. O incinin nuru, gözümüzün nuru olsaydı suali de biz sorardık,cevabı da biz verirdik. Gözünü eğrilttin de onun için ayı iki gördün. İşte bu bakış, şüpheye düşüp sual sormaya benzer. Gözünü doğrult da aya öyle bak ki tek göresin. İşte cevabı da bu! Düşünceni doğrult, iyi bak. Çünkü düşünce de o incinin pırıltılarındandır. Kulaktan gönüle doğan her cevaba göz; onu bırak, cevabı benden duy der. Kulak vasıtadır, vuslata erense göz; Göz hal sahibidir, Kulaksa dedikoduda! Kulağın duygusu sıfatları tebdil eder, halbuki gözlerin apaçık görgüsü, mahiyetleri bile değiştirir. Ateşin varlığını sözle bildin, bu varlığa sözle yakın hasıl ettinse pişmeyi iste, sözde kalma. Yanmadıkça o bilgi,aynel yakın değildir. Bu ya kini istiyorsan ateşe dal. Kulak hakikate nüfuz ederse göz kesilir. Yoksa söz kulakta kalır, gönüle tesir etmez. Bu sözün sonu gelmez. Geri dön de padişah o kölelere ne yaptı,onu anlat. Padişah o köleciği zeki görünce öbürüne “beri gel”diye emretti. Buradaki sevgiye ve acımaya delalet eden “ceğiz” eki küçültme, horlama için değildir. Nitekim ana oğula “yavrucuğum” derse bu horlama sayılmaz. İkinci köle padişahın huzuruna geldi. Ağzı kokuyordu,dişleri de kapkaraydı. Padişah, onun sözünden pek hoşlanmadı ama nesi var, nesi yok diye sırlarını aramaya koyuldu. “ Bu şekilde, bu pis kokulu ağzıyla biraz ötede otur; fakat o kadar da ileri gitme. Çünkü seninle uzaktan konuşmak gerek. Benimle düşüp kalkamazsın, benimle bir yerde oturamazsın. Biraz ötede dur da senin o ağzını bir tedavi edelim. Sen güzelsin. Ben hünerli bir doktorum. Bir pire için yepyeni bir kilim yakılmaz ya. Sana da büsbütün göz yummak doğru değil. Bütün ayıplarınla beraber otur, iki üç hikaye söyle de aklın nasıl bir göreyim dedi. O zeki köleyi de “ Haydi git yıkanıp arın” diye hamama yolladı. Huzurundaki köleye “Aferin sen akıllı bir adamsın, Hakikatte yüz köle değersin, bir değil. Kapı yoldaşın, hakkında kötü şeyler söyledi, fakat sen hiç de öyle değilsin. O hasetçi herif, az kalsın bizi senden soğutuyordu. Senin hakkında, hırsızdır, doğru adam değildir, münasebetsiz hareketlerde bulunur, ahlaksızdır, lanettir,şöyledir, böyledir demişti.” Dedi. Köle dedi ki: “ O daima doğru söyler. Onun gibi doğru sözlü adam görmedim. Doğru söyleme yaradılışında vardır. Ne dese, aslı yok diyemem. O iyi düşünceli adamı ben körü bilmem, kusuru üstüme alırım doğrusu. Padişahım, olabilir ki o bende bazı ayıplar görmüştür de ben onları kendimde görememişimdir. Herkes önce kendi kusurunu görseydi halini ıslah etmekten gaflet eder miydi? Halk kendisinden gafildir babam gafil. Onun için birbirlerinin kusurlarını görürler. Ben kendi yüzümü göremem de senin yüzünü görürüm; sen de benim yüzümü görürsün. Kendi yüzünü görmeye muktedir olanın nuru, halkın nurundan artıktır. O ölse bile nuru bakidir. Çünkü görüşü, Allah görüşüdür. Kendi yüzünü, gözünün önünde apaçık bir surette gören nur, bildiğimiz nur değildir. Padişah “Şimdi o senin ayıplarını söylediğin gibi sen de onun ayıplarını söyle, ki benim dostum olduğunu, memleketimde emin bir vekilim bulunduğunu ve beni sevdiğini bileyim” dedi. Köle dedi ki; “Padişahım, o benim iyi bir kapı yoldaşımsa da kusurlarını söyleyeyim: Kusuru. Sevgi, vefa, insanlık, doğruluk, zeka ve dostluktur. En ehemmiyetsiz kusuru cömertlik, düşkünlere yardım etmektir. Ama nasıl cömertlik? Canını da verir. Allah bu can bağışlamaya karşılık yüz binlerce can ihsan eder. Bunu görmeyen kişi nasıl cömert olabilir? Eğer görseydin nasıl olur da can vermeden çekinir, bir can için bu kadar tasalanırdın? Su kenarındayken suyu sakınan, esirgeyen, ancak ırmağı görmeyendir. Peygamber “Kıyamet gününde verilecek karşılığı yakinen bilen, Bire on karşılık verileceğini anlayan kişinin cömertliği artıp durur, bu çeşit adam, türlü, türlü cömertlikler icabeder.” Dedi. Cömertlik bütün karşılıkları görmedir. Şu halde karşılığı görüş, korkunun zıddıdır. Nekeslik de karşılıkları görmedir. İnciyi görmek, denize dalan dalgıcı sevindirir. Eğer cömertliğe karşılık verilecek olan şeyleri herkes görseydi dünyada kimse nekes olamazdı. Çünkü hiçbir kimse karşılıksız bir şey bağışlamaz. Şu halde cömertlik gözden gelir, elden değil. İşe yarayan görüştür, gözü açıktan başkası kurtulamaz. Arkadaşımın bir kusuru da kendisini görmemesidir. O, kendisinde kusur arar durur. Kendi ayıbını söyler, kendi ayıbını arar. Herkesi iyi bilir, herkesle dosttur da kendisiyle dost değildir.” Padişah “ Arkadaşını övmede ileri gitme. Onu överken kendini övmeye kalkışma. Çünkü onu imtihana çekersem ilerde utanırsın” dedi. Köle dedi ki; “ Hüküm ve kudret sahibi, bağışlayan ve acıyan Ulu Allaha andolsun Peygamberleri, ihtiyacı olduğundan değil de fazlından, kereminden gönderen, Aşağılık topraktan, yüce padişahlar yaratan, onları topraktan yaratılmış mahlukatın tabiatlarından arıtan, gök ehlinin derecelerinden üstün kılan, Ateşten saf bir nur yaratıp onunla bütün nurları parlatan, Nurlara doğan nurları aydınlatan nuru yaratan, Adem peygamberin feyz alıp marifete eriştiği aydın ziyayı meydana getiren, Adem’den bitip şiş’in devşirdiği nuru, Adem’in görüp Şis’i yerine halife ettiği nuru. Nuh’un feyz aldığı, can denizi havasında inciler yağdırdığı nuru halk edene andolsun. İbrahim'in canı o nurlardan Nurlandı da pervasızca ateş şulelerine koştu, ateşe atıldı. İsmail, onun ırmağına düştü de o yüzden parlak bıçağın önüne baş koydu, boyun verdi. Davud’un canı onun şulelerinden hararetlendi de ondan dolayı elinde demir yumuşadı, eridi. Süleyman, onun vuslatından süt emdi de cinler periler onun için fermanına tabi oldular. Yakup, onun kaza ve kaderine teslim oldu da ondan oğlunun kokusuyla gözü açıldı, aydınlandı. Ay yüzlü Yusuf, o güneşi gördü de rüya tabirinde o kadar uyanık hale geldi. Asa, Musa’nın ellinden su içti de o yüzden Firavununun saltanatını bir lokma etti. Meryem oğlu İsa, merdivenini buldu da dördüncü kat göğün üstüne çıktı. Muhammed, o mülkü, o nimeti buldu da hemencecik ayı ikiye böldü. Ebubekir, tevfika mazhar oldu da öyle bir padişahın müsahibi oldu, öyle bir padişahı candan tasdik etti. Ömer, o maşuka aşık oldu da gönül gibi hakkı batılı ayırt etti. Osman, o apaçık görüşün ta kendisi oldu da feyizli bir nura nail olup Zinnüreyn oldu. Mürteza, onun yüzünden inciler saçtı da can vadisinde Allah aslanı kesildi. Cüneyd, onun askerinden yardıma nail olunca eriştiği mertebeler sayıdan üstün oldu. Bayezid onun ihsanına yol bulunca Allahdan “ Kutbül Arifin” adını duydu. Kerhi, onun harimine bekçi olunca aşk halifesi oldu, nefesleri Allah nefesi haline geldi. Edhemoğlu, atını sevinçle o tarafa koşturunca adil sultanların sultanı oldu. Şakik, o ulu yolun meşakkati yüzünden güneş gibi aydınlatıcı bir reye, her şeyi gören bir göze erişti. Daha nice yüz bin gizli Padişahlar var ki o nur aleminde yüceliğe sahiptirler, makamları vardır. Allah her yoksul, onların adlarını anmasın diye gayretinden adlarını gizledi. O nura ve denizde balıklar gibi yaşayan nuranilere andolsun. O nura ve denizi,denizin canı desem de layık değil. O aleme yeni bir ad aramaktayım. O Allaha andolsun ki bu da ondandır, o da ondan. İçler, hakikatler, ona nispetle kabuktur, zahirdir. Andolsun o Allaha ki kapı yoldaşım ve dostum, bu benim sözlerimden yüz kat daha üstündür. Arkadaşımın evsafından bildiklerimi söyledim, fakat, ey kerem sahibi inanmıyorsun; ne diyeyim.? Padişah dedi ki : “ Şimdi artık kendi halinden bahset. Ne vaktedek şunun, bunun halini anlatacaksın? Söyle bakalım,senin neyin var, ne elde ettin, deniz dibinde ne inciler getirdin? Ölüm günü, bu duygun kalmaz. Can nurun var mı ki gönlüne yar olsun? Mezarda bu göze toprak dolar. Mezarı aydınlatacak nurun var mı? Bu elin, ayağın gidince canının uçması için kolun kanadın var mı? Bu hayvani can kalmayınca yerine koymak için baki bir cana sahip misin? Şart, iyilik etmek değil, iyilikte gelmek, bu iyiliği Allaha götürmektir. İnsanlıktan mı bir cevhere sahipsin, eşeklikten mi? Bu arazlar yok olunca nasıl götüreceksin ki? Bu namaz ve oruç arazlarını Allaha nasıl ileteceksin ki? Çünkü araz, iki zaman zarfında baki kalmaz, yok olup gider, bir anlıktır. Arazları götürmeye imkan yoktur. Fakat cevherden hastalıkları giderirler. Bu suretle de cevher, bu hastalık arazlarından kurtulur, değişir. Perhiz yüzünden hastalığın geçmesi gibi. Perhiz arazı, çalışmalarıyla cevher olur; acı ağız perhizle tatlılaşır. Ziraatla topraklar ekinle, başakla dolar. Saç ilacı, örgü, örgü saç bitirir. Kadını nikahlamak arazdı, mahvolup gitti. Fakat o arazdan bize evlat cevheri meydana geldi. Atı deveyi çiftleştirmek arazdır. Bundan maksat da yavru cevherini elde etmek. Bostan ekmek arazdır, Bostanda biten mahsul cevheridir. Zaten maksat da budur. Kimya ile uğraşmayı da araz bil, eğer o kimyadan bir cevher elde ettiysen onu getir. Aynayı cilalamak da arazdır. Fakat bu arazdan tertemiz bir ayna cevheri meydana gelir. Şu halde “ Ben ibadette bulundum” deme, o arazlardan elde edileni göster, ürkme. Senin o köleyi övmen de arazdır. Sus, koçun gölgesini kurban etmeye kalkışma!” Köle dedi ki : “Padişahım, araz tebeddül etmez dersen bu söz, akla ancak ümitsizlik verir. Padişahım araz gider de bir daha geri gelmezse bu, kulu ancak meyus eder. Eğer arazlar başka bir şekle tebeddül etmeseydi, başka bir şekle bürünüp var olmasaydı iş batıl olur, sözler manasız bir hale gelirdi; Bu arazlar başka bir varlık suretine bürünüp başrolur. Her şey, neye layıksa o şekle tebeddül eder. Sürünün çobanı, sürüye layık kişidir. Mahşerde her arazın bir sureti vardır,her araz suretinin de bir nöbeti. Kendine bak, sen de araz değil miydin, anandan, babandan hasıl olmadın mı ve bir maksat uğrunda birisiyle eş değil misin? Evlere köşklere bak. Bunlar mühendisin tasavvura tından ibaretti. Güzel olarak gördüğümüz sofası hoş. Tavanı, kapısı mükemmel olan filan ev ,(mühendisin zihnindeydi) Mühendisin zihnindeki o araz, o düşünce aletleri hazırladı, ormanlardan direkleri getirdi 8 ev yapılıp meydana çıktı.) Her hünerin aslı, esası, hayalden,arazdan düşünceden başka nedir ki? Dünyanın bütün cüzülerine, fakat gararsızca bak; arazdan başka bir şeyden meydana gelmemiştir. Önceki fikir, sonun da fiile gelir. Dünyanın kuruluşunu ezelden beri böyle bil. Meyveler, gönülde evvelce vücuda gelir de sonunda fiile çıkar. İşe girişip de ağaç diktin mi ilk harfi,sonunda okudun demektir. Gerçi dal, yaprak ve kök evveldir ama onların hepside meyve için vücut bulur. Feleklerin dimağı olan o baş da bunun için en sonunda “ Levlak” sırrına mazhar oldu. Bu sözler arazların nakline ait bahislerdir. Bu aslan ve tuzak, hep bunun içindir. Bütün alem,esasen arazdı. “ Hel Eta” suresi, bu manayı izah için geldi. Bu arazlar neden doğar? Suretlerden. Ya bu suretler neden vücuda gelir? Düşüncelerden. Bu cihan, Akl-ı Küll’ün bir düşüncesinden ibarettir. Akıl, padişaha benzer, suretler de peygamberlere. İlk alem, imtihan alemidir. İkinci alem şunun bunun yaptıklarının mükafat ve mücazatını görme alemidir. Padişahım, kulun hain olsa o araz yani hainliği, zincir ve zindan olmakta. Yerinde ve değerinde bir hizmette bulunsa, savaşta bir yararlık gösterse o araz da bir hil’at şeklinde temessül etmekte. Bu arazla cevher kuşla yumurtadır; bu ondan olmakta, o bundan doğmakta Padişah, köleye “ Tut ki dediklerin doğru, hepsini kabul ettim. Fakat arazlardan bir cevher doğmadı ki” dedi. Köle “ Bu iyi ve kötü dünyası, gayp alemi haline gelsin,iyilik ve fenalık apaçık bilinmesin diye akıl onları gizlemiştir. Çünkü fikrin şekil ve suretleri meydana çıksaydı kafir ve mümin,yalnız Allahı zikreder, başka bir söz söyleyemezdi. Eğer iyilik ve kötülükten meydana gelen suretler gizli olmayıp da meydana bulunsaydı küfür ve iman,apaçık meydana çıkar,aklında yazılırdı. O takdirde nasıl olurdu da bu alemde put kalır, puta tapan bulunurdu? Nasıl olur da kimsenin kimseyle alay etmeye mecali kalırdı.? O vakit bu dünyamız kıymet kesilirdi. Kıyamette kim suç işleyebilir” dedi. Padişah “ Allah bütün mücazatı gizledi, gizledi ama avamdan gizledi, kendi haslarından değil. Ben bir emiri tuzağa düşürmek dilersem emirlerden gizlerim, fakat vezirden gizlemem. Hak bana işlerin mükafat ve münacazaatını, amellerden yüz binlercesinin büründüğü suretleri gösterdi. Ben bilirim ama sen de bir nişane ver. Ay, bulutla örtülse de bana gizli değildir” dedi. Köle madem ki olanı ,biteni olduğu gibi biliyorsun; beni söyletmeden kastın ne? Deyince. Padişah “ Dünyayı izhar etmekteki hikmet, Tanının ilmindekileri izhar etmektir. Bildiğini izhar etmedikçe alemdeki zahmet ve meşakkatleri belirtmez. Senden bir kötülük yahut iyilik meydana gelmeksizin hatta bir an bile duramazsın. Bu amelleri izhar etme zarureti, sırrının, açığa çıkması içindir. Nasıl olur da ipliğin ucunu gönlün çekip durduğu halde iplik eğirme aletine benzeyen tenin işlemez? Tasalanman, dertlenmen; gönlünün o çekişine, isteğine alamettir. O işi yapmamak da sana açıkça can çekişmedir, ölümdür. Bu alem de daimi olarak doğurur, o alem de. Her sebep anadır, eser çocuğunu meydana getirir. Eser doğdu mu ondan da şaşılacak sebepler doğması için sebep hakline gelir. Bu sebepler, nesilden nesli yürür gider. Fakat görmek için adamakıllı aydın bir göz lazım dedi” dedi. Padişah, onunla konuşurken söz buraya gelince o köleden bir alamet gördü mü , görmedi mi? Bilmem. Hakikati arayan o padişahın, köleden bir nişan, bir alamet görmesi, hiç de umulmayacak bir şey değil. Fakat gördüğünü söylemek için bize izin yok. Öbür köle hamamdan gelince padişah, onu da huzuruna çağırdı. “Sıhhatler olsun,daimi afiyetler olsun. Ne de latif, ne de zarif, ne de güzelsin. Yazık, öbür kölenin söyleyip durduğu kötü huyların da olmasa ne olurdu? O zaman yüzünü gören neşeye dalardı. Seni görmek, cihana malik olmaya değerdi” dedi. Köle dedi ki: “ padişahım, o dinsizin hakkımda söylediklerini bir parçacık anlat!” Padişah “ Önce iki yüzlülüğünü anlattı. Ona göre sen görünüşte bir deva, fakat hakikatta bir dertmişsin”dedi. Köle, dostunun kötülüğünü bu suretle padişahtan duyunca derhal, kızgınlık denizi köpürdü. Ağzı köpüklendi, yüzü kızardı, onun aleyhinde bulunma dalgasına düştü, bu dalgalar, hadden aştı. Dedi ki : “ o evvelce benimle dosttu. Kıtlıkta kalmış köpek gibi hayli pislik yemişti.” Çan gibi durmadan onun aleyhinde bulunmaya başlayınca padişah, elini ağzına götürüp “ kafi” dedi. “ Bu sımamayla onu da anladım, seni de. Senin canın kokmuş onun ağzı. Ey kokuşuk canlı, uzak otur. O amir olsun, sen onun memuru ol!” Ulular bunun için “ Dünyada insanın rahatı, dilini korumasındandır” dediler. “ riya ile tespih, külhanda biten yeşilliğe benzer” mealinde bir hadis vardır, bunu böyle bil ey ulu kişi! Güzel ve iyi suret, bil ki kötü huyla beraber olunca bir kalp akça bile değmez! Bil ki zahiri suret yok olur, fakat mana alemi ebedidir, kalır. Testinin suretiyle ne vaktedek oynayıp duracaksın? Testinin nakşından geç, ırmağa suya yürü. Suretini gördün ama manadan gafilsin. Akıllıysan sedeften bir inci seç, çıkar. Alemdeki bu sedefe benzeyen kalıpların hepsi can denizinden diriyse de, Her sedefte inci bulunmaz, gözünü aç da her birinin içine bak Onda ne var bunda ne var? Onu anla çünkü o değerli inci nadir bulunur. ( Devamı Altta )
  13. Padişahın İki Köleyi Sınaması

    Surete talip olursan (bu şuna benzer) bir dağ, görünüşte büyüklük bakımından lalin yüzlerce mislidir. Senin elin, ayağın,saçın, sakalın da gözünden yüzlerce defa daha büyüktür. Fakat iki gözün, bütün azadan daha kıymetli olduğu meydandadır. Gönlüne gelen bir tek düşünce yüzünden de yüzlerce cihan, bir anda baş aşağı devrilir gider. Padişahın cismi, surette birdir ama yüz binlerce asker, arkasından koşar. Fakat o tertemiz padişahın şekli ve sureti de gizli bir fikre mahkumdur. Gör ki bu sayısız halk, bir tefekkür yüzünden yeryüzünde akıp giden sel gibidir. Halk, o düşünceyi küçük ve ehemmiyetsiz görür ama sel gibi cihanı suya boğar ,alıp götürür. Alem de her hünerin fikirle kaim olduğunu, Evlerin, köşklerin, şehirlerin,dağların, sahraların, nehirlerin hep onda meydana geldiğini, Denizdeki balığın denizin vücuduyla yaşadığı gibi yerin de denizin de, güneşin de, göğün de fikirle diri bulunduğunu madem ki görmektesin. Neden kör gibisin, neden ahmaklık ediyorsun, neden sence ten Süleyman gibi oluyor da fikir karınca gibi? Gözüne dağ, büyük görünüyor da fikri fare gibi küçük, dağı kurt gibi büyük sanıyorsun. Alem, gözünde pek korkunç, pek büyük görünmekte. Buluttan, gökten,gök gürlemesinden ürküp korkuyor,tir, tir titriyorsun. Halbuki ey eşekten aşağı kişi, fikir aleminden emin ve gafilsin, bir taş gibi o, cihandan haberin yok! Çünkü suretten ibaretsin, akıldan nasibin yok. İnsan huylu değilsin, bir eşek sıpasısın! Bilgisizlikten gölgeyi adam görüyorsun da insan o yüzden sence bir oyuncaktan ibaret, değersiz bir şey. O fikir, o hayal örtüsüz bir surette kol kanat açıncaya kadar dur. O zaman dağları yumuşak pamuk gibi görürsün, bir de bakarsın ki bu soğuk, sıcak yeryüzü yok oluvermiş! O zaman ezeli ve ebedi hayata ve muhabbete sahip olan Allahdan başka ne göğü görürsün ne yıldızı! Bir misal, ister doğru olsun, ister yanlış doğrulukları aydınlatsın da. Padişah, lütfüyle bir köleyi bütün adamların içinden seçmiş, onlardan üstün etmişti. Elbisesinin pahası, kırk emirin maaşına bedeldi. Onun kazandığı kadir ve kıymetin onda birini, hatta yüz vezir bile görmemişti. Talihin yaverliği, bahtının müsait oluşu yüzünden yücelmiş, adeta bir Eyaz olmuştu. Padişah da sanki zamanın Mahmut’uydu. Ruhu padişahın ruhîyle birdi. Bu ten aleminden önce de o iki ruh, birbirine eş olmuş, birbirine aşina olmuştu. Zaten iş, tenden önce olan iştir. Sonradan meydana gelenlerden geç! İş arifindir, Çünkü arif, şaşı değildir. Gözü, ilk ekilen şeyleri görür. Buğday mı ekildi, arpa mı? Gece, gündüz gözü ondadır. Gece, neye gebeyse onu doğurur. Bunu menetmek için yapılan hileler, başvurulan tedbirler havadan ibaret! Allahın takdirini, kendi tedbirinden üstün gören kişi, nasıl olur da kendi tedbirleriyle gönlünü avutabilir? Aklına tedbirine güvense tuzak içinde olduğu halde tuzak kurar, fakat canına andolsun, ne bu kurtulur,ne o! Yüzlerce çayır, çimen bitse de, dökülse de sonun da yine Allahın ektiği çıkar! Ekilmiş ekinin üstüne ekin ekerler ama bu ikincisi fanidir, ilki doğrudur,ilki yerindedir. İlk ekin kemal bulur, seçilip toplanır. İkinci tohumsa bozulur, çürüyüp gider. Sevgilinin huzurunda tedbirini terk et; filvaki tedbiri de onun tedbirinden, onun kaderinden doğmadır ya! Hakk’ın yücelttiği iş ne yarar. Nihayet biten, ilk ekilendir. Madem ki sevgiliye esirsin, ey aşık ektiğini onun için ek! Hırsız nefsin etrafında dolaşma, onun işine bulaşma. Bir iş, Hakk’ın işi değil mi? Hiçtir hiç! Kıyamet günü gelmeden, gece hırsızı, mal sahibinin yanında rüsvay olmadan bu işten vazgeç. Hilelerle, tedbirlerle çalınmış olan malın vebali adalet günü çalan adamın boynunda kalır. Yüz binlerce akıl, bir araya gelip onun tuzağına aykırı bir tuzak kurmak isterler, kurarlar da. Kurdukları tuzağı pek kuvvetli pek yerinde ve kafi bulurlar ama bir çöp parçası rüzgara nasıl dayana bilir? Eğer sen “Şu halde varlığın ne faydası var?” dersen senin bu sualinde fayda var mı inatçı adam? Sualinde fayda yoksa bu abes ve faydasız suali niye dinleyeyim? Eğer bir çok faydaları varsa neden bu cihan faydasız olsun öyle ise? Cihan, bir cihetten faydasız başka bir cihetten faydalarla dopdoludur. Sana faydalı olan şey, bana faydasızsa mademki sence faydalı, onun yapmaktan geri durma. Yusuf’un güzelliği kardeşlerince abesti,lüzumsuzdu. Fakat bütün bir aleme faydalıydı. Davud'un sesi kadar güzeldi ama güzel sesten anlamayanlar dinlemek istemezlerdi. Nil nehrinin suyu, abıhayattan daha hoştu, daha feyizliydi. Fakat nasipsiz ve münkir olanlara kandı. Şehitlik, mümin için hayattır, münafık için ölüm ve çürüme! Alemde bir sürü halkın mahrum olmadığı bir nimet var mı? Söyle. Şekerden öküze, eşeğe ne fayda var? Her canın başka bir gıdası vardır. Fakat o gıda, gıdalanan kişiye arızî ise ona nasihat etmek de onu doğru yola getirmek demektir. Birisi hastalık dolayısıyla toprak yemeyi sevse toprağı,kendisine gıda sanır ama, asıl gıdasını unutmuş, hastalık yüzünden alıştığı gıdaya yüz tutmuştur. Şerbeti bırakmıştır da zehir yemektedir. Hastalık yüzünden alıştığı gıda kendisine tatlı gelmiştir. İnsanın asli gıdası Allah nurudur, ona hayvan gıdası layık değil! Fakat gönül, hastalık yüzünden bu gıdaya düşmüştür; gece gündüz bu suyu içmekte, bu toprağı yemektedir. Bu gıdayı yiyen kişinin yüzü sapsarıdır. Ayağı tutmaz kalbi helacana uğrar. Nerede yol, yol olan göklerin gıdası nerede bu? O, gıda devletin has kullarına mahsustur. O, boğazsız aletsiz yenir. Güneşin gıdası, arş nurundandır, hasetçinin, Şeytanın gıdası ferş dumanından! Allah, şehitler için “ Onlar rızıklanırlar” buyurdu. O, gıda için ne ağız vardır, ne tabak! Gönül, her dosttan bir gıda ile gıdalanır, her bilgiden bir lezzet alır. Herkesin yüzünden bir şey yemekte, her buluştuğundan bir şey almaktasın. Yıldız, yıldızla kıran etti mi mutlaka her ikisine uygun bir şey doğar. Erkekle kadının buluşmasından çocuk doğduğu gibi taşla demirin birleşmesinden de kıvılcım meydana gelir. Toprağın, yağmurla kıranı, meyvaları, yeşillikleri, çiçekleri bitirir. İnsan, yeşilliğe baksa gönlü hoşlanır,gamı gider, neşelenir. Canımız neşelenirse bizden iyilikler, ihsanlar doğar. Güzelce, dilediğimiz gibi gezdik, eğlendik mi karnımız acıkır iştahımız artar. Rengin kızarması karanlıktandır. Kan da hoş ve gül renkli güneştendir. Renklerin en güzeli kırmızı renktir. O renk de güneştendir, güneşten meydana gelir. Zuhale karin olan her yer çoraklaşır, oraya ekin ekilemez. Bir şeyin bir şeyle birleşmesi,kuvvetin halindeki fiili meydana çıkarır; Şeytanın münafıkla birleşmesi gibi. Bu manalara, dokuzuncu kat gökten yüce derecesiz, dereceler, mekansız yücelikler vardır. Halkın makamı. Derecesi ariyettir. Fakat emir alemi olan Melekut diyarının makam ve derecesi aslidir. Halbuki halk, makam ve derece için aşağılıklara katlanır,bayağı hallere düşer, yücelik ümidiyle horluktan lezzet alır,hoşlanır! On günlük yücelik için zilleti çekerler, gam ve gussa ile boyunlarını iğ gibi ipince bir hale korlar. Nasıl oluyor da benim bulunduğum yere, bu yücelikten aydın güneş olduğum mekana gelmiyorlar? Güneşin doğduğu yer, kapkara bir burçtur. Bizim güneşimizse doğu yerlerinden dışarıdır! Onun doğduğu yer, zerrelerine nispetle doğu yeridir. Halbuki zatı ne doğar. Ne dolunur! Onun arta kalan zerreleri olan bizler de iki cihanda gölgesiz bir güneşiz. Ne şaşılacak şey! Böyle olduğu halde yine Şemsin etrafında dönüp dolaşmaktayım. Buna sebep deyini Şemsin ışığı, aydınlığı! Şems, hem sebepleri, vesileleri meydana getirmede hem de sebepler, vesileler ona erişememekte! Yüz binlerce defa ümidimi kestim. Kimden mi? Şemsten. Buna inanır mısınız? Ben güneşten ümidimi keseyim, balık suya sabretsin! Bu sözüme inanma sakın! Ümitsizliğe düşersem ümitsizliğimde güneşin işidir, onun tecellisidir ey Hasan! Sanat, nasıl olur da sanatkardan ayrılır? Hiç var olan,varlıktan başka bir yerde oylar mı? Bütün varlıklar bu bahçede yayılır. İster Burak olsun ister Arap atları, ister eşek! Fakat bu hareketlerin bu denizden olduğunu görmeyen, her an yeni bir mihraba yüz çevirir. O, tatlı denizden acı su içe, içe nihayet o acı su, gözünü kör etmiştir. Deniz “ Ey kör, benden sağ elinle su iç de gözün açılsın” der. Burada sağ el, hüsnü zandır. Çünkü iyinin, kötünün nereden geldiğini hüsnü zan bilir. Ey mızrak, seni bir döndüren var. O yüzden bazan dümdüz dikilmekte, bazan iki kat olmuş gibi eğilmektesin. Şemseddin’in aşkıyla tırnağımız yok ki. Yoksa bu körün güzünü açardık! Ey hak ziyası Hüsameddin, sen hasetçinin gözünün körlüğüne rağmen hemen yürü, onun illetini tedavi et! Senin ilacın çabucak tesir eden ululuk tutyası, eseri mutlaka görülen karanlıklar dağıtıcı bir ilaçtır. O ilaç, bir körün gözüne konsa yüzyıllık zulmeti derhal giderir. Hasetçiden başka bütün körleri tedavi et! Fakat seni inkar eden hasetçiyi tedavi etmek. Hatta, sana kasteden ben bile olsam, bırak, can çekişip durayım, sakın can bağışlama. Güneşe has ededen güneşin varlığından incinen kişi yok mu? Ah, işte sana devası olmıyan illet. O adam kördür, kör! İşte sana ebediysen kuyunun ta dibine düşmüş kalmış bir kişi! O ezeli güneşi yok etmek ister, fakat söyle, bu muradı nasıl olur da yerine gelir, imkan var mı? Padişah beylerinin hikayesi,o ebedi sultan kölelerinin has köleye hasetleri. Söz, sözü aça, aça hayli geri kaldı. Yine o hikayeye başlamak, onu tamamlamak gerek. İkbal sahibi ve bahtlı melek bahçıvan nasıl olur da ağacı ağaçtan fark etmez? Acı ve kötü ağaçla bire yedi yüz meyve veren meyveli ağacı. Nasıl olur da bir görür, ikisini de yetiştirmek için zahmet çeker, hele gözü her şeyin sonunu görüp dururken buna imkan mı var? O iki ağaç, filvaki şimdi görünüşte bir görünüyor ama ağaçlardan maksat ne? Meyve vermek değil mi? Allah nuruyla gören, sondan önden agah olan şeyh; Ahiri gören gözü Allah uğrunda yummuş menzile ulaşma hususunda sonu gören gözü , açmıştır. O hasetçiler, kötü ağaçtır. Yarattıkları acı, bahtları kötüdür. Hasetten coşarlar,ağızları köpürür durur. Gizlice hileler kurarlar. Bu suretle has kölenin boynunu vurmak, dünyadan kazımak dilerler. Canı padişahın canı olan kişi nasıl fani olur? Birisinin gönlünü Allah korursa o adam nasıl yok olur? Padişah o sıralara vakıftı, fakat Ebubekr-i Rebabi gibi ses çıkarmıyordu. Yaratılışları kötü, ahlakları fena kişilerin gönüllerini görüyor, o testicilerle gizlice alay ediyordu. Hileciler hile düzüp koşuyorlar,padişahı çömleğe sokmak istiyorlardı. O kadar büyük bir padişah,a eşekler, nasıl bir çömleğe sığar? Padişah için bir tuzak ördüler ama nihayet bu hileyi de ondan öğrendiler. Ne kötü talebedir o talebe ki hocasıyla baş koşar, onunla kendisini bir görür. Hem de hangi hocayla? Huzurunda gizli, aşikar bir olan cihan hocasıyla. Onun gözü, Allah nuruyla bakmakta, bilgisizlik perdelerini yırtıp yakmaktadır. O talebe eski kilim gibi paramparça, delik deşik olmuş gönülleri bir perde yapıp o hakimin önüne gerer. Halbuki o perde bile yüzlerce ağzıyla ona gülüp durur. Her ağzı hocaya bir delik olmuştur. ( deliklerden talebenin gönlünü seyreder durur.) Hoca , talebeye der ki; “ Ey köpekten de aşağı olan, bana hiç mi vefan yok? Haydi beni kuvvetli, müşküller halledici bir hoca farz etme, tut ki senin gibi bir talebeyim, senin gibi gönül gözüm kör. Fakat canına, gönlünün yardımı da mı dokunmadı? Sana ben olmadıkça bir feyiz bile akmıyor. Şu halde görüyorsun ya, gönlüm, senin bahtının tezgahı. Be doğru düzen olmayan, bu tezgahı niye kırarsın? Çakmağı gizlice çakıyorsun dersen kalpten, kalbe pencere yok mu ki? Gönül nihayet senin fikrini de pencereden görür andığın şeye şahadet eder. Tut ki kereminden yüzüne vurmuyor, yüzünü yerlere sürtmüyor, ne söylersen gülüp “ Evet, evet” diyor. Fakat senin hilene, Huda’na gülmüyor. Kötü huyuna, yaptığın şeylere gülüyor. Hile edenin göreceği, bulacağı karşılık hileden ibarettir. Büyük testiyi vur kır, küçük testiyi al iç, işte layığın bu! Eğer o senden razı olur, bu yüzden gülerse sana yüz binlerce gül açılır. Gönlün senden razı olursa bil ki o. Hamel burcunda bir güneş kesilir. O yüzden hem gündüz güler hem bahar. Çiçeklerle yeşillikler birbirine karışır. Yüz binlerce bülbülle kumru ötüşmeye başlar; sessiz cihanı sesle doldurur. Ruh yaprağını sararmış bir halde görüyorsun da padişahın gazabından yine haberin yok. Padişahın güneşi itap burcunda olunca yüzleri kebap gibi karatır. O Utar idin sahifeleri , bizim canımızdır; o sayfalardaki beyazlık, karalık, bizim mizanımız. Sonra ruhları; sevdadan, acizlikten kurtarsın diye tekrar kırmızı ve yeşil bir ferman yazar. Hulasa ilkbaharın yazıp çizdiği şeyler de kavsikuzah gibi kırmızı ve yeşil sayılır”. ALINTI
  14. Sağlık Bakanlığı Ulusal Yenidoğan İşitme Taraması Bilim Kurulu üyesi Doç. Dr. Ali Özdek, Türkiye'de her yıl doğan bin bebekten üçünün işitme engelli olarak dünyaya geldiğini, erken tanı ve tedaviyle bu bebeklerin duymalarının mümkün olacağını söyledi. Sağlık Bakanlığı Dışkapı Yıldırım Beyazıt Eğitim Araştırma Hastanesi'nde Kulak-Burun-Boğaz (KBB) Klinik Şef Yardımcısı olarak görev yapan Özdek, AA muhabirine yaptığı açıklamada, işitme kaybının erken tanı ve tedavi ile büyük oranda önlenebileceğini belirtti. “Türkiye'de, doğan her bin bebekten üç tanesinde işitme kaybı bulunduğunu” ifade eden Özdek, “Binde 3 civarında işitme kaybı görülüyorsa her yıl 4 bin bebek işitme kayıplı olarak dünyaya geliyor demektir. Bunun erken teşhisle yüzde 90'ından fazlasını tedavi etmek mümkün. İşitme kaybı, sadece tek başına işitme kaybıyla giden bir özür değildir. Aynı zamanda kişinin konuşma ve lisan gelişimini etkileyen bir engeldir” dedi. Özdek, gelişimi normal devam eden çocuk için konuşma becerisi açısından iki yaşın kritik bir dönem olduğuna dikkati çekerek, bebeğin doğuştan itibaren çevredeki sesleri duyarak büyüdüğünü ve iki yaşlarında konuşmaya başladığını anlattı. Bebeğin konuşabilmesi için, bu zamana kadar çevredeki sesleri mutlaka net olarak duyması gerektiğini vurgulayan Özdek, “Halk arasında konuşamayan kişilere dilsiz denilir. Oysa, dilsizlik gibi bir durum söz konusu değildir ancak ve ancak duyamamak buna neden olmaktadır. Duyamayan bir çocuk, dil kabiliyeti gelişmediği için konuşma yeteneği de kazanamaz. Eğer bebeğe doğumdan sonraki bir iki ay içinde tanı konulur ve gerekli önlemler alınırsa bebeğin normal büyümesi ve dil gelişimini tamamlaması sağlanabilir” diye konuştu. “ULUSAL YENİ DOĞAN İŞİTME TARAMASI” Özdek, işitme kaybında erken tanı için Sağlık Bakanlığı Ana Çocuk Sağlığı ve Aile Planlaması Genel Müdürlüğünce tüm yurtta “Ulusal Yeni Doğan İşitme Taraması” programının yürütüldüğünü belirtti. Şu anda Türkiye'de Muş dışında her ilde en az bir tane tarama merkezi bulunduğunu anlatan Özdek, yurt genelinde toplam 180 tarama merkezi bulunduğunu ifade etti. Özdek, 2008'de 1 milyon 300 bin bebek doğduğunu, 2009'da da sayının hemen hemen aynı olduğunu belirterek, bu yılın ilk dokuz ayında bebeklerin 370 bininin taramasının yapıldığını söyledi. Özdek, “Yıl sonunda bu rakamın 500 bin civarına ulaştığı tahmin ediliyor” dedi. Yıllık doğum sayısı bini geçen her hastanede bir ünitenin açılmasının hedeflendiğini belirten Özdek, “Bu kapsamda üniversite ve devlet hastanelerinde üniteler kurulacak. Programa gönüllü olarak katılan özel hastanelerde de personel, tarafımızca eğitiliyor. Şu anda Ankara'daki tüm üniversite, devlet hastaneleri ve doğum evlerinde tarama programı yürütülüyor” diye konuştu. Özdek, tarama için yasal zorunluluk bulunmadığını ancak her ailenin çocuklarına taramayı yaptırması gerektiği uyarısında bulunarak, bu hizmetin ücretsiz verildiğini söyledi. Doğumdan sonra her bebeğin ilk bir ay içinde tarama programına alınmasının amaçlandığını dile getiren Özdek, işitme kaybı şüphesi olanlara altı ay içinde kesin tanı konulması ve altıncı ayda tedaviye başlanılmasının hedeflendiğini söyledi. Özdek, “Bu hedef yakalandığında, bebekler sağır dahi olsalar altıncı aya geldiklerinde gerekli tedaviye başlanırsa zamanı geldiğinde yaşıtlarıyla okula gidebilecek duruma gelebilir. İki yaşından sonra tedavi şansımız düşüyor ve dört yaşından sonra pek şansımız kalmıyor” diye konuştu. İŞLEM NASIL YAPILIYOR? Program sayesinde bebeğe doğar doğmaz işitme taraması yapıldığını dile getiren Özdek, şunları kaydetti: “Taramalar, iki özel aletle yapılıyor. Bebeğin kulağına, bilgisayar kontrollü küçük bir kulaklık yerleştiriyoruz. Kulaklıkla bebeğin kulağına ses veriyor, sesin iç kulaktaki yansımasını aynı cihazla toplayarak kulağın duyup duymadığını araştırıyoruz. İşlem, birkaç dakika sürüyor, bebeğe hiç bir şekilde zarar verilmiyor, ağrı ya da acı hissetmiyor. Testte işitme kaybından şüphelenildiğinde ileri test öneriliyor. Ankara, İstanbul, İzmir, Adana, Eskişehir, Samsun, Antalya, Gaziantep ve Diyarbakır'daki merkezlerde ileri test yaptırılarak tanı kesinleştiriliyor. İşitme kaybı varsa çok ileri değilse işitme cihazı veriliyor, eğitime alınıyor ve gelişimi takip ediliyor. İşitme kaybı ileri ya da tamamen yoksa halk arasında biyonik kulak olarak bilinen koklear implant programına alınıyor ve bir yaşında ameliyatla implant takılıyor.” Kaynak.hurriyet.com
  15. Bakırköy Belediyesi ilçede oturan omurilik felçlileri, kas hastaları ve tekerlekli sandalye kullanmak zorunda olan yurttaşlarına 2 adet engelli minibüsü tahsis ederek ulaşım engellerini ortadan kaldırıyor. Elektronik Haber Ajansı (e-ha) muhabirinin edindiği bilgiye göre, Bakırköy Belediyesi Ulaşım Hizmetleri Müdürü Yunus Alışkan, engelli araçlarını engelli yurttaşlarımızın rehabilitasyon merkezlerine gidiş-gelişleri , okula gidiş-gelişleri, işe gidiş-gelişleri, eğitim merkezlerine gidiş-gelişleri sırasında kullandırttıklarını ifade etti. Alışkan, Bakırköy Belediyesi Ulaşım Hizmetleri Müdürlüğü tarafından sürdürülen engellilere kesintisiz ulaşım hizmetinden yararlanmak isteyen Bakırköylüler 543 96 48 numaralı telefondan ayrıntılı bilgi alabileceklerini sözlerine ekledi. (e-ha)
  16. S60, Volvo’nun henüz piyasaya sürmediği yeni modeli. İlk olarak 2010 Mart ayında Cenevre Otomobil Fuarı’nda görücüye çıkacak. Kimsenin görmediği bu yeni modelin tanıtımı, doğuştan görme engelli ressam Eşref Armağan eşliğinde ‘Blind Preview’ başlıklı bir kısa film ile gerçekleştirildi. S60 hakkında sır gibi saklanan özellikler, Eşref Armağan’ın yorumuyla Volvo Cars’ın Facebook üzerindeki sayfasından görüntülenebiliyor. Eşref Armağan etrafında dönüp duran dünyayı elleriyle dokunarak, dokunarak hissettiklerini tuvale dökerek keşfediyor. Armağan’ın fırçası olan mucizevi parmakları son olarak Volvo’nun yeni S60 modelini resmetti. Biz de kendisiyle reklam deneyimi, resim ve renkler üzerine bir sohbet gerçekleştirdik. Volvo sizinle nasıl iletişime geçti? Hollanda’daki reklam ajansından menajerime mail gönderdiler ve böyle bir şeyle ilgilenip ilgilenmeyeceğimi sordular. Fakat ortada bir gizlilik anlaşması vardı, dolayısıyla kimseye neden İsveç’e gittiğimizi söylemedik. Onay alana kadar da kimseyle paylaşmadık bu bilgiyi. İsveç’e gittiğinizde Volvo’nun tasarım direktörüyle buluştunuz. Orada neler oldu, anlatır mısınız? Büyük bir fabrikanın salonunda karşılaştık. İngilizce konuşuyordu, tasarladıkları arabanın ne kadar güçlü olduğundan bahsediyordu herhalde. Dünyada bu kadar iyi ressam varken beni seçmeleri benim için gerçekten büyük onur. Tasarlayanlardan başka kimsenin görmediği bir arabayı ben gördüm, elledim daha doğrusu. Önce beni fabrikaya götürüp iskelet halinde arabanın kapısını, çerçevelerini, ne kadar sağlam ve güçlü olduğunu gösterdiler. Mesela yandan vurulduğu, üstten basıldığı zaman eğilmesin diye çelik parçalar koymuşlar arabaya. Çok güvenli, hünerli bir araba olduğuna dair bilgiler verdiler. Uyuduğunuzda bile sizi uyandırıyormuş. Önünüze bir şey çıktığında, 1-2 metre kala otomatik olarak duruyormuş. Daha sonra parçalarını çizmemi istediler. Tabii onun parçalarını çizebilmem için kabartma çizim gerekiyordu ki oraya bakıp parmağımla şeklini anlayabileyim. Arabayı tasarlayan arkadaşlar bu çizimleri yaptılar bana. Hemen anında çizip veriyorlardı, ben de parmaklarımla bakıp başka bir kağıda çiziyordum. Facebook’ta da soran olursa kapısını ya da başka bir bölümünü çizerek tanıtıyorum. Tümünü de resmettim aynı zamanda, tablo halinde. Yalnız çok korktum, önüme getirilen bir şeyi yapıp yapamamak hususunda korkuyordum. Dediğiniz gibi S60 kendi sektörü içinde iddiaları olan bir model. Tüm bu teknik özelliklerin sizin belleğinizdeki yansımaları nasıldı? Ben ellerimle, parmak uçlarımla dokunduğum şeyleri beynimde çizgi halinde görüyorum. Ama parmağımla bir yerine değersem değil, tümünü kavrarsam. Bir şeye bir yerinden değersem, öbür yanını göremem. Şekilleri hep küçültülmüş, iki avucumun içine sığacak şekilde öğreniyorum. Arabanın da arkasına ellesem önünü elleyemeyecektim. Avucumun içine sığacak şekilde kabartma çizdi orada arkadaşlar. Zaten o çizgi olmasa ben arabaya ellemişim ya da ellememişim bir şey fark etmiyor. Mühim olan avuçlarımın içindeki kabartma çizgiler. Kağıdın üzerine çizdiler, ben de o şekilde anladım. Ama tabii etrafımdakilere de soruyordum bir yandan. Parçaları ne kadar sürede resmettiniz? Kapı gibi küçük parçaları iki saatte yaptım. Örneğin bir arka kapıyı iki dakika elliyorum, çiziyorum. Şu anda çiz deseniz yine aynısını çizerim. Ellediğim bir şeyi aynısını sonradan da çizebiliyorum. Arabanın tamamını? Arabanın tamamı için çok fazla eskiz yaptım. Tasarlayan arkadaşların çizdiği kabartmayı sol tarafa model olarak koyup inceliyordum. Tablonun üzerindeki eskiz yaptığım macunu aynı şekilde üzerine monte ettim. Ondan sonra boyadım. Arabanın tablosunu yapmam iki gün sürdü, ama ellerim ayaklarım titreye titreye. Bir taraftan boyamaya çalışıyordum, bir taraftan da oluyor mu diye düşünüyordum. Çekimler ne kadar sürdü? Sekiz gün. Havaalanına indiğimiz anda başladı, gidene kadar sürdü. Kamera önündeki davranışınızla serbestkenki davranışınız başka oluyor, psikolojik olarak etkileniyorsunuz neticede. Hem görmüyorum, hem de hiç bilmediğim bir şeyi yapacağım. Yapabilir miyim, rezil mi olacağım korkusu vardı. Üstelik kamera orada ve çekiyor. Ama başardım. Başarabilmek benim için çok güzel bir şey, özellikle de bu halimdeyken. Aynı zamanda körlüğümü de tamamen sildim, kendime kör bile demiyorum artık. Bu ilk reklam deneyiminizdi sanırım. Nasıl geçti sizin için? İlk reklam deneyimim. Önceleri korktum. Çünkü bilmediğim bir şeyi çizeceğim ve bu bir reklam. Başaramazsam onlar patronlarına rezil olacaklardı, ben de kendi açımdan başaramadım diye çöküntü yaşayacaktım. Öyle bir korkuyla başladım, ama başardım. Mucizelerin tanımı olmaz ama, bütün bunları nasıl başarıyorsunuz? Eğer kabartma olmayan bir şeyi ellerimle incelemediysem, o incelediğim şeyi insanlara detaylı şekilde sormadıysam yapamam. Çizgilerinin kabartma olması lazım. O cisim nasıl durur, ismi nedir, rengi nedir diye sormam lazım. İnsanlar yanlış anlatırsa ben de yanlış algılarım. En çok gölgede ve perspektifte zorlandım. Gölgeyi nasıl resmediyorsunuz peki? Neticede dokunamadığınız bir şey. Mesela elma çiziyordum ve bu yuvarlak değil mi diyordum. Yuvarlak çizmişsin ama yuvarlak gösterememişsin diyorlardı. Nasıl göstermem lazım diye sorduğumda, ışıkla gölgeyi göstermem gerektiğini söyledi insanlar. Işık nedir, beyaz. Karanlık nasıl olacak, siyah. Elma ise kırmızı renk. Kırmızı elmaya ışık vermek için, boyadığım kırmızı kurumadan hangi taraftan ışık geldiğini düşünüp, o bölgeye beyaz karıştırmam gerekiyormuş. Işıkla gölgeyi ilk kez elma üzerinde denedim, ama yine de yuvarlak gösteremedim. Yuvarlak göstermek için elmanın üzerindeki açık renk ile koyu rengi ayırırken, orta çizginin ay biçiminde olması gerekiyormuş. Bir de ışık olduğu zaman yerde veya karşı tarafında elmanın kendi gölgesi olmalıymış. Işık olmadığı zaman hiçbir rengin oluşmadığını da öğrendim. Babamın dükkanındaki ranzada çalışıyordum o zamanlar. Bir elma yaptım, kuru boyayla boyadım, gölgesini de yaptım. Nasıl olmuş diye babam sorduğumda, ‘Ne güzel, iki tane elma yapmışsın’ dedi. Onların biri gölge, diğeri elma dediğimde, elma kırmızıysa gölgesinin de kırmızı olmayacağını söyledi. Gölge ne renk olur diye sorduğumda ise biraz duraksadı, gölgenin ne renk olduğunu söyleyemedi bana. Daha sonradan taban ne renk olursa onun koyuluğunda olduğunu öğrendim. Renkleri nasıl ayırt ediyorsunuz? Başlangıçta karton üzerine çivi ile çiziyordum. Kartonun altına gazete kağıdı koyuyordum, yumuşasın diye. İçeri doğru oyuk oluyordu ama benim parmaklarım anlıyordu. Daha sonra Joan bana görmezlere özel bir lastik buldu. Onun üzerine kağıt koyup sert bir cisimle çizdiğimde yukarı kabartma veriyor. Babamı hep çağırıp sorardım, ‘Kırmızı kalemi kaybettim, nerede?’ diye. Adam ranzaya inip çıkmaktan kendi işini yapamıyordu. Sonra buna bir formül bulmalıyım dedim kendi kendime ve kalemleri renklerine göre sıraya dizmeye karar verdim. Önce beyaz, sonra siyah, sarı, kahverengi, kırmızı, mavi ve yeşil. O sırayı halen aynı şekilde kullanıyorum. Hangi sırada ne renk var biliyorum. Ayrıca kullandıktan sonra da aynı sıraya koymak zorundayım. Şimdi tüpleri de aynı sırada kullanıyorum. Benim için bütün renkler sıvı madde. Elimin temasını kestiğim anda bilmeme imkan yok. Yani parmaklarımla boyamak zorundayım. Fırça kullanmıyorum, kalem de kullanmıyorum. Kalemi sadece gösteri yaparken görenler görsün diye kullanıyorum. Kendi yöntemlerim var, okula gitmedim neticede. Şimdi bir macun kullanıyorum. Çünkü çiviyle tuval üzerine iz yapmak gerçekten çok zor, deforme ediyorsunuz. Kalıcı olması açısından ne yapabilirim diye düşünürken, Joan bana bir macun buldu. Bu macun 20 dakika kurumuyor, elimde istediğim gibi şekillendiriyorum. İncecik ip haline getirebiliyorum avuç içimde. Onu şerit halinde yapıştırıyorum, kuruduktan sonra da içini boyuyorum. Zaten şekli beynimde oluşturuyorum. Evet, bu resimleri belleğinize kaydediyorsunuz bir şekilde, değil mi? Bunun üzerine Harvard’da bir araştırma yapıldı. Bende görsel alanda ışıklanma, parmaklarım bir şeyleri anlamaya ya da çizmeye başladığı zaman gerçekleşiyor. Normalde görenlerde bu ışıklanma, gözleriyle bir şeye baktıklarında oluyormuş. Bu hiç kimsede görülmeyen bir şeymiş. Parmaklarımı o kadar alıştırmışım ki fotoğraf çeker gibi beyindeki görüntü alanını çalıştırıyor. Harvard’da beni bir makineye soktular. Makinenin içindeyken, kulağıma kulaklıklar taktılar ve yirmiden fazla küçük maket verdiler. 18 saniyede bir şekli elime verip incelememi istediler ve bunu çiz dediler. Hiçbirinde şaşırma ya da şekil bozukluğu olmadı, tamamen aynısını yaptım. İnsanlar şok oldular ve senin gözünü iyice taramak istiyoruz dediler. Başka bir hastaneye götürdüler. Sol gözüm zaten yok, oluşmamış, sağ göz de normalden küçük. Sağ göze iki üç kat bant yapıştırdılar ve zindan bir odaya götürdüler. Onlar tabii oturup kaldılar karanlıkta, ben serbest dolaşıyordum. O odada 20 dakika bekledik. Canım sıkıldı, çantadan kağıt çıkarıp bir manzara çizdim. Doktor görmüyordu tabii. Çıktıktan sonra o resmi gördüğünde çok şaşırdı. O odadan çıktıktan sonra kafamı bir makineye dayadılar ve bilgisayarda bakmaya başladılar. Joan’ın söylediğine göre beyne bir şey gidip gitmediğini anlamak için sağ gözümün içine 5 cm yakından, kaynak ışığı gücünde rengarenk ışıklar çakmışlar ve ekran hep dümdüz çizmiş. Onu da gördükten sonra araştırma iyice genişletildi. Benim için de iyi oldu bu aslında. Çünkü 20 senedir bir şekilde televizyona çıkıyorum ama insanların kafasında yüzde 20-30 civarında soru işaretleri vardı, gözü görüyor ya da görmüş şeklinde. Tıbbi belgelerin elimde olması bu anlamda çok iyi oldu. Bu arada Joan’la nasıl kesişti yollarınız? 16-17 sene önce Altı Nokta Körler Federasyonu’na Çek Cumhuriyeti’nden bir mektup gelmiş; festival düzenliyoruz, başarılı bir görmeyen sanatçı gönderin diye. Onlar da beni gönderdi. Yanımda birisi olması gerekiyordu tabii, çünkü hem göz hem de dil yok. Joan da Altı Nokta’da bu işlerle ilgileniyormuş. Babamın dükkanına getirdiler. Beni orada tanıdı ve gidelim dedi. 10-13 gün kadar orada kaldık. Nasıl resim yaptığım anlattığımda hayranlık duydu, ‘Türkiye’de bir dahi var ve kimsenin haberi yok’ dedi. Hiçbir maddiyat talep etmeden, tamamen gönüllü olarak ‘Ben seni dünyaya tanıtacağım’ dedi ve başardı. Halen de aynı şekilde çalışıyoruz. Çok teşekkür ediyorum kendisine. İnsan portrelerini nasıl çiziyorsunuz? İnsanlar elimi değdirdiğim zaman hemen çizeceğimi zannediyorlar ama çizgi olarak elime bir şey gelmiyor ki... Kocaman bir fotoğrafın kabartması yapılmalı ve o kabartma çizgiler üzerinden 5 ya da 6 ay çalışmalıyım. Simayı anlamam için devamlı çizim yapmam, insanlara sormam gerek. Benzemiş dedikleri zaman da saçı, gözü, cildi, elbisesi ne renk gibi sorularla boyamaya geçiyorum. Görmüyor olduğunuzu, görmemeyi nasıl öğrendiniz peki? Çocukluğumda bana sürekli ‘Önüne dikkat et’ diyorlardı. Anneme babama söylemiyorlar, ama bana söylüyorlar. Derken neden sadece bana söylüyorlar diye dikkatimi çekmeye başladı ve babama sordum. O da bana görmediğimi söyledi. Ben herkes benim gibi zannediyordum. Diğer insanların gözlerinin gördüğünü anlatmaya çalıştı bana. İyi ki o zamanlar sormuşum, o dönemde pek tesir etmedi. İlerleyen senelerde de dünyaya böyle geldim ve geri dönüşüm yok, hayatımı böyle sürdürmek zorundayım diye kabul ettim. Ayrıca ressam olmak gibi bir kaygım da yoktu. Sadece yaşadığım dünyayı öğrenme isteğim çok büyüktü. Her şeyin içini dışını ellemek, incelemek istiyordum. Hangi obje ne işe yarar diye insanları bıktırana kadar soruyordum. Bunları yaparken, parmaklarımın ellediğim şeyleri çizgi halinde beynime aktardığını hissettim. 12 yaşında ilk kelebek resmimi çizdim. Babam boyama kitaplarından tahta üzerine çizmişti. Ben de model olarak onu kullandım, aynısını kartona çivilerle çizmeye çalıştım ve kuru boyayla boyadım. Ardından diğer şekillere devam ettim ve 50 sene sonra buraya geldim. Röportaj: Hazel Değer Kaynak
  17. İŞİTME ENGELLİ , İKİ ÜNİVERSİTE TAMAMLAMIŞ BİR YAZAR TURAN YALÇIN İLK KİTABI “SESİZ DÜNYADAN ESİNTİLER “ İÇİN “ İŞİTME ENGELLİ DE OLSA İNSAN HIZLI BİR GELİŞİM YAŞAYABİLİR” DEDİ SORU- Efendim bize kısaca kendinizi tanıtır mısınız ? T YALÇIN - 1967 yılında Tokat’ın Pazar ilçesinde doğdum. İlkokulu Pazar’da tamamladım. Pazar Ortaokuluna devam ettiğim 1979 yılında geçirmiş olduğum menenjit hastalığından dolayı işitme gücümü kaybettim. Ama okula devam ederek tamamladım. Pazar Lisesine başladığım sene lise 1. sınıfta 2 yıl üst üste sınıfta kalmama rağmen Pazar Lisesini tamamladım. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi İktisat Bölümünü tamamladım. Bir süre Tokat’ta GAZİOSMANPAŞA Üniversitesinde çalıştıktan sonra Türk Telekom’a memur olarak girdim . öZELLEŞME SONRASI iL hALK kÜTÜPHANESİNE ATANDIM .Halen bu kurumda çalışmaktayım. Türk Telekom’da çalışırken ikinci öğretimden Tokat MYO Elektrik bölümünden mezun oldum. Konuşmam düzgün olduğundan Kişisel Gelişim seminerleri de vermekteyim. Hatta İstanbul Bakırköy İşitme Engelliler ve aileleri Derneği Başkanı Viki Özromana 26.Eylül.2006 tarihinde İstanbul’da bir seminere davet etmiş ve bana bilgisayarda armağan etmişlerdi. Yazı yazmaya 1982 yılında başladım. Tokat yerel basınında yazı türünün her türlüsünden yazılar yazdım. Halen de Tokat yerel basınında gönüllü köşe yazarlığını yapmaktayım. Yazılarımı Genç Gelişim Dergisi ve zamanında çocuk dergileri de yayınladı.</P> SORU – Efendim yazı yazmaya başladığınız 1982 yılından bu yana 27 yıl geçmiş ve bu zaman zarfında kitap çıkarmayı düşünmediniz mi ? İlk kitabınızın hikayesini anlatır mısınız ?</P> T YALÇIN - Yazı yazmaya başladığım lise yıllarından beri İlerde büyük yazar olmam beklenmekteydi. Ancak lise, üniversite yıllarında ve memurluğum zamanın da aktif olarak yazılar yazmıyordum. Sadece mahalli basında defterime yazdığım hikayelerim, mizah hikayelerim, oğluma yazdığım mektuplarım yayınlanmakta idi. Çok okunduğum söylenmekte idi. Kendisi de bir yazar Olan Gaziosmanpaşa Üniversitesi öğretim üyesi Köksal Pabuççu beni her zaman kitap çıkarmaya teşvik etti. ”Kendin bastır sat” diye önerilerde de bulundu. Ama ben kitabımın bir yayınevi ya da sivil toplum kurumu tarafından basılmasını istemekteydim. Bence bir yazar sadece yazar yayınlamak ise yayınevlerinin ve sivil toplum kuruluşlarının işidir. Bu teşvikler sonucu kitabımı yayınevlerine sundum. Kitabımı beğenmelerine rağmen yayınlamak istemediler. Ben gene de umudumu kaybetmedim. SORU- Kitabınızın basılması nasıl oldu? T YALÇIN - Üniversite okurken hocalarım dahil olmak üzere işitme engelli olmama rağmen nasıl Üniversite tamamladığım şaşkınlıkla karşılanmakta idi. İkinci Üniversiteyi tamamlayınca “ İki Üniversite tamamlamış işitme engelli “ olarak tanınmaya başladık. Ben ise işitme engelli olmama rağmen başarımın normal olduğunu başkalarının da işitme engelli olmalarına rağmen Ünivers ite okumuş olabileceğime inanmaktaydım. Bu inançla benim gibi işitme engelli olmasına rağmen Üniversite tamamlamış insanları araştırdım. Onlarla tanıştım. Maille röportajlar yaptım. Tokat Gazetemdeki köşemde yayınladım. Büyük ilgi topladı.Bunların aileleri ve işitme engelli dernek başkanları ile röportajlarım yayınlandı. Bir gün İşitme Engelli Spor kulüpleri Federasyon Başkan Vekili Yunus Bayraktar ile tanıştım. Bunları niye kitap yapmadığımı sordu. Ben durumu anlatınca bu röportajları Diyanet Vakfı’nın engelliler yararına 1000 adet basabileceğini ve federasyonunda dağıtacağını söyledi ilk kitabım ortaya çıktı SORU – Kitabınızın amacı nedir ? Topluma hangi mesajı vermek istediniz içeriğinde ne var? T YALÇIN- Kitabımın amacı şu. İşitme engelliler genelde “Biz Üniversite okuyamayız , duymuyoruz “ Engelli ailelerin ise “ Çocuklarımız işitme engelli ve Üniversite okuyamaz zaten sağlamlar bile Üniversite okuyamıyor” önyargılarından kurtularak “ Onlar başarmış. Okumayı seversek bizde başarabiliriz” anne babalara ise “ Onlar başarmışsa bizde çocuklarımızı teşvik edelim ve bizim çocuklarımızda başarsın” mesajı verebilmek. Bu mesajı verebilirsek ben çok mutlu olacağım. Kitabım benim hakkımda Kişisel Gelişim Dergilerinde çıkan yazılar, benim ÖSS Başarısı konusunda yazılarım Başarılı İşitme Engelliler ve aileleri ile yapılan röportajlar, Başarı üzerine hayalimdeki bir gençle sohbet , motivasyon konuşmaları, bir hikayemden oluşmakta. Kitabımdaki bazı röportajlar ve yazılar Kişisel Gelişim Dergisi, Genç Gelişim Dergisi ve Tokat Gazetesinde yayınlandı . Bazıları ise ilk defa yayınlanmakta kitabımda.Kitabımın adı ise SESSİZ DÜNYADAN ESİNTİLER ADINI taşımakta . SORU- Genelde ne tür yazılar yazmaktasınız? T YALÇIN – Hikayelerim, Mizah hikayelerim, Bir Babanın Oğluna mektupları türü edebi mektuplarım, engelli haklarını anlatan sohbet türü yazılarım bulunmakta . Hikayeciliği ve Kişisel Gelişimi birleştirerek yazdığım hikayelerim Tokat basınında defalarca yayınlanmış, çocuk hikayelerim ise zamanın Tercüman Çocuk, Milliyet Çocuk, Türkiye Çocuk, Can Kardeş dergilerinde yayınlanmıştı. Şu an hikayeciliğimi geliştirmek için çalışmaktayım.ve hikayeciliğim oldukça başarılı bulunmakta ve hikayelerimdeki mesajların keskin olduğu anlatılmakta. SORU- Bunları neden yayınlamadınız bugüne kadar? T YALÇIN – Bu çalışmalarım ilk defa denendiğinden dolayı yayınevlerine kabul ettirmek mümkün olmadı. Ancak bu ilk kitabım beni çok motive etti. Düşünün ki 27 yıldan bu yana yazı yazan işitme engelli bir yazar 39 yaşında ilk kitabını çıkarmış ve bu onu çok motive etmiş ve geliştirmiş .Bu gerçekten önemli. İsterim ki kitaplarımı yayınevleri yayınlasın. Hem onlar faydalansın hem ben hem de okuyanlar farklı şeyler okuyarak hayatta daha başarılı olmak üzere motive olsunlar. SORU- Kitabınızın bu kadar ilgi çekeceğini fark etmiş miydiniz? T YALÇIN- Kitabımızı çıkarmak pek kolay olmadı. Türkiye’de ilk kitap çıkarmak hem zor, hem zevkli hem de hayatı iyi anlamamız açısından oldukça eğitici, öğretici ve geliştirici bir süreç oldu. Kitabımız yayınlanmadan kitap, kişisel gelişim ve işitme engelliler camiasında ilgi ile merakla beklendi. Herkes “Çıkınca bizde alalım , bize vermeyi unutma” dediler. Umarım okuyanlar engelli olsun olmasın motive olurlar. Herkes işitme engellileri daha iyi anlar ve onları sever. Amacım da işitme engellilerin toplum tarafından samimiyetle kabullenmesi. Sağlam olanlarda “ Onlar engeline rağmen başarmış. Biz sağlamız. Biz de başarabiliriz” diye düşünürse o zaman başarı onlarla olur sanıyorum. SORU- İşitme engelli bir yazar olarak toplumdan ve yayın dünyasından neler beklemektesiniz? T YALÇIN – Yayın dünyası ve toplumumuz şunu unutmasınlar ki işitme engelliler sadece duymayan insanlar onlarda yazı yazabilir, farklı şeylerle yaratıcı fikirler üretebilirler. Hem kendilerini , hem çevresindeki insanları motive edebilirler. Duymamak dışında onlarda normal insanlardır. Yayınevleri bizim kitaplarımızı yayınlayarak. Okuyucularda hayata bakış açımızdan, azmimizden dersler çıkararak kitaplarımızı okuyarak ve okutarak faydalanırlarsa o zaman asıl engelin beyinin işitmemesi olduğunu göreceklerdir. Engelli olsun olmasın tüm insanların bilinç ve farkındalık dolu bir dünyada yaşamalarını temenni ederim. Yazılarımla ülkemizin ve halkımızın gelişme sürecine katkıda bulunmak isterim. Bunu başarabilirsem mutlu olurum. SAYIN Yalçın ilginize teşekkür ederiz Kaynak
  18. SBS'de Görme Engellilere Kolaylık

    Milli Eğitim Bakanlığınca ilköğretim 6, 7 ve 8. sınıf öğrencilerine yönelik düzenlenen Seviye Belirleme Sınavları'nda (SBS) öğrenciler bu yıl bazı yeni uygulamalarla karşılaşacak. İlköğretim 6, 7 ve 8. sınıf öğrencilerin gireceği SBS'nin 8 Martta başlayan başvuru süresi 26 Martta sona erecek. İnternetten yayımlanan sınav kılavuzunda, görme engelli öğrencilere yönelik yeni uygulama ile tüm öğrencilerin sınavdan ayrılırken soru kitapçıklarını alabilmesine imkan sağlayan düzenlemeler yer aldı. Buna göre, geçen yıl görme engelli öğrenciler için ilk kez uygulanan Braille alfabeli soru kitapçığı yerine, bu yıldan itibaren sesli soru kitapçığı verilmesi kararlaştırıldı. Yetkililer, ''soru kitapçığı çok sayfalı olduğu için Braille alfabesini okumaya çalışan adayların ellerinin sınav süresi içinde hassasiyetini kaybettiğinin, yorulmaya başladıklarının tespit edildiğini'' belirterek, uygulamada zorluklarla karşılaşıldığını anlattı. Yetkililer, bu nedenle bu öğrenciler için soru kitapçıklarının sesli CD olarak hazırlanacağını bildirdi. Bu çerçevede, görme engelli öğrenciler için özel soru kitapçığı ve özel sorular hazırlanacak. Bu öğrencilere sınavda resim, şekil ve grafik içeren sorular sorulmayacak. Görme engelli öğrenciler, tek kişilik salonlarda okuyucu ve kodlayıcı eşliğinde sınava alınacak. Sınavda soruları yanıtlaması için bu öğrencilere 30 dakika ek süre verilecek. Az gören öğrencilere ise soru kitapçığı ve cevap kağıdı 18 puntoyla büyütülerek verilecek. -EV ORTAMINDA SINAV- Öte yandan, evde eğitim hizmetinden yararlanması yönünde özel eğitim hizmetleri kurul kararı bulanan süreğen hastalığı olan öğrencilerin sınavları, ev ortamında yapılabilecek. Bu durumdaki öğrencileri velileri, öğrencinin sınava alınacağı adresin belirtildiği dilekçe ile milli eğitim müdürlüğü ve rehberlik ve araştırma merkezlerine başvurabilecek. Zihinsel engelli öğrenciler ise tek kişilik salonlarda sınava alınacak. Talep edilmesi durumunda bu öğrenciler kodlayıcı eşliğinde sınava girebilecek. -KILIK KIYAFET KURALLARI- Sınav kılavuzunda, ''sınavın uygulanacağı gün, öğrencilerin ve görevlilerin sınava başı açık, temiz, düzenli ve aşırılığa kaçmayan bir kıyafetle gelmeleri'' hükmü de yer aldı. Ayrıca, geçen yıllardan farklı olarak bu yıldan itibaren tüm öğrenciler istemeleri halinde soru kitapçıklarını sınav tamamlandıktan sonra alabilecek. Soru kitapçıkları toplanmayacak. Öğrenci sınav sonuna kadar beklerse soru kitapçığını alabilecek. Talep edilmeyen soru kitapçıkları ise milli eğitim müdürlükleri tarafından ilköğretim okullarında kullanılmak üzere toplanacak. Soru kitapçığını alamayan öğrenciler daha sonra okul müdürlüklerinden temin edebilecek. Bu uygulama ile öğrencilere ileriki yıllar için bu sorular üzerinden çalışma imkanı sağlanmasının amaçlandığını belirten yetkililer, bundan önce soru kitapçıklarının tamamının toplanarak SEKA'ya gönderildiğini kaydetti. -YURT DIŞINDAKİ ÖĞRENCİLERE KOLAYLIK- Sınavda, diğer bir yenilik de yurt dışında bulunduğu için geçmiş yılların SBS'lerine giremeyen öğrenciler için getirildi. Bu durumdaki öğrenciler, ''kaçırdıkları'' sınavlara girebilecek. İlköğretim 6, 7 ve 8. sınıfların tamamını veya bir kısmını yurt dışında MEB'e bağlı olmayan eğitim kurumlarında gören öğrenciler, öğrenim belgesiyle başvurarak SBS'ye katılacak. Bir veya iki sınıfın SBS'sine katılamayan öğrenciler bir sonraki yılın SBS'si ile birlikte katılmadıkları sınıf veya sınıfların SBS'sine girebilecek. Bu öğrencilerin sınav puanları, sınava katılmaları gereken yıldaki ortalamalar ve sapmalara göre hesaplanacak. Kaynak.zaman.com
  19. Boğaziçi Üniversitesi Görme Engelliler Teknoloji Merkezi (GETEM) bünyesinde oluşturulan dijital kütüphane, "gönüllü okuyucular" bekliyor GETEM Direktörü görme engelli Engin Yılmaz, GETEM’de şu an itibarıyla 6 bin 640 Türkçe olmak üzere toplam 7 bin 702 eser bulunduğunu kaydetti. Bu eserlerden 4 bin 502’sinin insan sesiyle seslendirilen sesli kitap olduğunu belirten Yılmaz, geri kalanların ise görme engellilerin ekran okuyucu programlar yardımıyla bilgisayarlarında okuyabilmeleri için e-metin formatındaki eserler olduğunu aktardı. 2006 yılında kurulan kütüphaneden bugüne kadar 2000’den fazla bireysel görme engelli ile 50’den fazla kurumsal üyenin faydalandığını vurgulayan Yılmaz, bu kurumların, üniversite, dernek ve belediyelerden oluştuğunu bildirdi. Bu kurumlarla birlikte toplam 5000’i aşkın kişiye ulaştıklarını tahmin ettiklerini anlatan Yılmaz, "GETEM sistemi kitapların gönüllü okuyucularımız tarafından seslendirilen veya diğer sesli kitap merkezlerinden aldığımız kitapların gerekli kataloglama işlemlerinin ardından web sayfamıza konulması ve üyelerimizin 7 gün 24 saat bu kitapları bilgisayarlarına indirerek, istedikleri yerde dinlemelerini sağlamak üzere kurulmuştur" dedi. Türkiye’de 400 bin civarında görme engelli olduğu düşünüldüğünde, elbette 2000 civarında görme engelli üyenin yetersiz olduğuna işaret eden Yılmaz, "Ancak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki eğitimini bir biçimde sürdürmekte olan ve internete aşina olan görme engellilerin birçoğu buradan faydalanmakta ve kütüphaneden haberdardır. Çünkü GETEM, insanların bilgiye erişiminde önemli bir boşluğu doldurmaya namzettir. Gerek birçok klasik roman ve hikayenin gerek akademik kitapların gerekse ders kitaplarının seslendirilmesinde GETEM ciddi bir kaynaktır" görüşünü dile getirdi. Gönüllü okuyucular Eserlerin üretiminde gönüllü okuyucuların önemli bir rol oynadığını söyleyen Yılmaz, 9-10 yaşındaki çocuklardan, 70’li yaşındaki insanlara kadar her yaştan gönüllü okuyucuların bulunduğunu dile getirdi. GETEM Direktörü görme engelli Engin Yılmaz şunları söyledi: "Bu okuyucularımız, vakitleri varsa, GETEM’e gelerek kendi kayıt kabinlerimizde kitapları seslendirmekte veya gerekli okuma eğitimini ve kayıt şartlarını yerine getirdikten sonra kendi bilgisayarlarında kitapları okuyarak bize gönderebilmektedir. Şu an itibarıyla 1000 civarında gönüllü okuyucumuzdan faydalandığımızı rahatlıkla söyleyebiliriz. Her meslekten okuyucumuz bulunmakla birlikte, üniversite öğrencilerimiz ve çeşitli şirketlerin sosyal sorumluluk kapsamında başlattıkları okuma kampanyalarıyla kazandığımız gönüllü okuyucularımız bugünlerde ağırlık taşımaktadır." Garanti Bankası, City Bank, Türk Ekonomi Bankası, Turkcell, Acıbadem Sigorta, Cargill, AvivaSA gibi şirketlerde yapılan çalışmalar sonucunda, kazanılan gönüllü okuyucuların halen kitap seslendirmeye devam ettiğini kaydeden Yılmaz, bunun yanında okuyucular arasında öğretmen, öğrenci, ev hanımları ve rotary tarzı kulüp üyelerinin de bulunduğunu söyledi. Medyada çıkan haberlerin de gönüllü okuyucuların artışında faydalı olduğunu vurgulayan Yılmaz, şunları kaydetti: "Bizler gönüllü okuyucularımızda, olağanüstü yetenekler aramıyoruz. Türkçeyi veya hangi dilde kitap seslendirmek istiyorsa o dili düzgün konuşuyor olması, akıcı ve doğal bir okuma yapıyor olması bizim için yeterli. Kimseden tiyatral yetenekler beklemiyoruz. Gerçekten kitap okumayı seven ve vurguları doğal olan herkesin gönüllü okuyucumuz olabileceğini düşünüyoruz. Bu nedenle gönüllü okuyucularımıza ve gönüllü okuyucu olmak isteyenlere önerimiz gerçekten bu işi istiyorlarsa yapmaları, başladıkları kitapları mutlaka tamamlamaları ve doğal bir okuma gerçekleştirmeleri olacaktır." GETEM gibi birçok değerli sesli kütüphane bulunduğunu, buralarda da sesli kitap üretildiğini belirten Yılmaz, "GETEM bu kütüphanelerden de faydalanarak buralardaki kitapları da alındıkları kurumları belirterek sistemine eklemektedir. Ayrıca web sayfamızda şirketler ve okullar aracılığıyla gelen kitaplarda bu şirket kulüp ve okullar da belirtilmektedir" şeklinde konuştu. Gönüllü okuyucu sayılarını artırmak... Engin Yılmaz, Amerika’nın en büyük kütüphanesi "Recording for the Blind and Dyslexia RFBD" bünyesinde 58 bin, İngiltere’nin en köklü kütüphanesi "RNIB" bünyesinde ise 20 bin civarında eserin bulunduğunu dile getirdi. GETEM’deki eser sayılarının buradakilerin çok gerisinde olduğunu ifade eden Yılmaz, sözlerini şöyle tamamladı: "Kurulduğu 2006’dan bu yana 4 yılda 8 bin eser sayısına ulaşılmış olması, 100 yılı aşkın süredir devlet yardımlarını da arkasına almış biçimde profesyonel olarak görev yapan bu kütüphanelere yetişebilme noktasında bizi ümitlendirmektedir. Burada yapılması gereken, kayıt standartlarını belirli bir düzeyde tutarak gönüllü okuyucu sayılarını ve kayıt kabini sayılarını arttırmak olacaktır. Sesli kitap merkezleri arasındaki eş güdümün artırılması ve doğru stratejilerin izlenmesi halinde kaliteli eser sayısının kütüphanemizde hızla artacağına inanıyoruz. Kullandığımız teknoloji genel olarak yeterli olmakla birlikte, devletin daha fazla bu tür merkezleri desteklemesi ve yardım yapmasının yararlı olduğunu düşünüyoruz. "RFBD" kütüphanesinin, değişik eyaletlerde birçok kayıt stüdyosu bulunmakta ve buralarda gerekli personel çalıştırılabilmekteyken, bizlerin bu tür işleri çok daha yetersiz imkanlarla yaptığımız da bir gerçektir." (aa) Kaynak.radikal.com.tr
  20. Lütfen Okuyun ,Okuduğunuzda İlk Aklınıza Geleni Yazınız

    Sayın kalpsizim_85 Emeğine sağlık....teşekkürler..... Nasrettin Hoca sağlığını kaybetmemiş eşşeğini kayıp etmiş de keyifle arayış içinde ve bulmak içinde dağları aşmış bulamaz ise de sabrı taşacakmış.... Nasrettin Hoca sağlığını kayıp edip bizler gibi engelli olsaydı kimbilir neler yaparda neleri aşardı....ama bir gerçek var ki engelli hayatı kolay değil ve ülkemizde bizlere imkanlar sunulmadıktan sonra neleri ne kadar başarabiliriz ki.... Fıkraya gülsem mi yoksa ülkemizde yaşanan engelli hayatına üzülüp erisem mi ?
  21. Sayın kalpsizim_85 Emeğine sağlık....teşekkürler.... 2010 yılında ve islam ülkesinde olduğumuz halde ne yazık ki toplumda birçok insan çok bilinçsiz....engelli insanlarımızın diğer insanlardan farklarının olmadığının ayırımcılık yapılmaması gerektiğinin bilincinde olamayacak kadar cahillik var. İnsanların bilgili olmasının almış oldukları yüksek derecede diplomalarla ilgisi olmuyor....eğitimli tahsilli insanlarımız arasında bile kişilik iletişim vs. bilinçsiz olanlar var. Yani eğitimli diplomalı insanlarımız bile engelli insanlarımıza karşı bilinçsiz halleriyle üzüntü verebiliyorlar.... Engelli insanlarımız toplumdaki yanlış davranışlarla karşılaştıkları zaman bu durumdan rahatsız olmaları veya olmamaları kendi kişilik özgüvenleriyle ilgili.... Toplum içersinde insanların bakışlarından vs. rahatsız olmak benim aklıma bile gelmiyor ki rahatsız olayım....yani toplum içersinde sanki ben engelli değil de sağlıklı bir insan gibi rahat kendinden emin bir duygular içersinde olurum.... Sokaklarda rahatsızlık duyduğum toplumdaki insanlarımız değil....ama yüksek kaldırımlar merdivenler ulaşım sorunlarımız vs. konularından rahatsızlık gerginlik üzüntü içersinde oluyorum....bu konulara ülkemizde çözüm getireleceğine inanmıyorum..... Allah bütün engelli insanların yar ve yardımcısı olsun.....bizlere yapılan yanlışların verilmeyen haklarımızın hesabı ahirette çok ağır ödenir....Allaha inanan islam ahlakını bilen emir ve yasakları bilen her insan bunu bilmeli unutmamalı....
  22. <embed src='http://www.videosat.org/player/player.swf' height='600' width='625' bgcolor='010101' allowscriptaccess='always' allowfullscreen='true' flashvars='file=http%3A%2F%2Fwww.videosat.org%2Fxml.playlist.php%3Ftag%3DRT%20Russia%20Today%20Sara%20Firth%20%26playerfirst%3DTFk2V0F1ZkdxUDR8fFdoZWVsY2hhaXIgYnJlYWtkYW5jZXIgZ290IHRoZSBtb3ZlcyB0byBtb3RpdmF0ZXx8fHxBcnJheXx8&repeat=list&skin=http%3A%2F%2Fwww.videosat.org%2Fplayer%2Fskins%2Ftraganja&backcolor=010101&frontcolor=FDF2F3&lightcolor=FDF2F3&screencolor=000000&playlist=bottom&playlistsize=200&controlbar=over&autostart=true&stretching=fill&plugins=viral-1d'/> Rusya'nın St. Petersburg kentinde yaşayan Maksim Sedakov geçirdiği trafik kazası sonucu ayağını kaybetti, ancak bu trajik olay bile onun ödül kazanan break-dansçı olması önünde engel olmadı. Sedakov 1994 yılında kaza geçirdikten sonra ayağını kaybederek tekerlekli sandalyeye mahkum oldu. Hayatından pes etmeyen Sedakov tekerlekli sandalye ile birlikte dans etmeyi öğrenerek hayalini gerçekleştirdi ve ödül kazanan break-dansçı oldu. Maksim'in bu başarısı diğer engellilere ilham kaynağı oldu. Break-dans kendiliğinden zamanın çok etkileyiçi bir dans sanatı, ancak Maksim bu dansı tamamen yeni boyuta taşıdı. Kısıtlı imkanlara karşın Sedakov'un azmi görenleri hayrete düşürüyor. 1994 yılında kaza geçirdiğini ve kaza sonucu ayağını kaybettiğini anlatan Sedakov, “Çok uzun süre boyunca hastanede kaldım ve bu süre boyunca tekerlekli sandalyeye kullanımına alıştım. Orada bulunan diğer çocuklardan tekerlekli sandalyeyi kullanımyı ve merdivenlere çıkmayı öğrendim” diye konuştu. Dans kariyerine Dinamik Merkezi Okuluna giderek başladığını kaydeden Sedakov, “Okulda bir bayan öğretmen bana dans yapmak isteyip istemediğimi sordu. Ben de tabii ki isterim, enerji doluyum dedim” şeklinde konuştu. Böylece macerasına başlayan Maksim hocası ve dans partneri Elena Lasko ile birlikte Dünya Tekerlekli sandalye Dans Şampiyonası'na katıldı. Maksim halen dünyanın bir çok yerinde yarışmalara katılmaya devam ediyor. Maksim'in dans etmeyi çok sevdiğini bildiğini belirten Lasko, kendisiyle ilk tanıştığında beraber turnavalara katılmaya karar aldıklarını anlattı. Lasko, “O zaman ilk adımımızı attık ve şu anki professyonelliğe ulaştık." dedi. Engelli Maksim ve Elena dünyanın tek örnekleri değil. Aaron Fotheringham adlı başarılı engelli dansçı dünyada ilk kez tekerlekli sandalye ile birlikte geri takla atmıştı. Hayattan vazgeçmeyen bu insanlar diğer engelliler için müthiş motivasyon sağlıyor olmaları büyük önem taşıyor. En önemlisi kendine güvenmenin olduğunun altını çizen Maksim, kendi imkanlarına inanmak gerektiğini söylüyor. Maksim, “Özelikle size birisi bazı şeyleri yapamazsın dediği zaman, bu sözlerden fazla etkilenmemek lazım. Bu tür düşünceleri kafandan atmalısın, çünkü düşündüğünden çok daha fazlasını yapabilirsin.” diyor. Yaşar Niyazbayev, Moskova, Cihan Kaynak
  23. Engelliler İçin 5 Dakika

    Herkes İçin Spor Federasyonu ''Spor Engel Tanımaz'' festivalinde engelsiz vatandaşlara engelli gibi spor yaptırarak empati oluşturmayı hedefliyor Ankara Ulus Meydanı'nda yapılacak olan şenlikte tekerlekli basketbol, voleybol, modern pentatlon, badminton, capoeira, matrak, tırmanma, langırt, masa tenis, tek teker bisiklet ve golbol spor branşların engelli vatandaşlar gösteri yapacak. 13 Mart 2010 tarihinde Cumartesi günü saat 10.00 da başlayacak olan etkinlik, 14 Mart 2010 Pazar günü saat 16.00 da sona erecek. Yapılacak olan etkinliklerin açılışına Gençlik ve Spordan Sorumlu Devlet Bakanı Faruk Nafız Özak ve Gençlik ve Spor Genel Müdürü Yunus Akgül'ün de katılması bekleniyor. "KENDİNİZİ BİR AN ONLARIN YERİNE KOYUN" Daha sonra engelsiz vatandaşlar tekerlekli basketbol, oturarak voleybol, golbol oynayacak. Böylece engellilere yönelik empatiyi geliştirmeyi ve engellileri hatırlatmayı hedeflediklerini ifade eden Herkes İçin Spor Federasyonu Başkanı Erdal Zorba, ''Hepimiz bir gün engelli olabiliriz. Bu pragmatist bakış açısı bile onları daha çok hatırlamamızı, onların sorunlarına çözüm ortağı olmamızı gerektiriyor" dedi. "Toplum olarak engelli vatandaşlarımıza yaklaşımımız ne 'acıma' duygusuyla olmalı ne de salt pragmatist olmalı" diyen Erdal Zorba sözlerini şöyle sürdürdü: "Engellilerin taleplerine evrensel ölçülerde bir hak talebi olarak bakmalıyız. Bizler nasıl haklarımızı anayasal çerçevede istiyor ve genişletilmesini talep ediyorsak, engelli yurttaşların da aynı şeyi yaptığını unutmamalıyız. Türk toplumunun engelli vatandaşlarına yaklaşımı genelde acıma duygununu harekete geçmesiyle oluyor. Unutmamalıyız bu duygusal değil reel bir konu. İşte bu etkinliğimizde engelsizlere engelli gibi spor yaptırarak reel olarak konuyu ortaya koymuş olacağız.'' 13 Mart 2010 Cumartesi günü saat 10.00 da başlayacak olan etkinliğin, 14 Mart 2010 Pazar günü saat 16.00 da sona ereceği bildirildi. ZENGİN PROGRAM Ulus Meydanı'nda bu hafta sonu yapılacak olan ve 7'den 70'e herkesin katılacağı etkinlikte program içeriğinin bir hayli zengin olduğu belirtildi. Herkes İçin Spor Federasyonu yetkilileri, Cumartesi ve Pazar günü yapılacak etkinliklerde şu aktivitelerin yapılacağını kaydetti. Bedensel Engelliler Federasyon: Bilek Güreşi, Basketbol, Oturarak Voleybol. Özel Sporcular Federasyonu: Basketbol, Halk Oyunları, Dans ve Müzik, İşitme Engelliler Federasyonu: Badminton, Masa Tenisi, Zihinsel Engelliler, Cimnastik, Dans Grubu, Basketbol. Görme Engelliler Federasyonu: Golbol. Ayrıca Kukla Gösterileri, Tırmanma Duvarı, Rodeo ve İlizyonist Gösterileri, Topaç Çevirme, İp Atlama, Capoeira, Matrak Gösterileri, TRT Engelliler Korosu, Devinimler, Dans Grubu, Tek Teker Bisiklet, Uzun Bacak Palyaço Gösterileri yapılacak. Haber Fx
  24. Güllerin Duygu Zamanları Vardır

    GÜLLERİN AĞLADIĞI BİR ZAMAN VARDIR Ama bir Gül var ki onun gözlerinde her zaman gözyaşı vardır. Geceler onun gözyaşlarını kendine saklar. Ama gündüzün aydınlığında nemlenen gözleri onun hüzünlerini fısıldar. Denizler onun gözyaşları gibi ıslak; güneşler hüzünleri kadar sıcaktır. GÜLLERİN KOKMADIĞI BİR ZAMAN VARDIR Ama bir gül var ki, Onun sevgi saçan kokusu her zaman vardır. Kokusu sevgiden, rengi hasretten bir güldür. O, kalbi hasretle yanmış ama sönmemiş, kül olmamış, Kor olmuştur ve Tanrı adını “Kırmızı Gül” Koymuştur... GÜLLERİN SEVİŞTİĞİ BİR ZAMAN VARDIR Ama bir gül var ki; Sustuğu an bile sevgiyi yaşayan bir kalbi vardır. Onun gülerken bile yaprağında gözyaşı vardır. Ama o gözyaşlarında bile sevgiden gelen bir sıcaklık vardır. Onun gözünde vazolara girmenin bir anlamı yoktur. Ama onun hüznünü ve sevincini paylaştığı kır çiçekleriyle arkadaşlığı vardır GÜLLERİN UYUDUĞU BİR ZAMAN VARDIR Ama bir gül var ki; Onun geceleri bile kapanmayan gözleri vardır. Sevgisi gece gündüz yol alır, duası, Kokusu anbean sevdiğine varır.......... GÜLLERİN SOLUDUĞU BİR ZAMAN VARDIR Ama bir gül var ki; Kokusu sevgilinin yüreğine işlemiştir de bu yüzden ölümsüzlük sırrına kadem basmıştır. Ve onun mezar taşına şu yazılmıştır: SEVMEYEN İNSANLAR ÖLÜR AMA, SEVEN GÜLLER SOLMAZ, ONLARIN KABRİDE OLMAZ….. Kan rengi , kıpkırmızı güllere bayılırdı... Kocasının sevgili Gül 'ü... Her yıl evlilik yıldönümünü kapının önünde bulduğu... Enfes fiyonklarla süslü kucak dolusu kırmızı güllerle kutlardı... Hatta, eşini kaybettiği yıl dahi kapısı çalınmış gülleri kucağına bırakılmıştı, Küçük bir kartla birlikte; " Seni geçen sene bugünden daha çok seviyorum..." Birden bunların son gülleri olduğunu düşündü. Önceden ısmarlanmış olmalıydı. Öleceğini nereden bilebilirdi?... Zaten her şeyi daha önceden planlamayı ve yapmayı çok severdi. Gülleri özenle içeri taşıdı. Saplarını kesti , vazoya yerleştirdi. Vazoyu da konsolun üzerine , eşinin fotoğrafının yanına koydu. Orada kocasının koltuğuna oturup, Saatlerce gülleri ve fotoğrafı seyretti. Sessizce... Bitmek bilmeyen bir yıl geçti. Yapayalnız ve hüzün dolu bir yıl... Sonra bir sabah kapı çalındı tıpkı eski günlerdeki gibi... Kıpkırmızı gülleri , üzerinde küçük kartıyla birlikte eşikteydi. Evlilik yıldönümünü kutluyordu. Gülleri içeri aldı. Şaşkınlık içinde doğru telefona koştu. Çiçekçi dükkanını aradı. Onu bu kadar üzmeye kimin hakkı vardı?... Biliyorum " dedi , çiçekçi... " Eşinizi geçen yıl kaybettiniz... Telefon edeceğinizi de biliyordum... Bugün size gönderdiğim gülleri çok önceden ısmarlamış, Parasını da ödemişti. Hep böyle yapardı zaten... Hiç şansa bırakmazdı. Dosyamda talimat var. Bu çiçekleri size her yıl göndereceğim. Bir de özel kart vardı , kendi el yazısıyla. Bilmeniz gerek diye düşünüyorum... Ölümünden sonra çiçeklere iliştirmemi istediği kart..." Gül hıçkırıklar içinde teşekkür ederek telefonu kapattı... Parmakları titreyerek zarfı açtı... " Güller, senin kapıyı açmadığın güne dek gelmeye devam edecek. O gün çiçekçi beş ayrı zamanda gelip kapıyı çalacak, Eve dönüp dönmediğini kontrol edecek. Beşinciden sonra emin olarak gülleri ona verdiğim yeni adrese getirip, Seninle yeniden ve ebediyen kavuştuğumuz yere bırakacak..." Alıntı
  25. Türkiye’ye bir firma tarafından ithal edilen İspanya-İtalya ortak yapımı akülü engelli aracı, 9 bin liralık satış fiyatıyla dikkati çekiyor. Sağlık fuarına katılmak üzere geldiği Bursa’da, AA muhabirine açıklamada bulunan firmanın sahibi Fatma Köken, engelliler başta olmak üzere sağlığa yönelik araç, gereç ve malzeme ürünleri üzerine faaliyet gösterdiklerini söyledi. Sektörde 3. yılı doldurduklarını ifade eden Köken, ithal ve kendi üretimleri olmak üzere terlik, yatak, engelli scooterleri, engelli araçları, tekerlekli sandalyeler gibi ürünlerin satış ve pazarlamasını yaptıklarını anlattı. Tekerlekli sandalyelerin Türkiye’de en ucuzunun 150-200 lira arasında değiştiğini dile getiren Köken, “Bunlar Çin’den ithal edilen kalitesiz ürünler. Ömürleri 5-6 ayı geçmiyor. Önce tekerlekler, ardından ürünün tamamında deformasyon başlıyor ve kullanılamaz hale geliyor” dedi. İyi kalitede olanların fiyatının ise 500 liradan başladığını vurgulayan Köken, şöyle konuştu: “Bunların yanı sıra son yıllarda engellilere yönelik akülü araçların kullanımı arttı. Şu anda Türkiye’de en üst segmentteki engelli aracını biz ithal ediyoruz. Türkiye koşullarına uygun en iyi engelli akülü arabası olarak satıyoruz. Sadece engelliler değil yürümekte zorlananlar da kullanıyor. Normaldeki satış fiyatı 9 bin lira ancak fuar kampanyasında bunu 5 bin liraya indirdik. Fiyat düşünce fuarda satışlarımız arttı.” Köken, aküsü tam dolu şekilde aracın 45 kilometre gidebildiğini belirterek, “İspanya-İtalya ortak yapımı aracın koltuğu 360 derece dönebiliyor. Özel süspansiyonları sayesinde koltukta oturanı sarsmıyor. Adeta küçük bir otomobil gibi, farklı bir konfor sağlıyor” diye konuştu. Köken, önündeki sepeti ve arkasındaki kilitli bölümü sayesinde özel eşyaların konulabildiği engelli aracının 25 kilometre hız yaptığını sözlerine ekledi. Kaynak.milliyet.com