özge

Üye
  • İçerik sayısı

    3
  • Katılım

  • Son ziyaret

Topluluk Puanı

0 Kendi Halinde

özge Hakkında

  • Derece
    Yeni Üye
  1. ÜLKEMİZDE EN ÇOK KARŞILAŞILAN BİLİŞİM ŞUÇLARINDAN ÖRNEKLER Başkalarının adına e-mail göndererek özellikle ticari ve özel ilişkileri zedeleme. Başkalarının adına web sayfası hazırlamak ve bu web sayfasının tanıtımı amacıyla başkalarına e-mail ve mesaj göndermek ve bu mesajlarda da mağdur olan şahsın telefon numaralarını vermek. Kişisel bilgisayarlar yada kurumsal bilgisayarlara yetkisiz erişim ile bilgilerin çalınması ve karşılığında tehdit ederek maddi menfaat sağlanması Şirketlere ait web sayfalarının alan adının izinsiz alınması ve bu alan adlarının karşılığında yüklü miktarlarda para talep etmek. Özellikle Pornografik içerikli CD kopyalamak ve satmak. Sahte evrak basımı gibi çok farklı konuları içerebilmektedir. NOT: Unutmayın bu tür suçların tek mağduru siz değilsiniz. Karşılaşılmış olan durumdan utanmadan tüm deliller ile birlikte en yakın Cumhuriyet Başsavcılığına başvurunuz. CEZASINDAN HABERİ OLAN YOKSA ARAŞTIRSIN CİDDİ BİR SUÇ..ŞİMDİ EĞER BÖYLE BİR KONUDA MADURSANIZ VE KARŞINIZDAKİNİN BUNUN CİDDİYETİNİN FARKINDA OLMADIĞINI DÜŞÜNÜYORSANIZ NE YAPMALISINIZ???????? İYİ SORU... CVP ???
  2. Ona Deki...

    Giderken beni de beraberinde götürdü. Ondan geriye kalanları da ben kaldırdım. Mektupları kutuların içine bıraktım. Resimler diğerlerine ait resimlerin hemen yanında duruyor. Şiir pek yazmamıştı zaten... Ama nafile, Ondan henüz kurtulamadım. Yazdıkları yalnızca bir kâğıt parçasının üzerinde olsa da, okuduğumda sesi kulaklarımda yankılanıyor. Resimlerine ne zaman baksam göz kapakları kımıldıyor. Evde dolaşırken ayaklarıma anılar dolanıyor. Gülümsemesi duvarlara asılı resimlerin üzerine takılmış kalmış. Ne kadar uğraşsam çıkmıyor. Mavi koltukta hala sıcaklığı duruyor ve kimi zaman bir alelade tişört henüz onun kokusunu atamamışken elime geliveriyor. İşte o an deliriyorum. Panik içinde kendimi dipsiz bir kuyunun içinde çırpınırken buluyorum. Duvarlar üzerime geliyor, Mavi koltuk beni içine çekiyor ve alelade bir tişört boğazıma düğüm üstüne düğüm atıyor. Dışarı, içeriden farksız. Yalnız da değilim üstelik. Koca bir yaz, bana eşlik etti. Ben ne kadar ağladıysam, o kadar da yağmur yağdı. Güneş saygı ile bulutların arkasında kaldı. Şimdi, yani o yokken hayat gözüme batıyor. Ne güneşli günler, ne ihtiraslı insanlar, ne de ulvi amaçlar umurumda. Bir ben varım. Milyarlarca insan bir yana, ben hemen şuraya yalnızlar bulvarının köşe başına... Nükleer bir savaşın ardından yapayalnız kalmış gibiyim dünyada Üstelik de onsuz... Yani eskisinden daha güçsüz, Yani daha kırılgan, yani daha anlamsız. Koca bir çukur, dolmayı bekliyor. Anlar ve anılar o çukurun mezar taşları gibi başımda dikiliyor. biz O’na de ki ; Biz onunla bembeyaz yağan bir kar altında gece yarısı yürüyüşlerinde üşümeyen ayak izleriydik. Yeşilliklere bakan bir pencerenin gerisiydik. Bir fenerin beklediği kumsalda güneşe yüzünü veren çakıl taşlarıydık. Bir otel odasında umulmadık bir anda karşılaşmış sürgünde yorgunluktan uyuyakalan iki bedendik. Aynı marka iki araba gibiydik. Kara kaplı beyaz sayfalı bir defterde kâğıt ile kalemin arasına giren bir yalnızlık şiiriydik. Altın sarısı, maviliklerdik. Kahverengi derinliklerdik... O zamanlar adı artık pek de lazım olmayan, anılması yasaklanan bir esintiydik... O bir gözyaşıydı, başladı mı bir daha durdurulamayan. Ben bir umuttum, nereye gittiği bilinmeyen buharlı bir tirenin son vagonuna tutunan. Biz Onunla diğerlerinden farklı gibiydik. Şimdi o yokken benim önümde kaçak, yaşanmamış bir yaz duruyor. Ve yazın en uzun günü, benim gözüme uyku kaçıyor. Sonra resmi törenler başlıyor. Düş kaçkınları, yağmur suçluları, güneş vurgunları, dost acıları ve bir insanın en anlatılamayacak, en utandığı, canını en çok acıttığı duyguları... Yani hayat, önümden geçerken saygıda kusur etmiyor. Biz olmasak da, şimdilik “zaman” benimle idare ediyor... Gece O’na de ki; Geceleri uyumuyorum artık. Ağustos böcekleri refakatinde dalıyorum sessizliklere. Anlayacağı en yakın dostum sabahlara uzanan bir zırıltı ya da kulaklarımda hala çınlayan “seni seviyorum” yüklü fısıltısı... Onlar anlatıyor ben hep dinliyorum. Sustuklarında onu dinliyorum. Yeryüzünü o’nu düşündüğüm anlar aydınlatıyor ve üzerimde çoğu zaman hüzünlü bir ay parlıyor. Benim kadar içi kararmasa da, Ay da “yalnız” benim kadar. Büyük şehirlerin yalnızlarına ay refakat ediyor. Şehrin bütün ışıkları onlar yüzünden hiçbir zaman sönmüyor. Ayın şavkı okşuyor uykusuz yalnız insanların şehrinde hasret çeken yürekleri. O anlarda büyük şehirlerin gece bekçileri, bir kadının göz kapaklarında dikilip aşağıya, sonsuz bir uçuruma bakarken buluyorlar kendilerini. Eskisi gibi tereddütleri yok. Bırakıveriyorlar boşluğa anlamsız bedenlerini, düşünmeden geride bekleyenlerini. Sokakta yürürken rastlantılar karşı kaşıya getirirse onunla seni. Ve şayet yanında yoksa biri. Durdur onu ve ona yavaş sesle fısılda söyleyeceklerimi... Gecelerin çok uzun olduğunu anladım ve şafak vakti o uyanırken ben daha yeni uykuya daldım. O vakitler hayatın sınırları. Ve sınır boyu mayın tarlalarının yerini tehlikeli sessizlikler alırdı. Birbirine ulaşamayan yürekler kendilerini geceleri bitmesini istemedikleri uykulara vuruyor. O’nun dâhil olmadığı bir hayatı yaşamak, artık pek de anlamlı gelmiyor... Yalnızım O’na de ki; ben, yalnız başıma, yetmiyormuşum meğerse bana. Anlayacağı, bir yön gerekiyor. Masanın üzerinde duran yapayalnız bir pusula, Rotasız yolculukları çizmeye yetmiyor. Yalnızlık özgürlük ise, benim için hapis zamanı geldi geçiyor. Ne garip, insan bazen iki kişiyken de kendini çok yalnız hissedebiliyor. Oysa ben, Erhan Bener romanlarından fırlatılmış “tekil bir kahraman” gibi yaşıyordum onunla yalnızlığı. Şimdi yalnızken aynalara bakamıyorum. O varken ondan kaçıyordum, yanımda yokken sokaklarda başımı kaldırmıyorum. İtiraf etmesi oldukça zor ama çoğu zaman yalnızlığımı sevdiğim kadar, utanıyorum. Varlığında kaçtığım yalnızlığıma, bugün sığınıyorum. şiyir O’na de ki; Kara kaplı bir deftere bir kaç satır yazmadan uykuya dalamıyorum. Gizli bir bahçeden yükselen viyolonsel ve piyano eşliğinde ise aynı kelimeleri farklı beyaz sayfalara her gece, her gece, bir kez daha, bir kez daha, bir kez daha yazıyorum; Ona “seni seviyorum” demek isterdim. Sesinin üzerine ağlamak Ve konuşmadan onu anlamak... Bir hasret mektubu gibi gözlerine sığınmak isterdim. Onu kucaklamak Bağrıma basmak, öpmek, koklamak... O’na de ki O eğer o olmasaydı, uğruna ölebilirdim. O, o olsaydı, Orada Yanı başımda dursaydı cennetleri cehennem Sebepleri neden yapabilirdim. Keşke şurada tekrar bulabilsem onu Bıraktığım gibi... Küçük bir gülümseme Ve bir kaç damla gözyaşı ile... O’nu sevebilirdim ben iyiyim O’na de ki ; Duydum. Her şeyi duydum... Şimdi bana onu anlatıyorlar. Sanki başka bir insandan bahsediyorlar. Ben mi büyük anlamlar yükleyerek tam(am)lamışım O’nu... YOKSA… Öyleyse ne kadar yanılmışım. Yaratırken bir masal prensesini çocuksu düşlerimde, kendimi ne kadar iyi kandırmışım. Duyduklarım kara harflerle yazılacak masumiyet tarihine. Kirletilmiş bir sayfaya, kalın uçlu simsiyah kalemlerle... Bir Atilla İlhan şiiri gibi yazılanları yalnızca yaşayanlar anlayacak. Şiirlerde bana, yalnızca O anlatılacak. Biliyorum bir gün kendisinin anlatıldığı şiirlere rastladığında yazılanları anlamayacak. Zira tiren çoktan uzaklaşmış olacak. Hayatın karanlık bir ara istasyonunda yapayalnız kalanlar unutulmaya mahkûm olacak. O’na sor bakalım; En çok ne eksik kaldı, biliyor mu? Gerçi ben bilmesini beklemiyorum. Beni anlamasını beklemediğim gibi. Benimki geç kalmış bir veda Ya da yanlış anlaşılmış bir aşka bir türlü konulamayan Nokta, nokta, nokta. O’nun için denk gelirse eğer, iki lafın arasına sıkıştırıver söyleyeceklerimi. “Bana pişman olacak kadar bile zaman tanımadı.” Oysa her insan geriye dönüp baktığında “Acaba?” sorusunu sormak ister... Hata yapıp yapmadığını ufak bir zaman aralığında tartışmak gereğini hisseder... İçinden çıkamadığı durumlarla karşılaştığı anlarda bir süre “kaçma hakkını” kullanmak için beyaz yalanlar söyler... Ben bunların hiçbirini yapamadım. Yapacak zaman bulamadım. Belki bu yüzden bugün ben yalnızca “iyi olmuş” diyebiliyorum. Yanılmadığımı, hata yapmadığımı düşünebiliyorum. Beni en çok işte bu yaralıyor. Bu kadar haklı çıkmak insana pişman olma fırsatını tanımıyor. İnsan pişman olamayınca da “bi daha” diyemiyor. Ayrılık, ( “zamansız” olunca ) tüm ağırlığını omuz başına bırakıyor. Ve o orada durduğu sürece ben bir daha hiç bir zaman benzer ağırlıkları kaldırmayı göze almayacağım. Ortalama aşklara bir kez aldandım, bir daha aldanmayacağım. Yanlış anlamasın sakın. İstese de, istesem de, istesek de hiçbir zaman geri dönmeyeceğim. Niyetim af dilemek değil, af etmek hiç değil... Benimkisi eski bir dost’tan bir “hayat mahkumunun” son istekleri, o kadar... Onun sesini duymak istemiyorum, bir daha telefon etmeyeceğim. Yüzünü zaten görmeyeceğim. Bitip gidenlerin ardından artık ben de üzülemeyeceğim. Gelsin bende kalan son parçasını, çantasını alsın, sırtındaki bavuluna yüklediği yalan hayatlarla uzaklara kaçsın. O’na deki; Ben o’nu düşlerimde yaşatacağım. Sessizliğimde avaz avaz adını bağıracağım. Yıllar sonra bir gün karşılaştığımızda uzun uzun yüzüne bakarken utanmayacağım. İzlerini taşıyan mezar taşı, başköşemde duruyor. Ama ayrılmak her zaman unutmak anlamına da gelmiyor. Gözlerim hala gözlerine değiyor, ellerim havada boşluğu uzanan umutları yakalıyor. Mutlu değildim, mutlu değilim, belki hiç olmayacağımda. Merak etmesin, tersini düşünüp, kendini üzmesin. O mutlu ise tebrik ederim. Mutluluğunun devamını dilerim. Ama şunu da bilmesini isterim ; Bir gün bir uyku arasında rastlarsam ona, düşlerimde kendimi tutmayacağım. O’nu o kadar çok özledim ki Sarıldığımda ağlayacağım O’nun, o güzel kalbini okşayacağım. Cüneyt Özdemir / 02.09.2009