Can Sengul

SiteYöneticisi
  • İçerik sayısı

    3.187
  • Katılım

  • Son ziyaret

  • Days Won

    44

Can Sengul kullanıcısının paylaşımları

  1. İMKBâ��ye sabah şoku !

    İstanbul Menkul Kıymteler Borsası (İMKB) Ulusal 100 Endeksi, güne yoğun satışlarla başlayarak 30000 bin puanın altına indi. İMKB Bileşik Endeksi 29.096,18 puana kadar gerileyerek, en son 2005 yılı Ağustos ayında gördüğü seviyelere geri döndü. Endeks, dünkü 12,87 puan ve yüzde 0,04′lük düşüşle yerinde saymıştı. Dün 31.561,87 puandan kapanan Bileşik Endeks, bugün açılışta 2.119,55 puan ve yüzde 6,72 geriledi. Açılışın ardından 29.096,18 puana kadar gerileyen Endeks, ardından gelen tepki alımlarıyla 29.508,05 puana kadar toparlandı. İlk 15 dakika dolarken bu seviyelerdeki seyir devam etti. İlk 20 dakika sonunda toparlanma biraz hızlandı ve 29.700 puanlı seviyelere ulaşıldı. İlk yarım saat içinde 29.096,18-29.966,63 aralığında hareket eden Bileşik Endeks, bu bölümü 1.600,30 puan ve yüzde 5,07 düşerek 29.961,57 puandan tamamladı. Uzmanlar, ABD;de piyasaların FED’den bir faiz indirimi beklediğini, buna ilişkin bir hareket gelmemesinin piyasalarda moralleri bozduğunu savunuyor. Yurt içinde ise yurt dışı piyasalara paralel dalgalı seyrin devam ettiğini vurgulayan uzmanlar, her ne kadar İMKB 30 Endeksi tarihi destek noktalarını test etse de yurt dışı piyasalar yönünü yukarı çevirmeden, yurt içinde bu seviyelerden tepki gelmesinin zorluğuna işaret ediyor. 30.000 PUANIN ÖNCESİ VE SONRASI İMKB Bileşik Endeksi 2004 yılını 25.000 puanın hemen altında 24.971,68 puandan tamamladı. Endeks, 2005 yılının ilk 10 günü biterken de 26.000 puanı geçmişti. Ocak ayı sonunda ortalama yüzde 9,45′lik bir artışla 27.330.35 puandan kapanan Endeks, Şubat ayında da çıkışını rekorlarla sürdürdü. Şubat ayının ilk haftasında 28.000 puanı geçen endeks ayın son günü 28.396,17 puandan rekor kırarak kapandı. Endeksin 28 Şubat’ta gördüğü 28,396.17 puanlık rekor seviye Temmuz ayına kadar geçilemedi. Mart ayını yüzde 10,00, Nisan ayını yüzde 7,69 oranında düşüşle kapatan Borsa Endeksi Nisan sonunda 23.591,64 seviyelerine kadar geriledi. Ardından gelen 5 ayı, yüzde 4,4 ile yüzde 9,9 arasında değişen artışlarla tamamlamayı başaran Endeks, 28 Şubat’tan sonra ara verdiği rekorlarına Temmuz ayı ortalarından itibaren devam edebildi. 28 Şubat’ta 28,396.17 puanla kırılan kapanış rekoru ancak 14 Temmuz günü 28,500.87 puanla geçilebildi. Rekorlar Temmuz ayının son günleri ve Ağustos ayının başlarında da devam etti. Endeks 29,000 puanı 22 Temmuz günü 29.188,09 puanlık kapanışla geçti. 30.000 puan seviyesi ise 30.123,59 puanla 4 Ağustos 2005 Perşembe günü kapanışta aşıldı. Endeks, daha sonraki aylarda gösterdiği seyirle yılı 39.777,70 puandan tamamladı. Bileşik Endeks 30.000 puanın altındaki son kapanışını 29.814,17 puanla 25 Ağustos 2005 Perşembe günü yapmış, seans içindeki 29.000 puanlı seviyeyi de 31 Ağustos 2005 Çarşamba günü 1. Seans içinde 29.998,66 puanla görmüştü. Endeks, 30.000 puan seviyelerindeki son kapanışını da 30.766,71 puanla 19 Ekim 2005 Çarşamba günü gerçekleştirmişti. Ayrıca endeks, 18 Eylül 2008 Perşembe günü yapılan 1. Seansta 30.971,24 puana kadar gerileyerek 3 yıl önceki seviyeyi test etmişti. Endeks kapanıştaki en yüksek seviyesine 58.231,90 puanla 15 Ekim 2007 tarihinde ulaştı. Seans içi en yüksek seviye rekoru da 58.864,34 puanla yine aynı gün kırılmıştı. View the full article
  2. Dün Genelkurmay’ı göreve çağıran Hıncal Uluç, Aktütün’den sonra herkesin yanıtını aradığı ‘şiddeti bitirme yöntemi’ni tartışmaya açtı. Sabah Gazetesi yazarı bugün Hıncal Uluç’un sorularını manşet yaptı. Afsız çözümü biz de bilelim manşeti ile duyurulan yazıda Uluç, önemli sorular soruyor. ‘GENEL AF OLMAZ’ DEDİ Göreve geldiği hafta Meclis’in yetkisi altındaki bir konuda asker adına kırmızı çizgiyi çeken “Genel af, menel af olmaz” diyen Başbuğ değil mi? Hem de savaşı kazanmanın yolunun PKK’ya katılımı önlemekten geçtiğini anlatırken… TÜM SİVİLLER BİLSİN O zaman, içinde af olmayan bir çözüm yolunu biliyor ve düşünüyor demektir. Bize de açıklasın, biz de bilelim… Tüm siviller bilsin bakalım, PKK’ya katılımın en kısa yolla önlenmesinin yolu askere göre nedir? Kamuoyu çözüm bekliyor. İşte Hıncal Uluç’un yazısının tamamı: Çözüm umudunuz var mı?.. Kendinizi 70 yaşındaki Zülfü Çelebi’nin yerine koyar mısınız bir.. Diyarbakır’ın Dicle ilçesinde yaşayan Zülfü Çelebi’nin.. İkiz oğulları var.. Aslanlar gibi büyütmüş onları.. Birisi şimdi, Türk Silahlı Kuvvetlerinde vatan görevini yapıyor.. Öteki.. Öteki Kandil’de.. 3 yıldır PKK militanı.. Elinde silah emir bekliyor, kardeşinin ordusuna saldırmak için.. Aktütün’ü basanlardan biri de oydu kim bilir.. Aktütün’de şehit olanlardan birinin kardeşi olabileceği gibi.. “Allah çocuklarımı karşı karşıya getirmesin.. Allah oğullarımı birbirinin katili yapmasın” diye sabah akşam dua eden Zülfü Baba’nın yerine koyun bir an kendinizi.. Koyun ve düşünün.. Olaydaki dramı değil, lütfen gerçeği düşünün.. Ayni aile, ayni çevre içinde büyüyen, ayni çevrede, ayni dost ve arkadaşlarla yetişen, ayni eğitimi alan iki kardeşten birini Türk Silahlı Kuvvetlerine, ötekini bir terör örgütüne götüren ince çizgi nedir?. Güneydoğu sorununun çözümü bu sorunun yanıtını verebilmemizden geçiyor.. Silahtan, askerden falan değil.. Şimdi, yeni Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ’un karargâhının ve yeni iletişim bürosunun yanıtlamasını istediğim bir sorum var.. PKK ile otuz yıldan beri süren savaşın bilançosunu öğrenmek istiyorum.. 1-Bu savaş için bugüne dek harcanan para nedir?. 2-Bu savaşta bugüne dek verilen zayiat nedir?. Kaç şehit?. Kaç gazi?..Kaç gencimiz, kolunu, bacağını, gözünü kaybetti ve çalışamaz hale geldi?. Kaç yaralımız oldu?. İstediğim kesin rakamlar gelene dek beklememe gerek yok aslında.. Çünkü her iki sorunun yanıtının da çok ama çok büyük sayılar olduğunu herkes tahmin edebiliyor.. Ki bu bilançonun içinde boşaltılan köyler ve batıya göçlerin yarattığı sosyal maliyet yok.. Peki, bunca büyük maliyetin karşılığında bugün gelinen yer neresidir?. Çözüme ne kadar mesafedeyiz?. Söyleyeyim. Başladığımız noktada.. Ufukta çözüm mözüm de görülmüyor.. “Görülüyor” diyen var mı?. Olayın askeri tarafını yöneten Genelkurmay’ın yaptığı açıklamalar sizi tatmin ediyor, umut veriyor mu?. Siyasal ve sosyal yönünden sorumlu sivillerin dedikleri içinize bir damla su serpiyor mu?. Zerre umutlanıyor musunuz?. Terörle Mücadele Yüksek Kurulu imiş (TMYK).. Yayınladıkları bildiriye bakar mısınız?. “Terörle mücadelemiz bütün mülahazaların üstünde devletimizin tüm kurumlarının etkin işbirliği ile her koşulda sürdürülecek ve alınan bütün tedbirlerin uygulanmasına kararlılıkla devam edilecektir..” Vay anasını Sayın Seyirciler.. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Orta Asya gezisini apar topar kesti. TMYK’yı topladı ve bu bildiriyi yayınladılar.. Dinleyince ne kadar rahatladınız, başınızı yastığa ne kadar rahat koydunuz değil mi?.. Hele bir de üstüne Devletin Başkanı Abdullah Gül’ün “Sözüm ona terör örgütü ayakta olduğunu göstermek için bu saldırıyı yapmıştır. Bedeli ne olursa olsun bu mücadeleye devam edilecektir. Bu saldırının hesabı sorulacaktır” dediğini duyunca içiniz nasıl buz gibi olmuş, nasıl derin bir “Ohh!..” çekmişsinizdir. Geçiniz beyler.. Geçiniz ağalar.. Geçiniz paşalar!.. 30 yıldır bu edebiyatı her şehidin ardından duya duya ezberledik.. Ama dönüp arkamıza baktığımızda durum masal.. Bir arpa boyu yol gitmemişiz.. Palavraya, edebiyata, hamasete karnımız tok.. Asker, sivil bir araya gelip, kamuoyunu tatmin edecek bir çözüm planını ortaya koymanız gerek.. Tutarlı ve hepsinden önemlisi inandırıcı.. Asker yıllardır “Ben savaşıyorum, ama dağa çıkış engellenmediği sürece bu savaş bitmez” diyor. Haklı olduklarını herkes kabul ediyor.. Peki dağa çıkış nasıl önlenecek?.. Zülfü Baba’nın bir oğlu bu vatan için silaha sarılırken, ötekinin Kandil’de kardeşine karşı silah kuşanmasının önüne nasıl geçilecek?. Çözüm için savaşan asker de sözünü açıkça söylemeli.. Şehitleri verenler onlar. Onlara rağmen çözüm üretilemez, kendimizi kandırmayalım. Bu yüzden asker çözüm için neler düşündüğünü açıkça ifade etmelidir. Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ “Bu benim işim değil. Ben savaşırım. Ötesini siviller bilir” demesin sakın.. Göreve geldiği hafta Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yetki ve sorumluluğu altındaki bir konuda asker adına kırmızı çizgiyi çeken “Genel af, menel af olmaz” diyen o değil mi, hem de savaşı kazanmanın yolunun PKK’ya katılımı önlemekten geçtiğini anlatırken.. O zaman, içinde af olmayan bir çözüm yolunu biliyor ve düşünüyor demektir.. Bize de açıklasın, biz de bilelim.. Tüm siviller bilsin bakalım, PKK’ya katılımın en kısa yolla önlenmesinin yolu askere göre nedir?. Şimdi bakın!.. TMYK falan değil, içinde Cumhurbaşkanının, başbakan ve ilgili bakanların ve de tüm komutanların yer aldığı Milli Güvenlik Kurulu, DTP dahil, Meclis’teki muhalefet liderlerinin de davet edildiği tek gündemli bir toplantıda çözümün temel ilkelerini belirlemeli ve açıklamalıdır. Kamuoyu artık, inanılır ve güvenilir bir çözüm planı bekliyor.. Yeni şehit listeleri ve dizi dizi cenaze törenleri değil.. Lütfen kendinizin bile inanmadığınız klişe nutukları ve bildirileri unutun. Millet 30 yıl ve bunca kayıptan sonra gerçekçi bir çözüm planı ve nihai çözüm istiyor.. Tamam mı? HINCAL ULUÇ - SABAH View the full article
  3. Sinan Enginâ��e ağır suçlama !

    Jean Tigana, dün istifasını açıklayan genç çalıştırıcıya sahip çıktı, Siyah-Beyazlı kulübün yöneticilerini ağır eleştirdi ! Ertuğrul Sağlam’ın yeni kuşağın en iyi temsilcilerinden biri olduğunu ifade eden Fransız teknik adam, “Ertuğrul Sağlam’ın gidişine çok üzüldüm. Ertuğrul gerçekten de yeni kuşağın en iyi antrenörlerinden biridir. Ayrıca karakter olarak da son derece düzgün, beyefendi bir insandı. Beşiktaş’ta da son derece başarılıydı. Takımın ligde mağlubiyeti olmadığı gibi şampiyonluğun da en büyük adaylarından biriyken istifaya zorlanması çok saçma. Böyle bir şey olamaz. Bunun altında başka şeyler aramak lazım.” diye konuştu. Uzun süre görev yaptığı için Beşiktaş kulübünü çok iyi tanıdığını söyleyen ve Ertuğrul Sağlam’dan önce Beşiktaş’ı çalıştıran Jean Tigana, son derece ilginç tespitler yaptı. Siyah-Beyazlı kulübün içinde iki tane büyük sorun olduğuna dikkat çeken Fransız teknik adam, “Birincisi; Sinan Engin o kulüpte olduğu sürece Beşiktaş’ta hiçbir teknik adamın başarılı olma şansı yok. Engin, Beşiktaş için bir kanserdir. Kesilip atılmadığı sürece kulüpte sıkıntılar devam eder. İkinci konu da; Beşiktaş camiasını yakından takip eden iki tane de satılık muhabir var. Onlar yönetimin istediği şeyleri yazarlar. Bazen futbolcuların bazen teknik direktörün aleyhlerine yazı yazmak için direktif alırlar. Bu art niyetli insanlar gitmeden Beşiktaş’ın başarılı olma ihtimali hiçbir zaman yok.” açıklamasında bulundu. Ertuğrul Sağlam’dan önce bir buçuk yıl Beşiktaş’ı çalıştıran ve bu süreçte iki Türkiye Kupası bir de Süper Kupa kazanma başarısı gösteren Jean Tigana kendisinin de benzer sorunlar yaşadığını sözlerine ekledi. Şampiyonluğa gittikleri bir dönemde medyada aleyhlerine garip haberler çıktığını vurgulayan Tigana, “Tam şampiyonluğa giderken bizi engellediler. Beşiktaş’ın rakipleri dışarıda değil içeridedir. Beşiktaş camiasının artık bunu anlaması ve gerekeni yapması gerekmektedir. Bugün Ertuğrul Sağlam’ın başına gelenler daha önce de Rıza Çalımbay’ın ve benim başıma gelmişti. Bu mantalite ile bu takıma gönül veren milyonlarca insanın mutlu olma şansı ellerinden alınıyor. Tek suçlu antrenör değildir. Hele hele Ertuğrul Sağlam hiç değildir. Bu yönetimle Del Bosque başarısızdı, Rıza Çalımbay başarısızdı, Jean Tigana başarısızdı, Ertuğrul Sağlam başarısızdı. Peki bu yönetim ve mantalite başarılı mı? Yazık oldu. Önceki antrenörlere olduğu gibi Ertuğrul Sağlam’a ve Beşiktaş camiasına yazık oldu.” diyerek sözlerini tamamladı. View the full article
  4. Oniki senelik aşkı müzisyen Erdem Yörük ile düğünü düşünürken ayrılan Işın Karaca, estetik operasyon yaptırmaya karar verdi.. Işın Karaca, estetik ameliyatla yepyeni bir görünüme kavuştu. Işın Karaca, oniki senelik aşkı Erdem Yörük’le ayrılığın acısını iyi göğüsledi. Yörük’le ağlayarak ayrıldıklarını söyleyen Karaca, zor günleri atlatıp kendini yenilemeye karar verdi. Işın Karaca’nın göğüs dikleştirme ve yağ aldırma operasyonları yaptırdığını öğrendik.
  5. Engelli ailenin bitmeyen çilesi Doğuştan ortopedik özürlü olan Kırat Ailesi, akülü arabalarının bakımını yaptırmak için Karşıyaka’dan Bornova’ya kadar trafiğin içinde seyrediyor... İbrahim Kırat, eşi Şaziye ve kız kardeşi Yeter doğuştan ortopedik özürlü. Akülü araçları ile yaşamak zorunda olan Kırat Aiesi, engelli olmanın zorluklarını her gün çekiyor. Ama en kötüsü akülü araçların yıllık periyodik bakımını yapmak için gitmek zorunda oldukları Bornova yolunda yaşadıkları. Bırakacak kimseleri olmadığı için çocukları Duygu ve Selcan’ı da alarak yola düştüklerini belirten İbrahim Kırat, “İzmirliyim ve yıllardır Karşıyaka’da oturuyorum. Bu sorunu da doğduğum günden beri yaşıyorum. Yaşadıklarımız belediyelerin ayıbıdır. Zaten hayat bizim için yeterince zor, bir de bunlarla uğraşıyoruz. En azından kaldırımlara birer rampa yaparak yardımcı olsunlar. Ailece saatlerdir yoldayız ama kaldırıma çıkacak bir rampa bulamadık” dedi. Hayatımız sürücülerin elinde Rampa olmadığı için kaldırıma çıkamayan ve sürekli araçlarla aynı yolu kullanmak zorunda kalan Kırat Ailesi, her an bir aracın altında kalıp ölmekten korkuyor. Araçların altından kalma korkusuyla yaşadıklarını kaydeden İbrahim Kırat, “Hayatımız tamamen yanımızdan veya karşıdan gelen araç sürücülerin dikkatine ve insaflarına kalmış durumda. Ölümle her an burun burunayız. Belediyeler bizim de birer insan olduğumuzu ve yaşam hakkına sahip olduğumuzu hatırlayıp İzmir’de kaldırımlara birer rampa yapsınlar istiyoruz” diye konuştu. Anne Şaziye Kırat ise soruna daha farklı bir açıdan yaklaşarak yaşadıkları zorlukları şöyle dile getirdi: “Kızımı parka götürdüğümde yolun kıyısında bırakıp izliyorum. Çünkü kaldırımda rampa yok. Kaldırımın kenarında uzaktan öylece izliyorum. Bazen bizi kaldırıma çıkarmaları için vatandaştan yardık istiyoruz. Fakat arabalarımız ağır olduğu için kaldırmakta zorlanıyorlar. Sonrasında inmek de sorun oluyor. Kendi kendimize inmeye çalışırken zaman zaman düşüyoruz. Büyükşehir ya da yerel belediyeler artık sorunumuza bir çözüm bulsu.” Engelliye yol eziyeti Doğuştan ortopedik özürlü olan Kırat Ailesi’ne akülü arabalarının periyodik bakımını yaptırmak için Bornova’ya gitmek zorundalar. Karşıyaka’da oturan engelli aile, Bornova’ya kadar kaldırıma çıkacak ve inecek rampa olmadığı için trafiğin içinde, ölümle burun buruna bir şekilde seyahat etmek zorunda kalıyor. Aile, bu sorunu yılda bir değil, her gün yaşamaktan şikayetçi. (Yenigün)
  6. Ahmet Kekeç,Ergenekon tutuklu sanığı Perinçek hakkında ortalıkta dolaşan son iddiayı köşesine taşıdı. Ergenekon sanığı hidayete mi erdi? İnternet siteleri, haberi, ‘Ergenekon tutuklusu Perinçek hidayete erdi’ başlığıyla duyurdular. Değerli Perinçek, cezaevindeyken, ‘Ramazan hediyesi’ çerçevesinde sunulan birkaç ‘dini içerikli’ film izlemiş. Etkilenmiş… Putlara karşı savaşan Hz. Muhammed’in su katılmamış bir ‘devrimci’ olduğu sonucuna varmış. Doğru görmüş. Bence de devrimcidir. Fakat, benim tartışmak istediğim konu, değerli Perinçek’in ‘herşey olma’ becerisi ve bu konuda gösterdiği yüksek performans. Hidayete ermeden önce neydi, bilmiyorum. İşin burası çok karışık görünüyor. Biraz Ertuğrul Özkök’vari olacak ama, sakın yanlış anlaşılmasın, Perinçek’in içinde bulunduğu ‘hal’i ve eski ‘haller’ini sorguluyor değilim. Kim ne olursa olsun, bana ne. İster dinci, ister sosyalist, ister Kemalist, ister ‘Hilton medyası’ müntesibi… Bana ne! Sana ne! Dediğim gibi, benin dikkatimi, daha çok, Perinçek’in ‘herşey’ olurken ortaya koyduğu cesamet çekiyor. Eskiden sosyalist olduğunu söylerlerdi. Kendisi de böyle olduğunu söylerdi. Bu konuda kitaplar yazar, söylevler verirdi. Sosyalizmin Çin kanadından… Bir ara Kürtçülüğe meyletti. Sonra Kemalist oldu. Gerçi, kötü niyetli bazı kişiler, ‘Perinçek hareketi’nin Çin’le, dolayısıyla Mao’yla bir ilgisi bulunmadığını, Türkiye’deki sosyalist muhalefeti bölmek amacıyla ihdas edildiğini söylediler ama, biz ‘beyan esastır’ uyarınca Perinçek’i önce sosyalist, sonra sahih ve salih bir Kemalist kabul ediyoruz. Peki, aynı anda hem sosyalist, hem Kemalist nasıl olunur? Çok basit… Kötü niyet ürünü yorumlarıyla dikkat çeken Murat Belge, ‘Türkiye’de solcu olan insanların çoğu Kemalizm’den gelir ve Kemalizm’le ilişkisini solcu olduktan sonra da sürdürür. Bunun değişik derinlik düzeyleri vardır. Kimileri bu iki farklı ideolojiyi, üç aşağı beş yukarı ‘aynı şey’ gibi görme eğilimindedir. Kimileri birçok sorun karşısında ‘solcu’dur, ama bazı temel sorunlar karşısında Kemalist sayılacak tepki ya da davranış biçimleri gösteriverir’ diyordu. Belge böyle diyordu ama, değerli Ergenekon tutuklusu Perinçek 70’li yıllarda bambaşka şeyler söylüyordu. Mesela, ‘Kemalist burjuvazi, yurdumuzu emperyalizme teslim etti’ gibilerden laflar ediyordu. Peki, ‘Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi Davası’nda yaptığı yazılı savunmada ne diyordu? Mahkeme tutanaklarından aynen aktarıyorum: ‘Kemalist burjuvazi işçi ve köylüleri insafsızca sömürerek hızla zenginleşti. Büyüyen Kemalist burjuvazi yurdumuzu giderek emperyalizme teslim etti. Kemalist burjuvazi diktatörlüğünü kurar kurmaz, ‘sosyal barışâ€™ politikası ile emekçi yığınları kendi iktidarına boyun eğdirmeye çalıştı. ‘İmtiyazsız, kaynaşmış bir kitleyiz’ sözleri burjuvazinin şiarı oldu.’ Hakkını teslim edelim, bunları söylerken de, ‘halkımızın anti-emperyalist mücadelesindeki değerli hizmetlerinden dolayı Mustafa Kemal’i saygı ile anmayı’ ihmal etmiyordu. Peki ben bu yazıyı nereye bağlayacağım? Bir yere bağlamaya gerek yok. Eski sosyalist, ara dönem Kürtçüsü, geç dönem Atatürkçüsü Perinçek cezaevinde hidayete ermiş. Bundan daha güzel ‘bağlam’ olur mu? AHMET KEKEÇ/STAR View the full article
  7. SOSYAL SİYASET EKSENİNDE YEREL ÖZÜRLÜLER POLİTİKASI Özürlülerin toplum hayatının bütün alanlarına eşit vatandaş olarak katılmaları, sosyal politikaların başta gelen görevlerindendir. Gerek merkezî, gerekse yerel sosyal politikalar açısından özürlülerin göz ardı edilmesi veya sorunlarının ertelenmesi, sosyal siyasetin hedeflerinden ve ilkelerinden kabul edilen sosyal barış ve dayanışma ruhuna aykırıdır. Özürlülerin toplum hayatının bütün alanlarına eşit vatandaş olarak katılmaları, sosyal politikaların başta gelen görevlerindendir. Gerek merkezî, gerekse yerel sosyal politikalar açısından özürlülerin göz ardı edilmesi veya sorunlarının ertelenmesi, sosyal siyasetin hedeflerinden ve ilkelerinden kabul edilen sosyal barış ve dayanışma ruhuna aykırıdır. Dezavantajlı sosyal gruplar kapsamında değerlendirildiklerinden dolayı özürlüler, haklı olarak modern ve aktif sosyal politikaların belki de en önemli ve en öncelikli kesim arasında yer almaktadır. Sosyal gelişme yolunda en ileri bir noktada olmak isteyen toplumlar, özürlüler gibi dezavantajlı sosyal grupların hayat kalitesini de en ileri boyuta taşımakla sorumludur. Geniş anlamda insan hakları, dar anlamda sosyal haklar bağlamında özel ve kamusal haklar bütün vatandaşlara eşitlik ilkesi doğrultusunda verilirken, dezavantajlı sosyal gruplar, bunlardan fırsatta eşitlik ilkesine göre de yararlanabilmelidirler. Bunun hayata geçirilmesi ise genelde her türlü engeli ortadan kaldırmayı hedefleyen pozitif ayrımcılık yöntemleri ile gerçekleştirilebilmektedir. Mesela özürlülere istihdam hakkını tanımakla kalmayıp, emek piyasasına dönük özürlü kota sistemi veya korumalı işyeri gibi uygulamalarla bu hakkın veya hedefin somut olarak hayata geçirilmesini sağlamak özürlü dostu aktif sosyal politikaların bir yansımasıdır. Özürlü dostu aktif sosyal politikaların hedefleri ve ilkeleri gibi teorik genel çerçevesinin yanında hukukî altyapısı, katılımcı demokrasinin bir gereği olarak özürlü temsilcilerin görüşlerinin de yer aldığı genel mutabakat sonucunda her ne kadar merkezî idare tarafından belirleniyorsa da, uygulamada çoğu zaman yerel yönetimlerin de katılımı kaçınılmazdır. Bundan dolayıdır ki, özürlü dostu aktif sosyal politikaların hayata geçirilmesinde etkinlik ve başarı elde etmek açısından yerel yönetimlerin de bu politikaların önemli bir aktörü olarak rol almaları gerekmektedir. Makalemiz bu bağlamda yerel yönetimlerin ve özellikle belediyelerin değişik alanlarda özürlü politikaları oluşturma yönünde somut bir açılım sergileme gayesini gütmektedir. 1. Dünyada Özürlüler Politikalarının Tarihî Gelişimi Batı dünyasında özürlülere yönelik sosyal politikaların tarihi oluşum ve gelişim süreci incelendiğinde şu merhalelerden geçtiği tespit edilebilir: I. Cihan Harbi’ne dek özür türlerine göre özel eğitim tekniklerinin geliştirilmesi ve özürlülerin bu tekniklerden yararlandırılması, öncelikli hedef olmuştur. I. Cihan Harbi akabinde tıbbi ve mesleki rehabilitasyon hizmetleri yoğunluk kazanmıştır. Bu süreç, II. Cihan Harbi’nin sonunda özürlüleri iş hayatına dâhil edebilme arayışlarıyla devam etmiştir. Avrupa ülkeleri, 1970’li yıllardan itibaren özürlülük alanında önemli kanuni düzenlemeler gerçekleştirebilmiş ve bu çerçevede özürlülerin sosyal haklarını belirleyebilmiştir. Bundan önceki dönemlerde özürlülük konusunda medikal yaklaşımın bir yansıması olan özel eğitim, tıbbi tedavi ve rehabilitasyon hâkim idi. Medikal model, gerek bakıma muhtaç özürlülerin, gerekse işgücü niteliği taşıyan özürlülerin temel ihtiyaçlarına cevap veremediği için, sosyal model yaklaşımlarıyla zenginleştirilmiştir. Özürlülerde görülen işsizlik ve yoksulluk gibi sorunlar, sosyal dışlanmanın bir sonucu olarak görüldüğü için, örgütlü özürlü hareketlerin ortaya çıkmasına da yardımcı olmuştur. Liberal toplumların rekabetçi ve çatışmacı özelliklerinden dolayı özürlülük hakları hareketleri de, sosyal baskılara karşı bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Özürlülerin örgütlenmesi sosyal ve çevresel engelleri ortaya çıkardığı gibi, özürlüler lehine yapılan kanuni düzenlemelerin de sosyal model ekseninde gelişmiştir. Sosyal politikaların gelişimi ile birlikte bugün özürlünün toplumsal bütünleşmesinden yola çıkılarak, erken safhalarda tıbbi tedavi ve rehabilitasyon hizmetlerinden yararlandırılmaları, özel eğitim ihtiyacı olanlara mümkün mertebe kaynaştırma yoluyla eğitim hakkının verilmesi, işgücü niteliği taşıyan özürlülerin mesleki rehabilitasyonu doğrultusunda emek piyasasında istihdamı, bu mümkün değilse korumalı işyerlerinde çalıştırılmaları önde gelen hedeflerdendir. İşgücü niteliği taşımayan veya bakıma muhtaç durumda olan özürlülerin sosyal güvenlik ve(ya) sosyal bakım hizmetleri kapsamına alınması ise, özürlülere dönük aktif istihdam politikalarının mümkün olmadığı durumlarda söz konusudur. 2. Türkiye’de Özürlüler Politikalarının Tarihi Gelişimi Türkiye, özürlü dostu sosyal politikalarını Batı dünyasına göre 20-30 sene gecikmeli olarak başlatabilmiştir. Gerçi 1976’da çıkartılan 2022 sayılı Kanun, işsiz özürlüleri ve 65 yaş üzerindeki yaşlıları, belirli bir gelire kavuşturmaktaydı. Ancak buradan elde edilen gelir, sosyal ihtiyaçlara cevap vermekten çok uzak idi. Batı dünyası, sosyal model ekseninde oluşturulan kurumsal yapılarıyla özürlü sorunlarına çoktan çözüm bulmuşken Türkiye, millî özürlüler politikalarını belirlemek üzere Başbakanlığa bağlı Özürlüler İdaresi Başkanlığı’na ancak 1997 yılında kavuşabilmiştir. Milli politikaların temel esaslarının somut olarak belirlenmesine yardımcı olacak Özürlüler Yüksek Kurulu da bir nevi devletin inisiyatifi ile oluşturulmuştur. Özürlülük bilinci ve örgütlü hareket de bu süreçten sonra hız kazanmıştır. 1999 yılında Türkiye’de ilk kez gerçekleştirilen “I. Özürlüler Şurası”nın temel kararları arasında özürlüler kanununun çıkarılması yer almıştır. İlk kanun taslağına bakıldığında içeriğinin medikal modele daha yakın olduğu anlaşılacaktır. Özürlülere dönük kanuni hakların belirlenmesi ile ilgili taleplerin gün ışığına çıkması ile özürlülüğe yönelik sosyal politikaların şekillenmesi de mümkün olmuştur. 2005 yılında gerçekleştirilen II. Özürlüler Şurası ise, “Özürlüler ve Yerel Yönetimler” ana temasıyla Özürlüler Kanunu’nun çıkmasını hızlandırdığı gibi, merkezi ve yerel yönetimlerin özürlü dostu sosyal politikaların temel esaslarının belirlenmesine de yardımcı olmuştur. 2.1. Özürlü Dostu Sosyal Politikaların Kaynağı Olarak “Özürlüler Kanunu” Özürlüler Kanunu, özürlülerle ilgili yılların birikmiş sorunlarının doğru bir şekilde çözümlenmesine önemli derecede katkı sağlamaya yarayan unsurlara sahiptir. Özürlüler Kanunu, özürlüler konusunu ilk kez, sosyal politika kapsamında değerlendirmiş ve böylece önemli bir paradigma değişimine yol açmıştır. Bu paradigma değişimi, kanuni düzenlemeleriyle genel olarak sosyal model anlayışına dayanan Avrupa Birliği’nin özürlüler politikalarına benzemektedir. Bu kanun sayesinde Türkiye’de de, özürlülüğü engellilik ile eş tutup yetersizliğe indirgeyerek, bireysel biyolojik bozukluklar olarak ele alan “medikal model” yerine hukuki, fiziki, mesleki ve sosyo-kültürel engelleri ortadan kaldıran bir “sosyal model” ortaya çıkmıştır. Ayrımcılık yapmama, fırsat eşitliği ve sosyal hayatın bütün kademelerine tam katılım gibi ilkeler, kanunun temel açılımlarındandır. Sosyal model anlayışına göre, özürlülük bir hastalık değil sosyal bir realite ve bir insanlık durumudur. Sosyal modelde, hayata tam olarak katılımda güçlük çeken bir özürlü, engelli durumundadır. Sosyal politika kapsamında özürlülerin hayatlarını kolaylaştırıcı ve çevresel engelleri ortadan kaldırıcı uygulamalar esastır. Sosyal bakım modelinde, engellilik özürlüler için sosyal bir sonuçtur. Dolayısıyla engellilik, işlevsel yönden yetersiz olan özürlü bireyin çevre ortamının olumsuz şartlarıyla karşı karşıya gelmesi ile ortaya çıkmaktadır. Özürlü, çevre şartlarından dolayı engelli hâle getirilmektedir. İşlevsel bozukluk veya yetersizlik kendi başına bir engellilik teşkil etmemektedir. Diğer taraftan özürlülük veya engellilik kavramları, dinamik ve aktif sosyal politika uygulamaları ile statik ve homojen bir olgu olmaktan çıkarılmaktadır. Özürlülük, dar anlamda ve sosyal politika uygulamaları dışında ele alındığında çoğu kez engellilik ile eş anlamlı tutulmaktadır. Halbuki, özürlülük, özellikle tıbbi tedavi ve rehabilitasyon hizmetlerinin yetersiz veya uygulanmasına rağmen etkisiz kalması sonucunda, fiziki, zihni ve ruhi anlamda işlevsel sınırlılıkların ve beceri bozukluğunun kalıcı olmasıdır. Bu bağlamda özürlülük, kalıcı ve ortadan kaldırılması mümkün olmayan sürekli bir durum arz etmektedir. Özürlülüğüne rağmen toplum hayatında, başkalarıyla eşit düzeyde yer alma fırsatlarından yararlanabilme şansına sahip olması halinde ise kişi, engelli olmaktan çıkmaktadır. Engelliliğin ortadan kaldırılması, bir başka ifadeyle özürlülerin sosyal hayata eşit katılımının sağlanması, aktif sosyal politikalar ve sosyal duyarlı kesimlerin gönüllü katkıları ile mümkündür. İşte bu yönüyle Özürlüler Kanunu, özürlü dostu sosyal politika enstrümanlarıyla bütün özürlü grupların temel ihtiyaçlarına uygun çözüm sunmaktadır. Mesela özürlü işgücüne yönelik emek piyasasına dönük aktif istihdam politikaları, emek piyasasında çalıştırılmaları zor olanlar için korumalı işyerleri, bakıma muhtaç özürlülere dönük kurumda veya evde sosyal bakım güvence sistemi, sosyal güvencesi olmayanlara dönük özürlülük maaşı gibi uygulamalar. 3. Özürlüler Politikalarının Muhatabı Olarak Yerel Yönetimler Asıl sosyal fonksiyonları, yöre insanlarının temel ihtiyaçlarının karşılanmasına yönelik hizmetler sunmak olan yerel yönetimler, bu yönüyle yöre halkının sosyal sorunlarını en yakından tespit edebilen ve çözüm üretme yeteneğine sahip olan kurumlardır. Özellikle belediye yönetimleri, halkın somut ihtiyaçlarını gidermek bakımından doğrudan sorumlu idari birimlerdir. Türkiye nüfusunun yaklaşık olarak yüzde 80’i, toplam sayıları 3.225 olan belediye alanlarında yaşamaktadır. Bu nüfusun yaklaşık yarısının 16 büyük şehirde ikamet ettiği kabul edilmektedir. Bu oranlar ve rakamlar, aynı zamanda Türkiye’de yaşayan 8,5 milyon özürlünün yaklaşık 7 milyonunun belediye alanlarında yaşadığının bir göstergesidir. Belirtilen bu istatistiki veriler, belediye yönetimlerinin, yerel sosyal politika aktörü olarak özürlülerin sosyal sorunlarıyla da direkt olarak ilgilenmesini göstermektedir.
  8. Sosyal Siyaset Ekseninde Yerel Özürlüler Politikası...

    3.1. Kanuni Dayanak Açısından Yerel Özürlüler Politikaları Büyükşehir Belediyesi Kanunu, büyükşehir belediyelerine yaşlılar, özürlüler, gençler ve çocuklar gibi dezavantajlı sosyal gruplara yönelik sosyal ve kültürel hizmetler sunma görevi vermektedir. Buna göre yerel yönetimler, sosyo-kültürel faaliyetlerin organizasyonu konusunda dezavantajlı sosyal gruplara her türlü destek ve kolaylık sağlamak durumundadırlar. Büyükşehir Belediyesi Kanunu, özürlü dostu sosyal politikaların oluşturulmasına yönelik olarak en somut açılımını, “Büyükşehir belediye başkanının görev ve yetkileri” kısmında göstermektedir. Buna göre büyükşehir belediye başkanı, “bütçede yoksul ve muhtaçlar için ayrılan ödeneği kullanmak, özürlülerle ilgili faaliyetlere destek olmak üzere özürlü merkezleri oluşturmak”la görevlidir. Buna binaen “Özürlü Hizmet Birimleri” (merkezleri) kurulmasına dair bir yönetmelik, 16.08.2006 tarih ve 26261 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Daha önceleri bazı belediyeler, “Özürlüler Koordinasyon Merkezi” veya “Özürlüler Danışma Merkezi” gibi değişik isimler altında böyle birimler oluşturmuşlardı. Ancak bu girişimler, kanuni zorunluluktan ziyade, sosyal sorumluluğun bir gereği olarak gönüllülük esasına göre tesis edilmişti. Ayrıca bu merkezlerin hangi sosyal fonksiyonları yerine getireceğine dair temel açılım alanları da belirsiz idi. Büyükşehir Belediyeleri Özürlü Hizmet Birimleri Yönetmeliği’nin 8. maddesinde belirlenen hükümlerle özürlü dostu sosyal politikaların temel alanları netice itibariyle somut olarak belirlenebilmiştir. Buna göre bu birimler, aşağıdaki görevleri ifa etmek durumundadır: a) Özürlü bireylerle ilgili veri tabanı oluşturmak. B) Özürlülerin toplum hayatı ile bütünleşmelerini sağlayıcı ve kolaylaştırıcı çalışmaları yürütmek, sportif, sosyal ve kültürel aktiviteler yapmak, teşvik etmek ve yaygınlaştırmak. c) Üniversiteler, özel kuruluşlar, özürlülere hizmet amacıyla kurulmuş vakıf, dernek ve bunların üst kuruluşları, kamu kurum ve kuruluşları ile kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarıyla ortak çalışmalar yaparak özürlülere yönelik toplum temelli rehabilitasyon programlarını uygulamak. ç) Birime başvuran özürlü ve ailelerine psiko -sosyal danışmanlık ve rehberlik hizmetleri vermek, özürlülükle ilgili konularda eğitilmelerini, bilgilendirilmelerini ve bilinçlenmelerini sağlayıcı, konferans, seminer, sempozyum gibi etkinlikler düzenlemek. d) Özürlülüğü önlemeye yönelik kitap, dergi, broşür gibi basılı, sesli ve görsel yayınları hazırlamak, yayımlamak ve dağıtmak. e) Özürlü ve aileleri için bilgilendirme, bilinçlendirme hizmetleri vermek, bu hizmetleri verecek personelin teknik bilgi ve beceriye sahip olması için gerekli eğitimi almasını sağlamak. f) Özürlüleri nitelikli işgücü haline getirerek, çalışma yaşamına katılmalarını sağlamak üzere meslekî rehabilitasyon ve eğitim programları için başvuran özürlüleri değerlendirerek uygun mesleki rehabilitasyon ve mesleki eğitimleri vermek. g) Ekonomik durumu yetersiz özürlülere ayni ve nakdi yardım yapmak. ğ) İhtiyaç halinde özürlülerin durumlarına uygun araçlarla bulundukları mekanlardan hastane, okul ve rehabilitasyon merkezi gibi yerlere ulaşımlarını sağlamak. h) Bakıma muhtaç özürlülere ve yaşlılara bakım hizmeti sunmak veya bu hizmeti ilgili mevzuat gereğince satın almak. 2005 tarihli Belediye Kanunu da, belediye başkanlarına bütçede yoksul ve muhtaçlar için ayrılan ödeneği kullanmak ve özürlülere yönelik hizmetleri yürütmek üzere özürlüler merkezi açma görevini vermektedir. Diğer taraftan aynı Kanun, “Belediye hizmetleri, vatandaşlara en yakın yerlerde ve en uygun yöntemlerle sunulur” derken “hizmet sunumunda başta özürlüler olmak üzere, yaşlı, düşkün ve dar gelirlilerin durumuna uygun yöntemler uygulanılması gerektiğinin altını çizer. Belediyeler bunun yanında kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları, kamu yararına çalışan derneklerin yanında özürlü dernek ve vakıfları ile ortak hizmet projeleri gerçekleştirebilir. 3.2. Temel Esaslar Açısından Yerel Özürlüler Politikaları Yerel özürlüler politikaları, genelde merkezi sosyal politikaların, özelde merkezi özürlüler politikalarının bir parçası olduğuna göre, yerel yönetimlerin, uygulamalarını bu politikaların temel esasları doğrultusunda biçimlendirmeleri gerekmektedir. Mesela özürlülerin toplumla bütünleşmesini amaçlayan “Ayrımcılık Yapmama” veya “Sosyal Dışlanmayı Önleme” ilkeleri özürlülere dönük somut yansımaları açısından önemli birer paradigmalardır. Buna göre, her ne kadar iyi niyetlerle yapıldığını kabul etsek dahi “özürlüler parkı”, “özürlüler ormanı”, “özürlüler otobüsü”, “özürlüler lokali” veya “özürlüler kütüphanesi” gibi ayrımcı uygulamaların, bu temel yaklaşımlar açısından doğru oldukları iddia edilemez. Bunun yerine özürlülerin de yararlanabileceği herkese uygun park ve tesislerin meydana getirilmesi, daha isabetli olacaktır. Özürlülerin diğer toplumsal kesimlerle birlikte ve onlarla kaynaşarak ve bütünleşerek aynı imkânlara kavuşturulmaları gerekmektedir. Özel uygulamalar, hizmetlerden eşit oranda yararlanabilme veya erişebilme noktasında zorlukların yaşandığında geçerli olmalıdır. Bu durumlarda yine toplumsal bütünleşme ve fırsatlarda eşitlik ilke ve hedeflerine ulaşmak adına pozitif ayrımcılık yöntemlerine müracaat kaçınılmaz olabilmektedir. 3.3. Uygulama Alanları Açısından Yerel Özürlüler Politikaları “Özürlü Hizmet Birimleri”ne yüklenen görevler, haddizatında özürlülerin içinde bulundukları özel durumları ve yaşadıkları sosyal sorunları göstermektedir. Bu sorunlar, onların kendileri ve sosyal çevresiyle barışık, özgüven sahibi ve üretken olmalarına çoğu kez engel teşkil etmektedir. Dolayısıyla engelleri aşmak, gidermek veya azaltmak bağlamında özürlü dostu yerel sosyal politikaların alanları da bununla bağlantılı olarak bu makalenin elverdiği ölçüde katılımcı demokrasi, aile, sağlık, eğitim, ulaşım ve istihdama yönelik olacaktır. 3.3.1. Özürlü Dostu Yerel Katılımcı Demokrasi Politikaları “Kent yaşamında; kent vizyonunun ve hemşehrilik bilincinin geliştirilmesi, kentin hak ve hukukunun korunması, sürdürülebilir kalkınma, çevreye duyarlılık, sosyal yardımlaşma ve dayanışma, saydamlık, hesap sorma ve hesap verme, katılım ve yerinden yönetim ilkelerini hayata geçirmeye” çalışan kent konseyleri, katılımcı demokrasinin somut bir uygulama biçimidir. Belediye Kanunu, özürlüler tarafından meydana getirilen dernek ve vakıfların da yer alabileceği Kent Konseylerinin oluşturulması yönünde bir imkân sağlamaktadır. Buna göre, “Belediyeler, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının, sendikaların, noterlerin, varsa üniversitelerin, ilgili sivil toplum örgütlerinin, siyasi partilerin, kamu kurum ve kuruluşlarının ve mahalle muhtarlarının temsilcileri ile diğer ilgililerin katılımıyla oluşan kent konseyinin faaliyetlerinin etkili ve verimli yürütülmesi konusunda yardım ve destek sağlar”. Katılımcı demokrasi ve sosyal dayanışma anlayışı, kent insanının gönüllü katılımı ile bir anlam ifade etmektedir. Diğer taraftan belediyeler tarafından dezavantajlı sosyal gruplara yönelik olarak yürütülen hizmetlerin etkinliği ve verimliliği de kent insanının desteğine bağlıdır. Bundan dolayıdır ki Belediye Kanunu’nun 77. maddesi, yerel sosyal dayanışma ve bütünleşme açısından gönüllü katılımın önemine işaret ederken, aktif sosyal politikaların uygulanmasında gönüllü kişilerin katılımına yönelik programların yapılmasını öngörmektedir. Vatandaşlık, hemşehrilik ve kent bilincinin geliştirilmesinde önemli bir sosyal fonksiyona sahip olan kent konseylerine geniş sosyal kesimlerin gönüllü katılımlarıyla özürlülerin toplum hayatına katılımı daha da kolaylaşacaktır. Bu yönüyle Kent Konseyleri, özürlülerle kent halkı arasında adeta birleştirici bir unsur olacaktır. 3.3.2. Özürlü Dostu Yerel Aile Politikaları Aile politikaları, sosyal siyaset kapsamında, huzurlu ve sağlıklı toplum tesis etmek maksadıyla aile ve aile fertleri için oluşturulan sosyal program, eğitim, destek ve yardımların bütünüdür. Özürlü ailenin kendi içinde ve toplum içinde uyumlu yaşayabilmesi hedefine yönelik olarak özellikle sosyal iletişim ve özgüven sorunları yaşayan çaresiz ailelere dönük destekleme programlarının önemi büyüktür. Özürlü Hizmet Birimleri, eğer yörelerinde mevcut ise “Aile Danışma Merkezleri” veya “Toplum Merkezleri” ile birlikte “aile okulu” anlamında özürlülere ve ailelerine dönük sosyal pedagojik destek programları uygulamalıdırlar. Özürlü Hizmet Birimlerinin, özellikle eşler arası anlaşmazlıklarda ve okul, anne, baba, çocuk münasebetlerindeki sorunların çözümünde, evlenme çağına gelen ve gelmekte olan özürlülere cinsel eğitim konularında nitelikli uzmanlarla işbirliği yapmaları elzemdir. 3.3.3. Özürlü Dostu Yerel Sağlık Politikaları Sağlık politikaları kapsamında sunulan sağlık hizmetleri, yerel ihtiyaçlardan ve yörede yaşayan özürlülerin özel sağlık sorunlarından bağımsız olarak düşünülemez. Bundan dolayı yerel sağlık hizmetlerinin, düzenli, rasyonel, yaygın, verimli ve etkili bir biçimde yürütülmesine yönelik geliştirilen tedbir ve uygulamalar, özürlüleri de içine alacak bir biçimde şekillendirilmesinde fayda vardır. Belediyelere ait poliklinik ve diğer tıbbi hizmetler, özellikle ekonomik durumları yetersiz ve bakıma muhtaç durumda olan özürlüler için erişilebilir ve ulaşılabilir olmalıdır. Bunun için, evde tıbbi ve bunu tamamlayıcı olarak sosyal bakım hizmetlerinde belediyeler öncü konumunda olmalıdır. 3.3.4. Özürlü Dostu Yerel Eğitim Politikaları Belediye Kanunu, belediyelere eğitimle ilgili görevler de vermiştir. Şöyle ki, madde 14 a’da, belediyelere yönelik olarak, “meslek ve beceri kazandırma hizmetlerini yapar veya yaptırır” hükmü geçmektedir. Madde 14 b’de ise şu hüküm yer almaktadır: “Okul öncesi eğitim kurumları açabilir; Devlete ait her derecedeki okul binalarının inşaatı ile bakım ve onarımını yapabilir veya yaptırabilir, her türlü araç, gereç ve malzeme ihtiyaçlarını karşılayabilir; ... Gerektiğinde, öğrencilere, amatör spor kulüplerine malzeme verir ve gerekli desteği sağlar, her türlü amatör spor karşılaşmaları düzenler, yurt içi ve yurt dışı müsabakalarda üstün başarı gösteren veya derece alan sporculara belediye meclisi kararıyla ödül verebilir”. Özel eğitime muhtaç olan öğrencilerin yaklaşık olarak % 50’sinin eğitimden mahrum olduklarını düşünecek olursak, belediyeler, eğitim ile ilgili olarak yukarıda somut olarak belirtilen görevlerini ifa ederken, hizmetlerden özürlülerin de yararlanabilmesi yönünde maddî veya lojistik yönden destek olmalıdır. Mesela belediyeler, eğitilebilir zihinsel özürlülerin de yer alabileceği meslek ve beceri kazandırma kursları açabilir. 3.3.5. Özürlü Dostu Yerel Ulaşım Politikaları Özürlülük bağlamında mimari ve fiziki çevre, özürlü dostu mesken ve ulaşım imkânlarının oluşturulması ile yakından ilgilidir. Cadde, sokak, kaldırım, meydan ve park gibi fiziki çevrenin yanında toplu taşıma araçları özürlülerin ulaşımına ve kullanımına ne kadar uygun hâle getirilirse özürlüler de o kadar çok evinden çıkabilecek ve fiziki çevreden o nispette yararlanabileceklerdir. Katılımcı demokrasi ve bununla amaçlanan toplumsal bütünleşme, genel anlamda özürlü dostu yerel ulaşım politikaları, dar anlamda fiziki, mimari ve teknik engellerin ortadan kaldırılması ile ancak mümkün olabilmektedir. Fiziki ve mimari çevrenin özürlülere uygun hâle getirilmesinde yerel yönetimler, önemli bir fonksiyona sahiptir. Nitekim İmar Kanunu ve buna bağlı yönetmeliklerin uygulanmasından öncelikle belediyeler ve il özel idareleri sorumludur. Özürlüler Kanunu ile Büyükşehir Belediyesi Kanunu’na eklenen 1. ve 2. geçici maddeler ile fiziki engellerin yedi yıl içinde giderilmesi hükme bağlanmıştır. Müeyyidesi olmamakla beraber, kanunla, umuma açık her türlü binalar, yol, kaldırım, yaya geçidi, açık ve yeşil alanlar, spor alanları ve benzeri sosyal ve kültürel altyapı alanlarının bu süre zarfında özürlülerin erişebilirliğine uygun duruma getirilmesi istenmektedir. Bununla birlikte kanun, büyükşehir belediyelerinden, şehir içinde sunulan veya denetimlerinde olan toplu taşıma hizmetlerinin yine aynı zaman zarfında özürlülerin erişilebilirliğine uygun hâle getirilmesini istemektedir. Bununla ilgili olarak 2006/ 8 sayılı Başbakanlık Genelgesi yayımlanmış olup, belediyelerin yedi yıl için eylem planlarını yapması istenmiştir. Bu kanuni açılımlarla merkezi yönetim, bütün belediyeler için geçerli olan özürlü dostu yerel ulaşım politikalarının temelini atmış olmaktadır. 3.3.6. Özürlü Dostu Yerel İstihdam Politikaları Belediyelerin, kanuni hükümler açısından belki doğrudan işyerleri açma gibi somut bir misyonları olmayabilir. Ancak, nasıl ki meslek ve beceri kazandırma kurslarıyla özürlülerin istihdamına dolaylı olarak katkıda bulunabiliyorlarsa belediyeler, korumalı işyerleri açmak suretiyle özellikle emek piyasasında istihdamı zor olan özürlülere direkt olarak bir iş imkânı sağlamış olurlar. Toplumsal hedefimiz, işgücü niteliği taşıyan işsiz özürlülerimizi yoksulluktan kurtarmak ve onların istihdam edilebilirliğine dolaylı veya dolaysız olarak yardımcı olmak ise, alternatif aktif istihdam politikaları kapsamında değerlendirebileceğimiz özürlü dostu korumalı işyerlerine daha çok önem vermeliyiz. Daha somut bir ifadeyle belediyelerimiz, özürlü işgücüne dönük olarak meslek edindirme merkezleri açıp, işsiz özürlülere mesleki vasıf kazandırarak, çalışma atölyeleri veya işyerleri tesis ederek veya işsiz özürlülere emek piyasasında iş bulmalarında fiilî destek sağlayarak, özürlülükten kaynaklanan yoksulluk ve işsizlik sorununun çözümüne önemli katkıda bulunabilir. İşgücü vasfına haiz yoksul özürlülere tüketim maksatlı ayni ve nakdi yardımlarla onları sürekli olarak bu şekilde ayakta tutmak yerine özürlü dostu aktif istihdam politikalarıyla kişileri kendi çalışmalarıyla ayakta durup geçinebilecekleri ve yükselebilecekleri bir konuma getirmek, sosyal fayda ve toplumsal bütünleşme sağlamak açısından daha akıllı bir girişimdir. Bunun yanında normal işgücü piyasasına kazandırılmaları güç olan zihinsel özürlüler, ağır derecede özürlüler ve birden fazla özrü olanların da istihdam edilmeleri son derece önemlidir. Bu kesim için kota sisteminin işlerliği bir anlam taşımaz. Çünkü işverenler, genelde hafif derecede sakat olanları tercih etmektedirler. O halde istihdamı güç olan bu özürlüler için düşünülen korumalı işyerlerinin açılması son derece önemlidir. Korumalı işyerlerinin teknik donanımın yanında maddî desteğinin de devletçe sağlanacağını düşünecek olursak, böyle bir teşebbüsün maliyetlerinin de sınırlı kalacağı ortadadır. Korumalı işyerlerinin sayısının hızla artırılmasına yönelik olarak devlet, korumalı işyeri açacak belediyelerin yanında gerçek veya tüzel kişilere yatırım maliyetlerinin belirli bir oranını karşılamak üzere faizsiz kredi vermelidir. Diğer taraftan korumalı işyerlerinde çalışacak özürlülere ödenecek ücretlerin belirli bir kısmı devlet tarafından karşılanmalıdır. Kişi başına ödenecek meblağ, kişinin özürlülük derecesine göre belirlenmelidir. İşverenlerin ödemesi gereken işveren sigorta prim hisseleri de hazine tarafından karşılanmalıdır. Korumalı işyerleri, kurumlar vergisinden de muaf tutulmalıdır. Korumalı işyerlerinde verilecek iş eğitimleri, halk eğitim merkezleri aracılığı ile ve meslek tecrübesine sahip emeklilerin (usta öğreticiler, iş adamları, meslek öğretmenleri) gönüllü katılımı sağlanarak gerçekleştirilmelidir. Toplumsal kaynaşma ve tanıtım açısından farklı sosyal kesimler için korumalı işyerlerinde çok maksatlı sosyo-kültürel faaliyetler tertiplenmeli ve çalışan özürlü personelin performansları özel sektöre tanıtılmalıdır. Bu çerçevede hâlihazırda istihdam edilen özürlüler ve onların çalışma hayatındaki başarıları üzerinde gözlemlerle olumlu örnekler belirlenmelidir. Korumalı işyerlerinde üretilen mamuller, piyasaya dönük olmalıdır. Pazara dönük üretimde iş dünyasından destek alınmalıdır. İşletmecilerle mümkün olabildiğince ortak üretim sistemleri geliştirilmelidir. Mamullerin teşhiri ve satılması konusunda belediyeler, iş dünyasının temsilcilerinden yardım istemelidir. Sonuç Yerel yönetimler, gelişen demokrasimizle birlikte politikalarını bundan böyle daha çok sosyal sorumluluk esaslarına göre belirlemek durumundadırlar. Sosyal sorumluluk bilinci ile oluşturulan politikalardan en çok dezavantajlı sosyal grupların yararlanacağı açıktır. Özürlü dostu aktif sosyal politikaların oluşumu ve gelişimi ise bu sürecin bir devamı olarak kendisini yerel yönetimlerde de gösterecektir. Sosyal belediyecilik anlayışını ve felsefesini benimseyen belediyeler, bu sosyal yaklaşıma sadakat göstererek yöre halkından özürlülerine somut olarak aktif sosyal politikalar üretmek mecburiyetindedirler. Katılımcı demokrasinin somut bir tezahürü olarak özürlülerin toplumla bütünleşmesi hedefinin, ancak özürlü dostu sosyal politikalarla hayata geçirilebilmesinin mümkün olabileceği unutulmamalıdır. Yazar: Ali Seyyar
  9. ÇOk geçmiş olsun berrin ilerde güzel günler göreceğiz inşallah
  10. Omurilik Felci Olanlar

    BENİM DE C4-C5-C6 AMA MOTOR SEVİYESİ C6 OLDU SON MUAYANEMDE ALLAHA HERKESE ACİL ŞİFALAR VERSİN
  11. Hafıza İçin 6 Dakika Uyku

    Bende bazen gün içinde (gece gec uyudugum zaman) uyuyorum 5-30 dk arası çok faydası oluyor gerçekten
  12. Senede Kaç Kitap Okursunuz?

    İnternet hepimizi öyle yaptı tüm boş zamanlarımız nette geçiyor
  13. Felçliler ‘Robotik İskelet’le Yürüyebilecek...

    Hareket zorluğu Çeken herkes kullanabiliyor bu ve benzer ürünler var fakat türkiye'de bu ürünler şuan pek kullanılmıyor ilerde yaygınlaşır
  14. Yurdum İnsanı

  15. Bu Kadarınada Pes....

    Çorumda Liseli Bir Genç Cep Telefonundaki Rehberde Bulunan Herkeze Çağrı Atıp Birinin Çağrısına Cevap Vermemesi Durumunda intihar Edeceğini Söyledi... Rehberde Kayıtlı Herkese Çağrı Atan Genç Aradan Bir Kaç Saat Geçmesine Rağmen Kimse Çağrısına Cevap Vermedi... Kendisinin Sevilmediği ve istenilmeyen Biri Olduğunu Düşünen Genç Bunalıma Girdi Dediğini Yaptı ve intihar Etti... Polis Olayla ilgili Soruşturma Başlattı... Edinilen Bilgiye Göre intihar Eden Gencin Cep Telefonu incelendi ve Numarasının Gizli Konumda Olduğu Öğrenildi....
  16. Estetik ile Kedi Kadın Oldu

    Kendisi normalde bir bilgisayar teknisyeni. Ama garip bir saplantısı var: Kediye benzemek için defalarca bıçak altına yatıp ameliyat oldu, yüzüne dövmeler yaptırdı. Görenler şaştı kaldı. Amerikalı Dennis Avner, bir kedi gibi görünmek için defalarca estetik ameliyat oldu. Bir kedi görünümüne girmek için defalarca bıçak altına yatan 50 yaşındaki bilgisayar teknisyeni Dennis Avner, Londra’da katıldığı bir müze açılışında büyük ilgi topladı. Kızılderili inancına göre kendisinin kedi familyasına ait olduğunu düşünen ve ‘Stalker Cat’ adını kullanan Avner, bir kedi gibi görünmek için estetik müdahaleyle üst dudağını kaldırttı ve burnunu küçülttürdü. Kalıcı dövmelerle yüzü ve vücuduna kedi motifleri yaptıran çılgın Amerikalı, ağız bölgesine yaptırdığı piercinglere her sabah sentetik kedi bıyığı yerleştiriyor. ‘Dünyanın en modifiye edilmiş insanı’ ünvanına sahip Anver, bu halinden çok memnun olduğunu söyledi. Ünlü Hollywood yıldızı Halle Berry’nin canlandırdığı “Catwoman” (Kedi Kadın) gibi görünmese de Dennis Avner, geçirdiği ameliyatlardan sonra ve yüzüne yaptırdığı dövmelerle görenleri hayretler içinde bırakıyor.
  17. OSMANLI İMPARATORLUĞU Anadolu(Türkiye) Selçuklularının 1308 yılında ortadan kalkmasıyla beraber, özellikle Batı Anadolu'daki beylikler arasında, Türk birliğini yeniden tesis etmeyi amaçlayan mücadeleler kızışmış idi. İşte bu mücadelelerin neticesinde Anadolu'da Osmanoğullarının yıldızı parlayacak ve altı yüz yılı aşan muhteşem bir Türk devletine tarih tanıklık edecektir. Osmanoğullarının Menşe'i: Tarihi kaynaklara göre Osmanlı devletini kuranlar, Oğuzların 24 boyundan biri olan Kayı boyuna mensuptur. Oğuz an'anesine göre Kayılar, sağ kolda yer alan Boz-okların Günhan kolunun en büyük boyudur. Dolayısıyla Oğuz teşkilât yapısında Kayılar, hakim unsurdur. Bundan dolayı Dede Korkut'ta "hâkimiyet bir gün Kayı'ya değe; bu dediğim Osman neslidir" denilerek Osmanoğullarının hâkimiyeti meşrulaştırılır. Kayılar, Malazgirt Savaşı'nın hemen akabinde Anadolu'ya gelen Oğuz boylarındandır. Dolayısıyla onların Anadolu coğrafyası içerisinde yurt tutmaya yönelik göç hareketleri hem Anadolu'nun Türkleşmesi hem de Türkiye tarihinin şekillenmesi bakımından oldukça önemlidir. Tarihî kaynaklara göre elli bin kadar Tatar ve Türkmen gaza ve cihat maksadıyla önce Erzurum ve Erzincan'a, ardından da Artuklu sahasında yer alan Güneydoğu Anadolu'ya yönelmişlerdi. Kayı boyunun beyi Süleyman Şah, Halep'e giderken Fırat'ta boğulmuş ve "Türk Mezarı" da denilen Caber Kalesi'nde defnedilmiştir. Beylerini kaybeden "göçer evli"lerin bir kısmı, bugünkü Urfa-Viranşehir ve Mardin-Derik kazaları arasında bulunan Beriyye'ye gitmiş bir kısmı ise Anadolu'ya dağılmıştır. Bu sahalar, Kayı boyuna mensup Karakeçililer'in günümüzde de yoğun olarak yaşadıkları bölgelerdir. Babasının ölümü üzerine dört yüz kadar göçer evli ile bölgeyi terk eden Ertuğrul Gazi önce Pasin Ovası'na, Sürmeliçukuru'na varıp bir müddet burada kalmış, sonra Selçuklu Hükümdarı Sultan Alaaddin'in çağrısı üzerine Adıyaman ve ardından Ankara civarına gelmiştir. Yaklaşan Moğol tehlikesi ve uçları basan Bizans'a karşı yardımını gördüğü Ertuğrul Gazi liderliğindeki Kayıları Ankara civarındaki Karacadağ'a konduran Sultan Alaaddin, Rumlara karşı Sultanönü (Eskişehir)'nde kazanılan zaferde, ordusunun akıncılığını üstlenen Ertuğrul Gazi'ye Söğüt, Domaniç ve Ermeni Beli'ni yaylak ve kışlak olarak tahsis etmiştir. Ertuğrul Gazi'nin vefatı üzerine (1281 veya 1288), küçük oğlu Osman Bey, Kayıların başına geçmiştir. Kuruluş Devri Osmanlı Beyliği'nin Kuruluşu; Osman Bey, Oğuz aşiretlerinin ittifakıyla başa geçtikten sonra, siyasî ve dinî bakımdan Anadolu'nun en itibarlı ve nüfuzlu tarikatlerinden Ahilerin mühim bir şahsiyeti olan Şeyh Edebali'nin kızı ile evlenerek, gücünü artırmış idi. Bundan sonra Osman Gazi, Bizans'a karşı genişleme politikasını uygulayarak, İnegöl, Karacahisar ve Yarhisar'ı ele geçirdi ve bölgenin mühim merkezlerinden olan Bilecik'i alarak, burayı beyliğin merkezi yaptı (1299). Bu tarih devletin kuruluş tarihi olarak kabul edilir. Selçuklu Sultanı III. Alaaddin Keykubad'ın İlhanlı Hükümdarı Gazan Han'ın kuvvetleri tarafından tutulup, İran'a götürülmesi üzerine Selçuklu ümerasından bazıları ve bölgedeki Türkmen beyleri Osman Bey'e teveccüh göstermiş; Oğuz an'anesine göre onun hâkimiyetini tanımayı kabul etmişlerdir. Nitekim Oğuz beyleri Oğuz Han töresine göre tertip edilen bir törende Osman Bey'in önünde diz çökerek, onun verdiği kımızı içmek suretiyle tâbiyetlerini sunmuşlardır. Ancak henüz küçük bir beylik durumundaki Osmanoğullarının, şeklen de olsa bu dönemde, İlhanlı hâkimiyetini tanıdıkları bilinmektedir. Osman Gazi, beyliğini ilân ettikten sonra idaresi altındaki bölgeleri beş kısma ayırarak buraları güvendiği ve savaşlarda yararlık gösteren kimselere tevcih etti. Oğlu Orhan'a Sultanönü, büyük kardeşi Gündüz Bey'e Eskişehir'i, Aykut Alp'e İn-önü'yü, Hasan Alp'e Yarhisar'ı ve Turgut Alp'e de İnegöl'ü verdi. Diğer oğlu Alaaddin'e ise şeyh Edebali'nin emin ve nazırlığında, ailenin geçimi için, Bilecik ve havalisinin gelirleri tahsis edildi.1302'de Bursa tekfurunun liderliğinde birleşen Rum tekfurlarının Koyunhisar (Bafeon) savaşında ağır bir mağlûbiyet tatmaları, Osman Bey'in Bursa ve Kocaeli taraflarına akınlar yapmasını oldukça kolaylaştırmıştı. Bir taraftan Bursa öte taraftan İznik Türk kuşatması altında tutuluyordu. Ancak yaşlılık sebebiyle Osman Bey, fetihler için oğlu Orhan'ı görevlendirmişti. Nitekim 1324 yılında Osman Bey vefat etti ve oğlu Orhan Bey Osmanlı tahtına çıktı. Orhan Bey, 1326 yılında Bursa'yı, uzun süren kuşatmanın ardından, ele geçirince babasının vasiyetini yerine getirerek, Osman Gazi'nin naaşını Bursa'ya nakletti ve burayı devletin yeni merkezi yaptı. Orhan Bey'in komutanlarından Akçakoca ve Karamürsel ise İstanbul kıyılarına kadar akınlarda bulunuyorlardı. Bu fetih ve akınlardan telâşlanan Bizans İmparatoru Andranikos büyük bir ordunun başında Osmanlılara karşı harekete geçtiyse de Maltepe (Palekanon) Savaşı'nda ağır bir yenilgi aldı (1329). Bu zafer, İznik ve İzmit'in ele geçirilmesini kolaylaştırmıştır. Rumeliye Geçiş; Karasi Beyliğinde başlayan taht mücadelelerinden istifade eden Orhan Bey, Balıkesir ve civarını topraklarına katarak, ileride gerçekleşecek olan Rumeli fetihleri için mühim bir mevkiye sahip olmuştur. Nitekim Karasi Beyliğinin deniz gücü ve Hacı İl Bey, Evrenos Bey gibi değerli komutanlar artık Osmanlıların emrine girmişlerdir. Bizans içindeki taht kavgaları ve Bulgar-Sırp saldırıları karşısında, gittikçe güçlenen Osmaoğullarından yardım isteyen Kantakuzen'in talebi üzerine Orhan Bey'in oğlu Süleyman, bir orduyla Rumeli'ye geçti (1345). Edirne'yi kuşatan Bulgar-Sırp kuvvetlerini bozan Süleyman Paşa bu zaferin karşılığında Gelibolu'daki Çimpe Kalesi'ni Bizans'tan aldı. Böylece Osmanlılar ilk kez Rumeli yakasında bir üs elde etmiş oluyordu (1356). Süleyman paşa Gelibolu'nun ardından Tekirdağ'a kadar olan bölgeleri de ele geçirerek buralara Anadolu'dan getirilen Türkmenleri yerleştirdi. Böylece Rumeli'de de Türkleşme hareketi başlamıştır. Süleyman Paşa'nın ölümünden sonra Rumeli'deki fetihler için kardeşi Murat Bey görevlendirildi (1359). Ancak 1362'de babası Orhan Bey'in de ölümü üzerine Murat Bey, Bursa'ya döndü ve Osmanlıların 3. hükümdarı olarak tahta çıktı (1362). Rumeli ve Balkanlarda Fetihler; I.Murat (Hüdavendigar) önce tahtta hak iddia eden kardeşlerini bertaraf etmekle işe başladı ve bu arada elden çıkan Ankara'yı yeniden aldı. Anadolu'da birliğin sağlanmasının ardından Murat Hüdavendigar, inkitaya uğrayan Rumeli ve Balkanların fethine yöneldi. Bu sırada Balkanlar karşıklık içindeydi. Bir taraftan Sırp Hükümdarı Düşan'ın ölümü ile Sırplar arasında iç mücadeleler şiddetlenmiş, öte yandan Macar Kralı Layoş, Balkanlarda Ortadokslara olan baskıları artırmıştı. Evrenos ve Hacı İl Bey komutasındaki kuvvetler bu durumdan da yararlanarak Keşan'dan Dimetoka'ya kadar olan yerleri fazla bir mukavemet görmeden ele geçirmişlerdi. Sazlıdere Zaferi ile Edirne ve Filibe, Lala Şahin Paşa tarafından fethedildi (1363/4). Bu savaşlarda Bulgarların yanında yer alan Bizans barış yapmak zorunda kaldı. Türk ilerleyişini durdurmak isteyen Macar, Bulgar,Sırp ve Ulahlardan müteşekkil bir Haçlı ordusu Macar Kralı Layoş'un liderliğinde Edirne üzerine yürüdü. Ancak Meriç sahilindeki Sırp Sındığı denilen mevkiide, kalabalık Haçlı ordusunu hazırlıksız yakalayan 10 bin kişilik kuvvetiyle Hacı İl Bey, büyük bir bozguna uğrattı (1364). Sırp Sındığı zaferiyle Osmanlılar, Balkanlardaki fetihlerine hız verdiler ve bunu kolaylaştıracağı için Osmanlı başkenti Bursa'dan Edirne'ye nakledildi. Fetihler karşısında çaresiz kalan Bulgarlar Türk himayesini kabul etmek zorunda kaldılar (1369). Çirmen Zaferi ile (1372) Batı Trakya ve Makedonya'nın bir kısmı Osmanlı hâkimiyetine girdi ve Selanik ile Köstendil'in de ele geçirilmesinin ardından Sırp Kralı Lazar, vergi verip, gerektiğinde asker göndermek şartıyla Osmanlılarla barış anlaşması imzaladı(1374). Yaklaşık on yıl süren mücadelede, Rumeli ve Balkanlarda fethedilen bölgelere Anadolu'dan mütemadiyen Türk nüfus kaydırılarak bölgede demografik dengeler Osmanlılar lehine değiştirilmeye başlanmıştı. Bu tarihten sonra bir müddet Balkanlardaki fetihlere ara verilmiş ve Anadolu'da Türk birliğini sağlamlaştırmaya yönelik düzenlemelere geçilmiştir. Bu maksatla I. Murat, oğlu Bâyezid'i Germiyan beyinin kızı ile evlendirmiş; Tavşanlı, Emet ve Simav gelinin çeyizi olarak Osmanlılara verilmiştir. Aynı şekilde Akşehir, Yalvaç, Beyşehri gibi bazı şehir ve kasabalar Hamidoğulları'ndan para karşılığı satın alınmış, Candaroğullar da Osmanlı hâkimiyetine girmişti. Artık Osmanlıların karşısında tek bir güç kalmıştı; Karamanoğulları. Alaaddin Ali Bey, Osmanlıların yeniden Balkanlara yönelmesini de fırsat bilerek, harekete geçmiş ancak I. Murat Konya önlerinde Karamanoğullarını yendiğinde Karaman beyi af dilemek zorunda kalmıştır(1387) Murat Hüdavendigar'ın yeniden Rumeli'ye yönelmesiyle birlikte Niş ve Sofya da dahil olmak üzere bütün Bulgaristan fethedildi.(1385/88). Timurtaş Paşa'nın Sırp kuvvetleri tarafından baskına uğratılıp, yenilmesi üzerine cesaretlenen Bulgar, Leh, Çek ve Macar kralları da Sırpların yanında yer aldılar. Fakat Çandarlı Ali Paşa, Bulgar Kralı Şişman'ı esir alarak Bulgarları bu ittifakın dışına attı. Buna rağmen Haçlı ordusu ilerleyişini sürdürünce, I. Murat ordusunun başına geçerek düşmanı Kosova'da karşıladı. I.Murat'ın oğulları Bâyezid ve Yakup'un da yer aldığı Osmanlı birlikleri büyük bir zafer kazandı. Sırp Kralı Lazar ve oğlu esir edilmiş, düşman kuvvetlerinin büyük bir kısmı imha olmuştu. (20 haziran 1389). Fakat I.Murat savaş meydanını gezerken bir Sırp tarafından hançerlenerek şehit düştü. Bunun üzerine Sırp kralı da Osmanlı askerleri tarafından öldürüldü. Osmanlılar için Balkanlarda tutunabilmek yolunda ölüm kalım savaşı olarak görülen I.Kosova Zaferi Sırplar tarafından asla unutulmamıştır. Günümüzde dahi masum Müslüman halka yönelik vahşetin arkasında bu mağlûbiyetin ezikliği ve intikam hissi yatmaktadır. Anadolu'da Türk Birliği'nin Sağlanması; I. Murat'ın şehit edilmesinin ardından oğlu Bâyezid, devlet adamlarının ittifakıyla hükümdar ilân edildi. Babasının ölümünü fırsat bilen Anadolu'daki beyliklerin Osmanlılar'a bıraktığı toprakları yeniden ele geçirmek maksadıyla harekete geçtiklerini haber alan Bâyezid, süratle Anadolu'ya döndü. 1390 yılında Germiyan, Aydın, Menteşe ve Saruhan beylikleri ortadan kaldırıldı. Ertesi yıl Hamidoğulları Beyliği toprakları ele geçirildi ve bu beyliklerin yer aldığı topraklarda Anadolu beylerbeyliği adıyla idarî bir ünite oluşturuldu. Ardından Osmanlıların en önemli rakip olarak gördüğü Karaman Beyliğine yönelen Yıldırım Bâyezid, Konya'yı kuşattı. Alaaddin Ali Bey'in barış talebi, Beyşehir ve çevresinin Osmanlılara bırakılmasıyla kabul edildi.(1391). Fakat Yıldırım Bâyezid'in Mora ile ilgilenmesini fırsat bilerek Ankara Sancak Beyi Sarı Timurtaş Paşa'yı esir alması üzerine, Yıldırım Bâyezid, Alaaddin Bey'e kesin bir darbe vurmaya karar verdi. Anadolu'ya geçen Yıldırım, üç gün süren savaşın ardından ele geçirilen Alaaddin Bey'i ortadan kaldırdı ve toprakları Osmanlılara ülkesine dahil edildi(1397). Karamanoğlu tehlikesinin bertaraf edilmesiyle, Anadolu'da Osmanlılara direnebilecek en güçlü devlet olarak Kadı Burhaneddin devleti kalmış idi. Daha 1392 yılında, Kadı Burhaneddin'in müttefiki durumundaki Candaroğlu Süleyman anî bir baskınla öldürülüp beyliğin Kastamonu şubesi ortadan kaldırılmıştı (1392). Ardından, ertesi yıl Amasya ve Merzifon civarı Osmanlı hâkimiyetine alınmıştı. Kadı Burhaneddin'in 1398'de Kara Yülük tarafından öldürülmesi üzerine, ona bağlı Sivas, Tokat, Kayseri, Malatya gibi şehirler birer birer ele geçirildi. Böylece Fırat'ın batısında kalan Anadolu toprakları Osmanlı sancağı altında birleştirilmiş oluyordu. Yıldırım Bâyezid'in İstanbul Kuşatması ve Balkanlardaki Fetihleri. Yıldırım Bâyezid'in Karaman seferine anlaşma gereği katılan Bizans İmparatoru V.Yuannis'in oğlu Manuel'in, babasının ölümü üzerine anlaşmayı çiğneyerek İstanbul'a kaçması sebebiyle Yıldırım, İstanbul'u kuşatmaya karar verdi. 1391'de başlayan ilk muhasara 1396 yılına kadar sürdürüldü. Bu maksatla İstanbul Boğazı'nda Anadolu Hisarı inşa edildi. Şehre dış yardımların gelmesini önlemeyi ve iaşe zorluğu altında savunmayı kırmayı hedefleyen bu muhasara Timur'un Anadolu'ya ulaşmasına kadar fasılalarla devam ettirilmiştir. Bu kuşatma sürerken bir yandan da Yıldırım, Bulgaristan, Arnavutluk ve Bosna taraflarında fetih hareketlerine devam etmekteydi. Kuşatma altındaki Bizans'ın da talebi ile Türklere karşı yeni bir Haçlı ittifakı oluşturan Macar Kralı Sigismund, İngiltere dahil bütün Avrupa devletlerinden topladığı 120 bin kişilik bir orduyla harekete geçti. Yıldırım Bâyezid düşmanı şaşırtan bir hızla Niğbolu Ovası'nda düşmanı karşıladı. 50-60 bin kişilik Osmanlı ordusu, sayıca çok üstün olan Haçlı ordusunu büyük bir bozguna uğrattı. Savaş meydanından kurtulabilenler, kaçarken Tuna'da boğuldular.(1396) Haçlılardan geriye sadece muazzam bir ganimet kalmıştı. Bu ganimetle, Edirne ve Bursa'da pek çok cami, medrese ve imaret inşa edilmiştir. Zaferin ardından, Eflâk, Bosna, Macaristan ve Mora üzerine seferler düzenlendi. İtibarı bu zaferle bir kat daha artan Yıldırım, Niğbolu dönüşünde Anadolu birliğini kurmaya yönelik nihaî adımları atmaya başlayacaktır. Ankara Savaşı ve Fetret Devri: Yıldırım Bâyezid, Fırat boylarına kadar topraklarını genişlettiği sırada, Timur da İran, Azerbaycan ve Irak'ı ele geçirmişti. Bazı Anadolu beyleri Timur'a sığınırken, ülkeleri istilâ edilen Celayirli Ahmet ve Karakoyunlu Kara Yusuf da Yıldırım Bâyezid'in yanına kaçmıştı. Böylece her iki devlet biribirine sınır komşusu olmuş, ancak bu durum iki hükümdarın da Türk dünyasının liderliğine oynamaları sebebiyle olumsuz neticeler doğurmuştur. Timur, Osmanlılara sığınan Celayirli Ahmet ve Kara Yusuf'un iade edilmemesini bahane edip Sivas'ı kuşatmış ve kendisine teslim edilmesine rağmen şehiri tahrip etmişti(1400). Bu olaydan sonra da her iki hükümdar arasında mektuplaşmalar devam etti. Fakat Timur'un, Anadolu beyliklerine topraklarının geri verilmesi ve bazı şehirlerin kendine bırakılması gibi talepleri Yıldırım tarafından reddedildi. Dolayısıyla iki fatih için savaş artık kaçınılmaz hâle gelmişti. 160 binlik Timur'un ordusunu, 70 bin kişiyle Çubuk Ovası'nda karşılayan Yıldırım Bâyezid, savaşın başlarında üstünlüğü ele geçirdi. Ancak Timur'un safında eski beylerini gören bazı askerlerin saf değiştirmesi ve Kara Tatarların Osmanlı ordusunun arkasını çevirmesi savaşın talihini değiştirdi. Bir avuç askerle direnmeye çalışan Yıldırım Bâyezid sonunda esir edildi (26 Temmuz 1402). Ankara Savaşı'nı kazanan Timur, Anadolu beyliklerini tekrar ihya etti ve böylece Anadolu Türk birliği parçalandı. Balkanlardaki Türk ilerleyişi durduğu gibi bir kısım topraklar da elden çıktı. Yıldırım'ın oğulları arasındaki taht mücadeleleri Osmanlı devletinin "Fetret Devri" boyunca 12 yıl müddetle devam etti. Şayet bu savaş gerçekleşmemiş olsaydı, hiçbir direnme gücü kalmayan İstanbul büyük bir ihtimalle Yıldırım Bâyezid zamanında Türklerin eline geçecekti. Dolayısıyla Ankara Savaşı Osmanlıları en az 50 yıl geriye götürmüştür.Esir düşen Yıldırım Bâyezid, yedi ay boyunca Timur'un yanında şehir şehir dolaştırıldıktan sonra üzüntüsünden ecele yenik düştü. Osmanlı şehzadeleri tahtın sahibi olabilmek için kıyasıya birbirleriyle mücadele etmeye başladılar. Bu mücadele Çelebi Mehmet'in tek başına devlet idaresine hâkim oluşuna kadar devam etti (1413). Çelebi Mehmet kardeşleri Süleyman, İsa ve Musa Çelebi'yi bertaraf ettikten sonra Anadolu Türk birliğini yeniden tesis etmek için çaba sarf etti. Güçlenen Karamaoğullarının nüfuzunu kırdı, Karamanoğlu Mehmet Bey'in eline geçen Osmanlı topraklarını geri aldı. Candaroğulları beyliğinden Çankırı'yı ve ardından Canik (Samsun) bölgesini yeniden Osmanlı ülkesine kattı. Fakat Şehzade Mustafa ve Simavna Kadısı oğlu Şeyh Bedreddin'in isyanları ülkeyi karıştırmaktaydı.(1419) Şehzade Murat Rumeli ve Manisa'da ortaya çıkan bu isyanı bastırdı, Şeyh Bedreddin ve adamları yakalanarak idam edildi. Timur'un beraberinde götürdüğü Mustafa Çelebi de Anadolu'ya döndüğünde tahtta hak iddia etmişti. Şehzade Mustafa'nın Selânik'te başlattığı isyan bastırıldı. Asi şehzade Bizans'a sığınmak zorunda kaldı. Çelebi Mehmet öldüğü zaman Osmanlı ülkesinde sükûnet büyük oranda tesis edilmeye başlanmıştı (1421). Babasının en büyük yardımcısı olan şehzade Murat tahta çıktığı zaman Bizans tarafından karşısına çıkarılan amcası Mustafa Çelebi'nin isyanını bir kez daha bastırdı ve Bizans'ı cezalandırmak için İstanbul'u kuşattı(1422). Bu defa küçük kardeşi Şehzade Mustafa'nın isyan haberini alan II.Murat, kuşatmayı kaldırarak kardeşini cezalandırmak zorunda kaldı. İsyancıların yanında yer alan Anadolu beyliklerine karşı harekete geçen II.Murat, Candaroğlu İsfendiyar Bey'i itaat altına aldı. İzmir Beyi Cüneyd'i ortadan kaldırıp, İzmir, Aydın ve Menteşe civarını ele geçirdi. Germiyanoğlu Yakub Bey'in çocuğu olmadığından, topraklarını Osmanlılara bırakmayı vasiyet etmişti. Onun ölümüyle Germiyan ili de Osmanlılara katılmış oldu(1428). Balkanlarda da durum Osmanlılar lehine düzelmeye başladı. Nitekim Fetret devri sırasında elden çıkan topraklar geri alındığı gibi, 1440'a kadar Belgrat hariç bütün Sırp toprakları Osmanlı hâkimiyetine girmişti. Fakat Erdel ve Eflâk'ta üst üste gelen bazı küçük bozgunlar Avrupa'da büyük bir sevinçle karşılanarak, Osmanlılara karşı yeni bir Haçlı seferinin tertip edilmesine cesaret vermişti. II. Murat, Balkanlardaki Osmanlı varlığını tehlikeye atmamak için Macarlarla Segedin Antlaşmasını imzaladı (1444) ve bu anlaşmadan sonra tahttan feragat etti. Küçük yaştaki oğlu II. Mehmet'in hükümdar olmasını fırsat bilen Macarlar anlaşmayı bozdu ve yeni bir Haçlı ittifakı oluşturuldu. II. Murat yeniden ordunun başına geçerek düşmanı Varna Savaşı'nda karşıladı. Macar kralı öldürüldü. Haçlıların lideri durumundaki Jan Hünyad güçlükle kaçabildi(1444). Çandarlı Halil Paşa'nın ısrarıyla ikinci kez tahta çıkan II. Murat, Mora ve Arnavutluk'a sefer düzenledi. Varna'nın intikamını almak isteyen Jan Hünyad yeniden harekete geçti. Fakat II. Kosova Muharebesi'nde bir kez daha Sırplar büyük bir yenilgiye uğratıldı (1448). Varna ve Kosova savaşlarıyla Osmanlılar Balkanlardaki durumunu iyice güçlendirmiş, Bizans'ın batıdan yardım alma umutları ise tamamen ortadan kaldırılmıştır. II. Murat 48 yaşında ölünce II. Mehmet yeniden Osmanlı tahtının sahibi olmuş (1451) ve Osmanlı Devleti artık bu dönemde tam bir cihan devleti hâline gelmiştir. Fatih ve Cihan Devleti'nin Doğuşu İstanbul'un Fethi: II. Mehmet, babasının ölümü üzerine ikinci kez Osmanlı tahtına oturduğunda, devletin ortasında bir şer adacığı hâlinde kalmış köhne Bizans'ı ortadan kaldırmayı öncelikle hedef olarak belirlemişti. Böylelikle Osmanlı devleti tam bir cihan devleti haline gelebilecekti. Hedefini gerçekleştirmek için ilkin Sırbistan ve Eflâk ile anlaşma imzalayan Fatih, Karamanoğlu tehlikesini de geçici de olsa bertaraf etti. Bizans'a ulaşabilecek muhtemel yardımı önlemek için Boğaz'ın Avrupa yakasına Rumeli Hisar'ını yaptırarak kuşatma hazırlıklarını tamamladı. Nihayet kuşatılan İstanbul'a karşı 6 Nisan 1453'te kara ve denizden saldırı başlatıldı. II. Mehmet, Edirne'de döktürdüğü çağının en güçlü toplarıyla İstanbul surlarını karadan sarsarken 18 Nisan'da donanma bütün İstanbul adalarını ele geçiriyordu. Fakat, Haliç'in zincirle kapatılması sebebiyle kara ve deniz birlikleri müşterek bir harekâta geçemiyor ve bu durum da kuşatmanın başarısına gölge düşürüyordu. Nihayet 22 Nisan'da Osmanlı donanmasının karadan Haliç'e indirilmesi gibi müthiş bir plânın gerçekleştirilmesi, kuşatmanın seyrini değiştirmeye başlamıştı. Seksen parçalık donanmayı bir anda karşılarında gören Bizans'ın direnme gücü artık kırılmıştı. 29 Mayıs 1453'teki nihaî harekâtla İstanbul fethedildiğinde, II. Mehmet, Peygamberimizin müjdesine mazhar oluyor ve "feth-i mübin" ile "Fatih"lik şerefini elde ediyordu.Bizans'ın ortadan kaldırılması hem Türk tarihi hem de dünya tarihi açısından büyük bir öneme sahiptir. Bu fetihle Osmanlı Devleti, artık tam bir cihan devleti hâline gelmiş, İslâm dünyası ve Avrupa içinde büyük bir prestij ve güç kazanmıştır. Avrupa için bu fetih çağ açıp, çağ kapayan bir fetihtir. Katolik Avrupa'nın, Ortadoks dünyasıyla bütünleşme çabaları, İstanbul'un fethiyle önlenmiş, aksine Balkanları da tamamen ele geçirmek suretiyle Fatih, kısa zamanda Ortadoksları himayesi altına almıştır. Nitekim Papa V.Nikola'nın Türklere karşı harekete geçilmesi fikri pek taraftar bulamamış, aksine, Ege adalarındaki halk, Balkanlardaki bazı despotluklar ve prensler Fatih'i İstanbul'un fethinden dolayı kutlayan mektuplar yazmışlardır. Papa'nın isteğine sadece Almanya, Napoli ve Venedik olumlu cevap vermiş fakat onlar da kendilerinden ziyade Sırp, Macar ve Arnavutları kışkırtarak sonuç almaya çalışmışlardır. Fatih'in Batı Politikaları: Sırbistan Seferleri; İstanbul'un fethinden sonra Osmanlılara bağlılığını bildiren ve ele geçirdiği bazı kaleleri geri veren Sırplar Macarlar ile iş birliği yaparak yeniden düşmanlıklarını göstermeye başlamışlardı. Bunun üzerine 1454-1457 arasında üç kez peşpeşe Sırbistan'a sefer düzenlendi. Belgrat dışındaki bütün Sırp toprakları ele geçirildi. Sırp Kralı Bronkoviç'in ölümüyle başlayan taht mücadelelerinden faydalanan Osmanlılar, Sırpları vergiye bağladılar. Taht kavgalarının yeniden alevlenmesi üzerine, Mora seferinde bulunan Fatih, Sırp meselesine son verilmesini emretti. Mahmut Paşa, 1459'da başkentleri Semendire'yi ele geçirilerek Semendire Sancakbeyliğini oluşturdu. Böylece Sırbistan'da 350 yıl sürecek Osmanlı hâkimiyeti başlamış oluyordu. Arnavutluk Seferleri; Papalık ve Napoli krallığının desteği ve kışkırtmasıyla harekete geçen Arnavutluk hâkimi İskender Bey, vurkaç taktiği ile Osmanlı kuvvetlerine baskınlar düzenlemekteydi. Bunun üzerine Fatih, bizzat sefere çıkmaya karar verdi. 1465 yılında gerçekleşen I.seferde, İlbasan Kalesi'ni yaptırıp, içine asker yerleştiren Fatih, Balaban Paşa'yı bölge için görevlendirerek, geri döndü. Ancak, Papa ve diğer devletlerden aldığı kuvvetlerle Türklere saldıran İskender Bey, Balaban Paşa'yı şehit etti ve İlbasan kalesi'ni kuşattı. Bunun üzerine Fatih II. Arnavutluk Seferi'ne çıktı (1467). Ele geçirilen topraklarda yeni garnizonlar oluşturuldu. Bu sırada İskender Bey ölmüş ve yerine oğlu Jean geçmişti. Arnavutlukta başlayan kargaşa sebebiyle Fatih 3. kez Arnavutluk seferini başlattı. Arnavutların elinde kalmış olan Kroya ve İşkodra kuşatıldı. Nihayet 1479'da Arnavutluk da bir Osmanlı vilayeti haline gelmiş oluyordu. Mora Seferleri; İstanbul'un fethinden sonra Bizans İmparatoru XII. Konstantin'in oğulları, rakipleri Kantakuzen ailesine karşı Mora'da, Osmanlıların yardımını istemişlerdi. Turahanoğlu Ömer Bey, akıncıları ile duruma müdahale etti ve muhalifler bertaraf edildi. Fakat bu sefer iki kardeş arasında mücadele başlamıştı. Bölge ülkelerinin Mora'yı istilâ niyetlerini bilen Fatih 1458'de harekete geçti. Korent'i ele geçiren Fatih, Mora'nın bir kısmını merkeze bağlayarak, burada bir sancak oluşturdu. Atina ve diğer bölgeler ise Osmanlı yönetimini kabul etti. Kardeşi Dimitrios'a karşı Arnavutların desteğini alan Tomas'ın Osmanlılarla yapılan anlaşmayı bozması üzerine 2.kez Mora'ya sefer düzenlendi. Tomas, Papa'nın yanına kaçmak zorunda kaldı. Bölgeye çok sayıda Türk yerleştirildi. Venedikliler bölge halkını Osmanlılara karşı ayaklandırmaya çalışıyorlardı. Ancak bunda başarı kazanamayan Venedik, Osmanlı kuvvetleri tarafından bozguna uğratıldı (1465). Eflâk ve Boğdan Seferleri; Yıldırım zamanında vergiye bağlanan Eflâk Prensliği'nin başına Fatih tarafından Vlad (Kazıklı Voyvoda) getirilmişti(1456). Osmanlılara bağlı görünen Vlad aslında gizliden gizliye düşmanlık ediyordu Vlad'ın Fatih'in elçilerini kazığa oturtarak öldürmesi üzerine 1462 yılında Fatih, Eflâk'a bir sefer düzenledi. Boğdan'dan da yardım alan Osmanlı kuvvetleri voyvodayı uzun süre takip etti. Neticede, sığındığı Macarların, Osmanlılarla yaptığı anlaşma üzerine Vlad'ı esir etmeleri ile mesele çözüldü. Fatih voyvodalığa Radul'u getirdi ve Eflâk bir Osmanlı eyaleti hâline geldi. 1455'ten itibaren Osmanlı Hâkimiyetini tanıyan Boğdan Prensliği'nin Kefe'nin fethinden sonra izlediği düşmanca siyaset üzerine Osmanlı kuvvetleri 1476'da Boğdan'a girdi. Fatih'in bizzat başında olduğu Osmanlı kuvvetleri Boğdan ordusunu büyük bir bozguna uğrattı. Böylece Boğdan da yeniden Osmanlı hâkimiyetini tanımış oluyordu. Bosna-Hersek Seferleri; Osmanlılara vergi yoluyla bağlı olan Bosna Kralının, anlaşmalara riayet etmemesi üzerine Üsküp'ten harekete geçen Fatih, Sadrazam Mahmut Paşa ve Turahanoğlu Ömer Bey'e Bosna'nın tamamen fethedilmesi emrini vermişti. 1463 yılındaki seferle Bosna Kralı Osmanlı hâkimiyetini yeniden tanıdı. Ancak şeyhülislamın da fetvasıyla sonra öldürüldü ve bu topraklarda Bosna Sancakbeyliği oluşturuldu. Fakat ordunun İstanbul'a dönmesi üzerine aynı yıl, Macar kralı Bosna'ya girdi. İkinci kez düzenlenen seferle Osmanlılar, Yayçe dışındaki bütün kale ve şehirleri yeniden ele geçirdiler. Bosna seferleri esnasında Hersek Kralı Stefan da ülkesinin bir kısım toprağının Osmanlılara doğrudan bağlanması şartıyla tahtında bırakılmıştı. Ancak 1483 yılında Hersek tamamen Osmanlı toprağı hâline gelecektir.Fatih, Bosna'yı Osmanlı topraklarına kattığı zaman "Bogomil" mezhebindeki Bosnalılara çok iyi davranmıştı. Hem Katolik hem de Ortadoksların kendi kiliselerine almak için baskı yaptıkları Bogomiller bu sebeple Osmanlı yönetimine sıcak bakmışlar ve kendilerine sağlanan din ve vicdan hürriyetinden etkilenerek zamanla Müslüman olmuşlardı. İşte bu Müslüman Bosnalılara "Boşnak" denilmektedir. Fatih devrinde Osmanlıların karada en güçlü komşusu ve rakibi Macarlar, denizde ise Venedik idi. Macarlar bu dönemde tek başlarına Osmanlılarla baş edemeyeceklerini bildiğinden, doğrudan bir savaşı göze alamamış, Fatih de tabiî sınır olan Tuna'yı geçmeyi düşünmemiştir. Ancak akıncılar vasıtasıyla, Macaristan'a güvenliğin sağlanmasına yönelik yüzlerce başarılı akın düzenlenmiştir. Keza Venedik Cumhuriyeti de Osmanlılarla doğrudan karşılaşmaktansa Balkanlardaki diğer devletleri kışkırtmayı yeğ tutmuştur. Güçlü donmasıyla Mora ve Ege'deki adalara sahip olmak isteyen Venedik, Osmanlılar karşısında istediği sonucu alamamış, aksine pek çok ada ve kıyı kaleleri Osmanlıların eline geçmiştir. Ege Adalarının Fethi; İstanbul'u ele geçiren Fatih, Bizans'a ait bütün toprakları hâkimiyeti altında birleştirmek istiyordu. Böylece Bizans'ın yeniden dirilmesini önleyeceği gibi, iktisadî ve siyasî açıdan da nüfuz alanını genişletebilecekti. Öncelikle Anadolu kıyısına yakın adaları hedef alan Fatih, Bizans, Venedik ve Cenevizlilerin elindeki bu adalardan Anadolu'ya yapılan korsan akınlarının önünü kesmiş olacaktı. İkinci olarak Orta ve Doğu Akdenizdeki adalar hedef alınmıştı ki, bu adalar Fatih'in İtalya'ya yani eski Roma'ya geçişini kolaylaştıracaktı.( Nitekim Gedik Ahmet Paşa komutasındaki bir Osmanlı donanması Napoli Krallığının elindeki Otranto'yu fethetmiş ve buradan Güney İtalya'ya akınlar düzenlenmiştir.(1480) Fakat Fatih'in ölümünden sonra başa geçen II. Bâyezid, Gedik Ahmet Paşa'yı geri çağırınca, şehir savunmasız kalmış ve İtalyanlar kaleyi tekrar ele geçirmişlerdir).1456 yılında öncelikle Çanakkale Boğazı'na hâkim olan adalardan Gökçeada (İmroz), Taşoz Enez ve Semendirek adaları ele geçirildi. Aynı tarihlerde Limni ve Midilli halkı Türk yönetimine girmek için Osmanlılara başvurmuştu. Önce Limni, ardından, uzun süren kuşatmayı müteakip Midilli (1467) ele geçirildi. Venedikliler 264 yıldır ellerinde tuttukları Ağrıboz Adası'ndan Mora ve Ege adalarındaki Türk birliklerine karşı saldırılarını yoğunlaştırmaktaydılar. Bunu önlemek maksadıyla Ağrıboz'un fethine karar veren Osmanlılar neticede 17 gün süren kuşatmadan sonra amaçlarına ulaştılar. Epir despotunun elindeki Zanta, Kefalonya ve Ayamavra gibi adalar da Fatih'in saltanatının son zamanlarında Osmanlı topraklarına dahil edilmiştir. Ancak St. Jean şovalyelerinin elindeki Rodos'a karşı girişilen birkaç muhasara neticesiz kalmıştır. Fatih'in Doğu Politikası: Karadeniz Politikası; Osmanlılar, Anadolu'nun büyük bir kısmını hâkimiyetleri altına almalarına rağmen kuzeyde, Karadeniz kıyısındaki bazı yerler Trabzon Rumları, Cenevizliler ve Candaroğullarının elinde bulunuyordu. Anadolu Türk birliğinin sağlanması ve ticaret güvenliği açısından bu bölgelerin ele geçirilmesi şarttı. İşte bu sebeplerle, Fatih karadan ve denizden kuvvetlerini harekete geçirdi. 1461 yılında Cenevizlilerin elindeki önemli bir üs olan Amasra teslim olmak zorunda kaldı. Seferin kendisine karşı yapıldığını sanan Candaroğlu İsmail Bey, Kastamonu'yu terk ederek Sinop'a çekildi. Bursa'ya dönerek birliklerini takviye eden Fatih, Trabzon seferine çıkarken, Sinop da dahil Candaroğullarının topraklarını savaşmaksızın ele geçirdi. Fatih'in asıl amacı 1204 yılında Lâtinlerin İstanbul'u işgal etmesi üzerine Bizans hanedanına mensup Komnenlerin ayrı bir devlet oluşturdukları Trabzon idi. Osmanlılara vergi vermeyi kabul eden Trabzon Rumları bir taraftan Fatih'in rakibi olan Uzun Hasan ile ittifak içine girmişti. Nihayet Fatih, karadan birliklerini Trabzon'a gönderirken, bir donanma da Sinop'tan kalkarak bölgeye yöneldi. Bu sırada Uzun Hasan'ın Osmanlı ordusunu arkadan çevirebileceği ihtimaline karşı Fatih, ordusunu Sivas'ın güneyinden Yassıçemen'e çevirdi. Uzun Hasan'ın annesi Sara Hatun'un ricası üzerine Akkoyunlularla bir anlaşma yapıldı. Anlaşmaya göre Akkoyunlular, Trabzon Rumlarına yardım etmemeyi vaat etmişlerdir. Anlaşmanın akabinde kara ve denizden Trabzon yeniden kuşatıldı. Çaresiz kalan Trabzon Hâkimi David Komnen şehri teslim etmeyi kabul etti (26 Ekim 1461). Böylece 258 yıl devam eden Trabzon Rum İmparatorluğu da tarihe karışmış oldu. Karadeniz'in Anadolu kıyılarını tamamen hâkimiyetine alan Fatih'in bundan sonraki hedefi, önemli ticaret limanları olan Ceneviz kolonilerini ortadan kaldırarak, Karadeniz'i tam bir Türk gölü yapmak idi. Gedik Ahmet Paşa komutasındaki donanma 1475 yılında Kefe, Azak ve Menkup iskele ve kalelerini ele geçirdi. Böylece Osmanlılar, Altınorda Hanlığı'nın zayıflamasıyla ortaya çıkan Kırım Hanlığı ile komşu oldu. Azak Kalesi'nin düşürülmesi sonucunda bazı Cenevizliler ile birlikte Kırım hanlarından Mengli Giray Han da esir edilmişti. Mengli Giray Han'ın İstanbul'a getirilmesiyle Kırım Hanlığı Osmanlı hâkimiyetine girmiş oldu. (1478). Kırım hanları 350 yıl boyunca Osmanlıların batıya karşı en güçlü müttefikleri olarak hizmet vermişlerdir.Anadolu'da Türk Birliğinin Gerçekleşmesi; Osmanlıların kuruluş devrinden beri en ciddî rakipleri durumundaki Karamanoğulları, Fatih'in politikalarına karşı, Akkoyunlu ve Memlûklu devletlerinin desteğini sağladığı gibi, Venediklilerle de bir ittifak kurmakta sakınca görmemişlerdi. Bu düşmanca tavır üzerine Fatih 1466 yılında Karamanoğulları üzerine yürümeye karar verdi. Beylik topraklarının büyük kısmı Osmanlıların eline geçmesine rağmen Fatih, Larende ve Silifke yörelerine çekilen Karamanoğullarına karşı mücadeleyi, Otlukbeli Savaşı'nın sonrasında da sürdürmüştür. Fakat Karaman Beyi Kasım'ın ölümünden sonra (1483) beylik tamamen oradan kalkmış olacaktır. Akkoyunlu Beyi Uzun Hasan, 1467 yılında Karakoyunlu topraklarına sahip olunca Osmanlılar aleyhine hâkimiyetini genişletmeye başlamıştı. Anadolu birliği yönündeki bu tehlike üzerine Fatih, 1473'te harekete geçti. Otlukbeli mevkiinde yapılan savaşta Osmanlılar büyük bir zafer kazandılar. Artık Akkoyunlular Osmanlılar için bir tehlike olmaktan çıkmıştı. Yavuz Sultan Selim Devri; Henüz Trabzon'da vali iken Doğu'da Safavilerin nasıl güçlendiğini gören ve onlarla başarılı bir mücadeleye giren Selim, tahta çıktıktan sonra, Anadolu'daki mezhep mücadelesine bir son vermek için Safavilerle doğrudan savaşa girmeyi kaçınılmaz görmekteydi. Nihayet ordusunun başında Doğu seferine çıkan Yavuz Selim, Çaldıran Ovası'nda Şah İsmail'in ordusuyla büyük bir meydan muharebesi yaptı. İki Türk hükümdarının mücadelesinden Selim üstün çıktı (23 Ağustos 1514). Doğu Anadolu toprakları Osmanlıların eline geçti. Yavuz, Tebriz'e kadar Şah İsmail'i takip etti. Dulkadiroğulları beyliği Osmanlı yönetimine alındı ve sonra ilhak edildi (1515)Babası döneminde Memlûklara karşı yapılan seferlerin çoğu kez başarısızlıkla neticelenmesi, Osmanlıların doğu'da ve İslâm dünyasında üstünlük kurmaları önündeki en büyük engel idi. Bu sebeple, Safavi tehlikesini bertaraf ettikten sonra Yavuz, Memlûklara karşı büyük bir ordu hazırladı. Mısır Memlûk Sultanı Kansu Gavri, Osmanlı ordusunu Halep'in kuzeyinde karşıladı. Ancak Mercidabık Savaşı Osmanlıların zaferiyle son buldu (24 Ağustos 1516). Kansu Gavri savaş sırasında öldü. Malatya'dan Sina yarımadasına kadar olan topraklar Osmanlıların eline geçti. Kışı Şam'da geçiren Yavuz, tekrar Mısır'a yöneldi. Yeni Memlûk Sultanı Tomanbay ile Kahire'nin kuzeyindeki Ridaniye mevkiinde yapılan savaşı da Osmanlılar kazandı. (22 Ocak 1517). Bu savaş Memlûk Devleti'nin sonu oldu. Suriye, Filistin, Mısır ve Hicaz Osmanlı hâkimiyetine girdi. Hülagû'nun Bağdat'ı işgal etmesiyle Memlûk himayesine giren halifelik müessesesi de böylece Osmanlılara geçmiş oluyordu. Nitekim Mekke şerifi şehrin anahtarını Yavuz Sultan Selim'e sunarak itaatini bildirmişti. Yavuz dönemi Osmanlıların doğu'da ve İslâm dünyası'nda en büyük güç haline geldiği bir dönemdir. Yükseliş Döneminin Zirvesi: Kanuni Sultan Süleyman Yavuz Sultan Selim'in sekiz yıl süren hâkimiyet devrinden sonra Osmanlı tahtına oğlu I.Süleyman geçti (1520). I.Süleyman'ın 46 yıllık saltanatında Osmanlı Devleti siyasî, askerî ve iktisadî açılardan zirveye ulaşmıştır. Bu sebeple dost düşman ona Kanuni, Muhteşem, Büyük Türk gibi lâkaplarla hitap etmiş ve tarihe de böyle geçmiştir. Avrupa'daki Gelişmeler; Kanuni döneminde özellikle Avrupa'da önemli dinî ve siyasî değişiklikler söz konusudur. Güçlü Macar krallığının Osmanlı hâkimiyetine girmesinden sonra, Kutsal Roma-Cermen İmparatoru Şarlken en ciddî rakip hâline gelmiş, onun oluşturduğu imparatorluğun uzantısı durumundaki Avusturya Arşidükalığı Osmanlılara sınırdaş olmuştur. Bu devlet ile Avrupa'nın en güçlü hanedanı olacak olan Habsburglar Avrupa'yı âdeta parselleyeceklerdir. Bu dönemde güçlenmeye başlayan Protestanlık, Avrupa'da mezhep çatışmalarının şiddetlenmesine sebep olmuştu. Doğu Avrupa'da da Lehistan ve Ortadoks Rusya güçlenmeye başlamıştı. Kanuni, Avrupa'daki siyasî ve dinî çekişmelerden faydalanarak, onların birleşmemesine özen göstermiş ve bunu bir devlet politikası hâline getirmiştir. Yine bu dönemde Akdeniz'de ve Okyanuslarda güçlü bir ticarî ve iktisadî filo oluşturan İspanyol ve Portekiz donanmaları Venedik'in yerini almış görünüyordu. Belgrat'ın Fethi ve Macaristan Seferi; Fatih'in Sırbistan seferinde ele geçirilemeyen Belgrat, Avrupa içlerine yapılacak akınlar için bir sıçrama noktası idi. Bu sebeple Kanuni, Macaristan seferine çıktığında ilkin Belgrat'ı kuşattı ve ele geçirdi(1521). Burayı bir üs olarak kullanan Osmanlılar artık rahatlıkla Avrupa içlerine sefer yapabilecekti. Nitekim Şarlken'e tutsak olan Fransa Kralı Fransuva'yı, kendisinden yardım talep etmesi üzerine, kurtarmayı amaçlayan Kanuni, 1526 yılında karşısındaki ittifakı parçalamak amacıyla yeniden Macaristan üzerine bir sefer düzenledi. 29 Ağustos 1526'da Mohaç Meydan Muharebesi ile Macar ordularını imha eden Kanuni, Budin'i (Budapeşte) ele geçirdi. Macaristan'ın bir bölümü ilhak edildi ve kalan kısmı Erdel Krallığı oluşturularak Osmanlı hâkimiyetine alındı. Avusturya Seferleri; Macaristan'ın ele geçirilmesi üzerine, ölen Macar kralı ile akrabalığını öne süren Avusturya Arşidükü Ferdinand, Macar topraklarında hak iddia etmiş ve Budin'i işgal etmişti. Bunun üzerine Kanuni, yeniden Macaristan'a sefer düzenledi. Budin kurtarıldı. Ancak Kanuni'nin asıl maksadı Viyana idi. Osmanlı ordusu şehri kuşattı ise de ele geçirmeye muvaffak olamadı(1529). I.Viyana Kuşatması'nın sonuçsuz kalmasından cesaretlenen Ferdinand, Budin'i tekrar işgal etti. Kanuni ünlü "Alman Seferi" ile mukabele ederek işgal edilen yerleri geri aldı. Ferdinand ile İstanbul'da bir anlaşma yapıldı. Bu anlaşmaya göre Ferdinand, Macaristan üzerinde hak talep etmeyecek ve Osmanlı hâkimiyetini tanıyacak ve elinde bulundurduğu Macaristan'a ait topraklar için de Osmanlılara vergi verecekti.(1533). Ferdinand'ın Macar kralının ölümünü fırsat bilerek anlaşmayı bozması üzerine Kanuni yeniden sefere çıktı. 1562'deki bu sefer sonucunda Macaristan'da Erdel Beylerbeyliği oluşturuldu. Avusturyalılar fırsat buldukça Macar topraklarına tecavüz etmişler ve her seferinde de Osmanlılardan gerekli cevabı almışlardır. Nitekim Kanuni'nin son seferi de Avusturya'ya karşı olmuş ve Zigetvar Kalesi kuşatılmıştır (1566) Fransa ile Münasebetler ve İlk Kapitülâsyon; Avrupa birliğini sağlamak isteyen Roma-Cermen İmparatoru Şarlken, bu maksatla Fransız Kralı Fransuva'yı esir etmişti. Kendisinden yardım isteyen kral ile iyi ilişkiler kuran Kanuni böylece Şarlken'e karşı bir müttefik kazanmış oluyordu. 1535 yılında iki ülke arasında ticaret ve dostluk anlaşması imzalandı. Anlaşma ile her iki ülke serbest ticaret hakkı elde edecek ve bu haklar iki hükümdarın yaşadığı sürece geçerli olacaktı. Lâkin kapitülasyon adıyla tarihe geçecek olan bu ticarî imtiyazlar sürekli hâle getirilmiş, sonraki devlet adamlarının basiretsizliği sebebiyle tek taraflı işlemeye başlamış ve başka devletlere de imtiyazların tanınmasıyla Osmanlı ekonomisi giderek dışa bağımlı hâle gelmiştir. İranla Münasebetler; Şah İsmail'in yerine geçen oğlu I.Şah Tahmasp, babası gibi, Osmanlıların düşmanı olan Venedik ve Avusturya ile ittifak kurmakta bir beis görmüyordu. Osmanlı ordusu, Avrupa'ya sefere çıktığında Safaviler, Doğu Anadolu topraklarına karşı saldırıya geçiyordu. Bu sebeple, Kanuni, Irakeyn (iki Irak; Irak-ı Acem ve Irak-ı Arap) seferi diye bilinen bir sefere çıktı (1534-35). Tebriz ve Bağdat Osmanlı topraklarına katıldı. Osmanlının Avrupa ile ilgilenmesinden yararlanan Safaviler fırsat buldukça yeniden harekete geçtiklerinde, bölgeye 1555 yılına kadar Nahcivan ve Tebriz üzerine birkaç kez sefer düzenlenmiştir. Osmanlılar karşısında fazla bir varlık gösteremeyen Şah Tahmasp nihayet barış anlaşması imzalamayı kabul etmek zorunda kalmış ve Amasya Antlaşması (1555) ile Osmanlı üstünlüğünü kabul ederek Bağdat, Tebriz ve Doğu Anadolu'nun Osmanlı hâkimiyetinde olduğunu tasdik etmiştir. Deniz Seferleri ve Fetihler; Kanuni devri karada olduğu gibi denizlerde de büyük bir üstünlüğün sağlandığı bir devirdir. Fatih'in alamadığı, St.Jean şövalyelerinin elindeki Rodos ve çevresindeki adacıklar, başarılı bir kuşatma sonunda ele geçirilmiş(1522), II. Bâyezid zamanından beri Akdeniz'de serbestçe faaliyet gösteren Barbaros kardeşlerin devlet hizmetine alınmasıyla deniz ve kıyılarda pek çok yer Osmanlı hâkimiyetine dahil olmuştur. Cezayir'i ellerinde bulunduran ve Osmanlılar adına, 1492 yılında İspanya'da soy kırıma uğrayan Musevîleri İstanbul'a gemilerle nakleden Barbaros kardeşler haklı bir üne sahip olmuşlardı. 1533 yılında Cezayir'i Osmanlılara bırakarak kaptan-ı deryalık görevini kabul eden Barbaros Hayrettin Paşa (Hızır Reis), 1538 yılında Andrea Doria komutasındaki Haçlı donanmasını Preveze'de büyük bir bozguna uğratarak, Osmanlılardın Akdeniz'in tek hâkimi olduğunu bütün dünyaya kabul ettirdi. Barbaros'un ölümünden sonra yerine geçen Turgut Reis de fetihlere devam etti.Nitekim St. Jean şövalyelerinin elinde bulunan Trablusgarp onun tarafından fethedilmiş (1551), Preveze'den sonraki en büyük deniz zaferi sayılan Cerbe Savaşı sonunda Haçlı donanması bir kez daha hezimeti tatmıştır. Sadece Akdeniz'de değil Kızıl Deniz ve Hint Okyanusunda da Osmanlı donanması faaliyette bulunmuştur. Uzak denizlerde istenilen sonuçlar elde edilememişse de bu dönemde Yemen ve Arabistan'ın güney kıyıları ile Habeşistan ele geçirilmiştir. Kanuni'nin Ölümü ve Sonrası; Zigetvar Muhasarası esnasında hastalanan Kanuni kalenin fethini göremeden 66 yaşında öldü (1566). Siyasî, askerî ve iktisadî bakımlardan Osmanlıyı zirveye çıkaran bu büyük hükümdarın yerine geçen ne II. Selim (1566-1574) ne de III. Murat (1574-1595) aynı evsafta kişiler değillerdi. Ancak Kanuni devrinde başlayan fetih rüzgârları o derece şiddetliydi ki, bu hükümdarlar devrinde de hızını devam ettirebildi. Şüphesiz bu başarılarda sadrazam Sokullu Mehmet Paşa'nın dirayetli siyasetinin de rolü büyüktür. Anadolu'nun Akdeniz'e bakan kıyılarında bir çıban başı gibi duran Venedik'in elindeki Kıbrıs bu fetih rüzgârıyla kuşatıldı. Lala Mustafa Paşa komutasındaki Osmanlı donanması adayı ele geçirir geçirmez (1571), buraya Anadolu'nun çeşitli sancaklarından Türkler yerleştirildi. Artık Kıbrıs da Türk olmuştu. Bu durumu hazmedemeyen Venedik, İspanyol, Malta donanmaları papa ve diğer bazı Avrupa devletlerinin de desteği ile harekete geçerek büyük bir savaş filosu oluşturdular. Korent Körfezi yakınlarında, İnebahtı önlerinde yapılan deniz savaşını Osmanlılar kaybetti (1571). Ancak kendileri de oldukça fazla zaiyat verdiğinden, Haçlı donanması Osmanlı kadırgalarını takip edecek durumda değildi. Sokullu kısa zamanda donanmayı yenileyerek yeniden Akdeniz'e indirdi. Venedik bu durum karşısında yeni bir savaşı göze alamadı ve Osmanlılara vergi vermeyi kabul etti. Kılıç Ali Paşa komutasındaki donanma Tunus'u yeniden Osmanlı topraklarına kattı (1574). Bu esnada II.Selim ölmüş ve yerine III. Murat geçmişti. Bu padişah devrinde, Şah Tahmasp'ın ölümüyle çalkanan İran'a savaş açıldı (1576) Gürcistan ve Azerbaycan'ın büyük bir kısmının ele geçirilmesiyle neticelenen ilk seferden sonra savaş 15 yıl sürdü. Bu uzun savaş ile daha fazla yıpranmak istemeyen Osmanlı Devleti ile İran arasında 1590'da bir barış anlaşması yapıldı. Yine bu dönemde başlayan Türk-Macar Savaşı I.Ahmet devrine kadar devam etti. Don ve Volga nehirlerini birleştirmeyi amaçlayan kanal projesi ile Süveyş kanalı teşebbüsünün mimarı olan Sokullu'nun 1579'daki ölümü ile Osmanlı Devleti büyük bir yara almıştır. Özellikle III.Murat'ın oğlu III.Mehmet'in (1595-1604), hükümet işlerini annesine bırakıp, bir köşeye çekilmesi Osmanlı'yı XVII. yüzyılda daha kötü yılların bekleyeceğinin âdeta habercisi idi. Duraklama Dönemi ve Son Başarılar III. Mehmet zamanında Avusturya'ya karşı devam ettirilen savaşlarda Eğri, Kanije ve Haçova zaferleri elde edilmişse de I. Ahmet (1604-1617), Zitvatorok Antlaşmasını imzalayarak (1606), Osmanlının, Avrupa'daki üstünlüğünün sona erdiğini bir anlamda kabul ediyordu. Her ne kadar ele geçen topraklar bu anlaşmayla Osmanlıda kalıyorsa da, artık iki devletin "eşit" sayıldığı hükme bağlanmıştı. XVI.yüzyıl başlarından itibaren Avusturya ve İran'la girilen uzun savaşlar, ehliyetsiz idareciler, liyakatin yerini iltimas ve rüşvetin alması, buna bağlı olarak devletin askerî ve iktisadî düzeninin temelini oluşturan timar sisteminin bozulmaya başlaması, devletin güç ve otoritesini, halkın huzur ve asayişini güvenliğini sarsmıştır. XVII. yüzyıla girilirken bu olumsuz şartlar, anarşinin artmasına sebep olmuştur. Merkez ve taşra teşkilâtında görülen bozulmalar, pek çok isyanın çıkmasını ve dolayısıyla devlet nizamının sarsılmasını beraberinde getirmiştir. Bu isyanları üç grupta toplamak mümkündür; Taşrada çıkan Celalî İsyanları, Eyalet isyanları ve İstanbul merkezli kapıkulu isyanları. Celalî isyanlarının en önemli sebepleri, yukarıda da belirttiğimiz gibi, devletin uzayan savaşlara bağlı olarak azalan gelirlerini karşılayabilmek için vergileri artırması, timar sistemindeki bozulmalar ve köylünün artan vergilere karşı huzursuzlukları idi. Halkın devlete olan güveninin sarsılması, isyancıların gücünü daha da artırıyordu. Kalenderoğlu, Karayazıcı, Deli Hasan gibi Celâlîlerin isyanlarına, medrese öğrencisi suhteler ve başıboş leventlerin isyanları da eklenince, devlet isyanları bastırmada oldukça zorlandı. Bu isyanlar yüzünden özellikle Anadolu'da dirlik ve düzenlik kalmadığı gibi, iktisadî durum da oldukça bozulmuştur. Yine bu otorite boşluğu nedeniyle Erzurum ve Sivas gibi yerlerin valileri ile Yemen, Bağdat, Eflâk, Boğdan gibi bağlı eyaletlerin yerli yöneticileri de isyan etmişlerdi.
  18. Osmanlı İmparatorluğu (Kuruluşundan Yıkılışına Kadar ki Geçen Dönem :)

    İstanbul'daki yeniçerilerin ulûfelerini zamanında alamamalarını bahane ederek çıkardıkları isyanlar doğrudan sarayı hedef almıştır. Fesat yuvası hâline gelen Yeniçeri Ocağı'nı düzenlemek isteyen II. Osman (1618-1622) yeniçerilerin hışmına uğramış, isyancılar sarayı basmıştır. Yeniçeriler, Genç Osman'ı tahttan indirerek yerine, III. Mehmet'in kardeşi I.Mustafa'yı getirmişler ve bununla da kalmayarak, Genç Osman'ı Yedikule Zindanlarında katletmişlerdir. Bu olay yeniçerilerin bir padişahı tahttan düşürüp, katletmelerinin ilk örneği olması açısından dikkat çekicidir. Yeniçerilerin başa geçirdiği I.Mustafa'nın bir yıl sonra ölmesiyle, Osmanlı tahtına IV. Murat geçer (1623-1640), genç padişah, hâkimiyetinin ilk on yılında devlet idaresindeki inisiyatifi valide Kösem Sultan'a bırakmış ve güçlenene kadar fesat çıkaranlara karşı tedbirli davranmıştır. Ancak saraydaki huzursuzluk ve Anadolu'da yeniden patlak veren isyanların tehlikeli boyutlara ulaşması üzerine 1632'de duruma müdahale eden IV. Murat, kısa zamanda otoriteyi tesis etmiştir. Sert tedbirlerle nifak çıkaranları, şeyhülislâm ve kardeşleri de dahil, öldürtmekten çekinmemiş, boşalan devlet hazinesini yeniden çeki düzene koymuştur. Toparlanan Osmanlı Devleti, Bağdat'ı ele geçiren İran'a savaş açtı. IV. Murat, ünlü seferiyle Bağdat'ı geri aldı (1638). İran ile yapılan Kasr-ı Şirin Antlaşmasıyla (1639), bugünkü sınırlara yakın olan Türk-İran sınırı yeniden çizildi. 1640'ta, IV. Murat'ın ölmesi üzerine yerine kardeşi I. İbrahim geçti(1640-1648). Fakat onun sekiz yıllık saltanatında devlet her açıdan kötülemeye başlamıştı. Sonunda 1648 yılında o da öldürüldü ve çocuk yaştaki IV. Mehmet Osmanlı tahtına çıkarıldı (1648-1687). Harem ve Yeniçeri Ocağı devlet işlerine istedikleri gibi müdahale eder olmuşlardı. Bu kötü gidiş 1656'da Köprülü Mehmed Paşa'nın sadrazamlık vazifesine getirilmesine kadar devam etti.Köprülü Mehmet Paşa ve onun ailesinden olan diğer sadrazamlar XVIII. yüzyıl başlarına kadar Osmanlı Devleti'nin idaresinde belirleyici bir rol oynamışlardır. Köprülüler Devri olarak bilinen bu dönemde geçici de olsa bir istikrar sağlanmış ve Osmanlılar son fetihlerini bu devirde gerçekleştirebilmişlerdir. Köprülü Mehmet Paşa, içerde sükûneti sağladığı gibi, Venediklilerin eline geçmiş olan Bozcaada ve Limni'yi geri alıp, Çanakkale Boğazı'nı ablukadan kurtardı. Köprülü Mehmet Paşa öldüğünde, padişah yine geniş yetkilerle oğlu Köprülü Fazıl Ahmet Paşa'yı sadarete getirdi(1661). Erdel işlerine karışan Avusturya'ya karşı başlatılan savaşta Fazıl Ahmet Paşa, Uyvar'ı fethetti. Avusturya yapılan anlaşmayla, Erdel ile Uyvar ve Neograt kalelerinin Osmanlı hâkimiyetinde olduğunu kabul etti. Uzun süredir kuşatılan, Venedik'in elindeki Girit, Kandiye Kalesi'nin düşmesiyle Osmanlı hâkimiyetine girdi(1669). Lehistan'a yapılan sefer sonucunda Podolya da Osmanlı topraklarına katıldı (1676). Büyük başarılara imza atan Fazıl Ahmet Paşa'nın genç yaşta ölmesi üzerine, IV. Mehmet, Köprülü'nün damadı Kara Mustafa Paşa'yı sadrazamlığa getirdi(1676). Kara Mustafa Paşa, Çehrin'i ele geçirdi (1678). Bu zaferden sonra, Ruslar, Dinyeper nehrinin sağında kalan toprakları Osmanlılara bırakmak zorunda kaldıkları ilk anlaşmayı Türklerle yapmıştır (1681). Zaferlerin devamı getirerek Osmanlı'yı yeniden Avrupa'daki en geniş sınırlara ulaştırmak isteyen Kara Mustafa Paşa, Orta Macaristan'da, Katolik Avusturya'ya karşı isyan eden Protestan Macarları himayesine aldı. İmre Tököli Osmanlılar tarafından Orta Macaristan kralı olarak tanındı. Mustafa Paşa, büyük bir orduyla Viyana'ya sefer düzenledi. Kanuni'nin ele geçiremediği Avusturya'nın merkezi Viyana'ya karşı başlatılan bu ikinci sefer boyunca Osmanlılar hiçbir direnmeyle karşılaşmadılar. 1683'te kuşatma başladığında, Avusturya imparatoru çoktan şehri terketmişti. Ancak kuşatmanın uzun sürmesi, Lehistan ve Alman askerlerinin, şehrin imdadına yetişmesiyle neticelendi. İki ateş arasında sıkışan Kara Mustafa Paşa, büyük bir bozguna uğradı. (12 Eylül 1683). Osmanlılar Belgrat'a kadar geri çekilmek zorunda kaldı. Viyana bozgunu, sadrazamın Belgrat'ta hayatına mal olmuştu. Osmanlı devletine karşı Avusturya, Lehistan, Malta, Venedik ve son olarak Rusların katıldığı(1696) büyük bir ittifak oluşturuldu. Osmanlılar dört cephede bu ittifaka karşı mücadele verdiği sırada, içte de huzursuzluk artmaktaydı. IV. Mehmet tahttan indirilmesiyle yerine II. Süleyman (1687-1691) , II.Ahmet (1691-1695) devirlerinde huzursuzluk devam etti. Bu dönemde yine bir Köprülüzade olan Fazıl Mustafa Paşa, ordu ve maliyeyi düzene koymaya yönelik başarılı icraatlerde bulunmuş ise de aynı aileden Hüseyin ve Nu'man Paşalar, sadaret makamında başarı sağlayamamışlardı. II. Mustafa (1695-1703), Viyana bozgunu ve ardından gelen toprak kayıplarını önlemek amacıyla üç kez Avusturya'ya sefer düzenledi, ilk iki seferde kısmen başarı sağlandıysa da son seferde Osmanlı ordusu Zenta denilen yerde bozguna uğradı. Bunun üzerine İngiltere'nin araya girmesiyle Osmanlılar, ittifak güçleriyle Karlofça Antlaşması'nı imzalamak zorunda kaldı (26 Ocak 1699). 25 yıl için geçerli olacak bu anlaşma sonunda, Avusturya'ya Macaristan'ın büyük bir bölümü ve Erdel, Venediklilere Dalmaçya kıyıları ve Mora, Lehistan'a ise Podolya ve Ukrayna bırakılıyordu. Rusya ile yapılan üç yıllık ayrı bir anlaşma ile de Azak Kalesi Ruslara terk ediliyor ve onların İstanbul'da daimî bir elçi bulundurmaları kabul ediliyordu. Karlofça Antlaşması, Osmanlıların toprak kaybıyla neticelen şimdiye kadar imzaladıkları en ağır anlaşma idi. I.Edirne Vakası adı verilen bir ayaklanma ile Osmanlı tahtına III. Ahmet geçirildi (1703-1730). Rusya bu dönemde hem Doğu Avrupa hem de Karadeniz istikametinde topraklarını genişletme gayesini gütmekteydi. Poltova yenilgisinden sonra Osmanlılara sığınan İsveç Kralı XII. Şarl, iki ülke arasında yeniden bir savaşın başlaması için bir vesile oldu. Bu savaş ile Osmanlılar, Karlofça'da kaybettikleri toprakları tekrar kazanma fırsatını bulacaktı. Nitekim Prut'ta sıkıştırılan Ruslar (1711), anlaşma yaparak, Azak'ı terk etmek zorunda kaldılar. Karadağ'da isyan çıkartan Venedik'e karşı açılan savaşlarda ise işgal altındaki Mora kurtarıldı. (1715). Bu başarılar üzerine, sıranın kendisine geldiğini düşünerek harekete geçen Avusturya, Osmanlıları yenilgiye uğrattılar. Temeşvar ve Belgrat düştü. Osmanlılar Pasarofça Antlaşmasını imzalayarak (1718), Temeşvar ve Belgrad ile birlikte Küçük Eflâk ve Kuzey Sırbistan'ı Avusturya'ya bıraktı. Dalmaçya kıyılarındaki bazı kalelerin Venedik'e terki mukabilinde Mora muhafaza edildi. Osmanlılardın Balkanlar ve Orta Avrupa seferleri için staratejik bir mevkiide olan Belgrat'ın düşmesi, ağır sonuçlar doğurmuştur. Avusturya, Belgrat'tan Balkan içlerine sarkmakta daha başarılı olacaktır. Lâle Devri: Pasarofça Antlaşması neticesinde ortaya çıkan barışı iyi kullanmak isteyen Osmanlılar, artık Avrupa karşısında savunma durumunda kalacağını anladığından, Balkanlardaki sınır kalelerini tahkim etme, bölge halkını yanında tutmak için vergileri azaltma siyaseti uygulamaya ağırlık vermekteydi. Damat İbrahim Paşa, Osmanlılara üstünlük kurmuş olan Avrupa'yı her yönüyle tanımak için Avrupa başkentlerine elçiler göndertti. 1718-1730 yılları arasındaki bu dönem, sanatta lâle motifinin işlenmesi sebebiyle "Lâle Devri" adıyla anılmaktadır. Bu dönemde matbaa açılması, çini ve kumaş fabrikası kurulması gibi bazı müspet yenilikler yapılmışsa da, III. Ahmet ve saray çevresinin şaşalı eğlenceleri ve harcamaları huzursuzluğu artırmaktaydı. Damat İbrahim Paşa'nın, İran'a karşı başlatılan savaşta (1722) kesin netice alamaması ve uzayan savaş esnasında Tebriz'in sadrazamın gizli emriyle İran'a terk edildiği haberi, muhalefetin harekete geçmesine yetti. Patrona Halil Ayaklanması'nın patlak vermesiyle bu dönem sona eriyordu. Damat İbrahim Paşa ve yakınlarıyla Sultan III. Ahmet asiler tarafından katledildiler (1730)Bu olayın ardından III. Ahmet'in yeğeni I.Mustafa hükümdarlığa getirildi. (1730-1754). Kafkaslardaki sınır olaylarını bahane eden Rusya, Kırım Tatarlarına karşı büyük bir saldırı başlattı. Azak ve Bahçesaray Rusların eline geçti (1739). Fransa'nın da teşvikiyle Osmanlılar, Rusya'ya karşı savaş ilân etti. Rusya'nın yanında savaşa katılan Avusturya da, Eflâk ve Boğdan'a girmişti. Osmanlılar iki cephede de büyük başarılar kazandılar. Prusya, Fransa ve İsveç'in Osmanlılara yakınlaşması, Osmanlılar karşısında ummadıkları bir yenilgi tadan Rusya ve Avusturya'yı barış yapmaya zorladı. Bu savaş sırasında tekrar Osmanlıların eline geçen Belgrat'ta bir anlaşma imzalandı (18 Eylül 1739). Belgrat Anlaşmasıyla, Avusturya, Pasarofça barışıyla elde ettikleri tüm topraklardan geri çekildiler. Ruslar da Azak'ı terkederek bölgedeki kıyı ve deniz ticaretinin Osmanlı gemileriyle yapılmasını kabul etti. Bu anlaşma geçici de olsa Osmanlıların toparlanmasını sağlamıştır. Savaşta Türklerin tarafını tutan Fransa'yla, Kanuni döneminde tanınan imtiyazları genişleten ve süre tahdidi koymayan yeni bir kapitülâsyon antlaşması imzalanmıştır (1740). Damat İbrahim Paşa zamanında başlayan İran savaşları Lâle Devri'nden sonra da devam etmekteydi. Ruslar, çöküş dönemine giren Safavilerin elindeki Azerbaycan ve Dağıstan'ı işgal etmişlerdi. Şirvan halkının talebi üzerine Osmanlılar duruma müdahale etmiş, iki ülke arasında çıkabilecek savaş Fransa'nın araya girmesiyle önlenmişti. Rusya'nın kuzeydeki işgaline karşın Osmanlılar da Güney Azerbaycan'ı topraklarına kattılar. Şah Tahmasp 1732'de Osmanlılar ile barış yaptı. Bu durumu kabullenemeyen Afşar Nadir Bey, Şah Tahmasp'ı devirerek kendi hâkimiyetini ilan etti (1736). Osmanlılar bazı toprakları Nadir Han'a bırakmaya razı oldu. Her iki taraf için de yıpratıcı olan bu uzun savaşlar, Kasr-ı Şirin antlaşmasıyla çizilen sınırların aynen kabul edildiği 1746 anlaşmasıyla son bulmuştur. I.Mahmut döneminde, başarılı savaşların yanı sıra, ordu içinde de yeni düzenlemelere gidilmiştir. Aslen Fransız olup Osmanlı hizmetine girerek beylerbeyi olan Ahmet Paşa, Humbaracı Ocağı'nı kurarak (1734), batı savaş tekniklerini burada hayata geçirmiş idi. I.Mahmut'un üvey kardeşi III.Osman'ın (1754-1757) yerine geçen, amcaoğlu III. Mustafa (1757-1773) zamanında da ordu içerisinde bazı ıslahatlar devam ettirilmiştir. Nitekim onun döneminde Tophane ıslah edilerek yeni ve güçlü toplar dökülmüş, donanma yenilenmiştir. Ancak, Rusya ile başlayan harpler bu yeniliklerin yeterli olmadığını gösterecektir. Gerileme Dönemi ve Gerilemeyi Durdurdurma Çabaları 1764 yılında Rusya, Osmanlıların toprak bütünlüğünü garanti ettiği Lehistan'ı işgal etmiş ve kaçan mülteciler Osmanlı sınırını geçen Ruslar tarafından katledilmiştir. Bu olay üzerine Osmanlı Devleti Rusya'ya savaş ilân etmiştir(1768). Ruslar, Baserabya ve Kırım'ı işgal ettikleri gibi, İngilizlerin de yardımıyla, Baltık filosonu Akdeniz'e göndererek, Mora Rumlarını isyana teşvik etmişler ve Çeşme'de demirli Osmanlı donanmasını gafil avlayarak, gemileri yakmışlardır. Bu arada Mısır'da da bir isyan hareketi başlamıştır. Ruscuk ve Silistre önlerinde Osmanlı kuvvetlerinin mevzii başarılar kazanmasının ardından II. Katerina, Lehistan işini halletmeyi plânladığından Osmanlılarla anlaşma yapmayı kabul etmiştir. I.Abdulhamit'in (1773-1789) başa geçmesinden sonra imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması ile (21 Temmuz 1774) Kırım Hanlığı Osmanlıdan kopartılarak sözde bağımsız bir devlet olmuş, Baserabya, Eflâk, Boğdan Osmanlılarda kalmış, ancak Azak ve Kabartay bölgesi Rus hâkimiyetine geçmiştir. Ruslar bu anlaşmayla İngiltere ve Fransa'ya tanınan kapitülâsyonları da kazanmış ve her yerde konsolosluk açma hakkını elde ederek, Osmanlının iç işlerine karışabileceği bir ortamı kendine hazırlamıştır. Nitekim 1783'te Kırım'ı işgal ve ilhak eden Rusya, Karadeniz'e hâkim olarak, sıcak denizlere inme politikasını gerçekleştirme yönünde büyük bir adım atmış, Ortadoksları himaye bahanesiyle de Balkanlardaki nüfuzunu kuvvetlendirmiştir. Rusya'nın nihaî amacı, İstanbul'u ele geçirerek Bizans'ı yeniden diriltmek idi. İşte bu maksatla, Osmanlı Devleti'ni taksim etmek üzere Avusturya ile gizli bir anlaşma yapıldı. Bu anlaşmayı haber alan Osmanlı Devleti, Prusya ve İngiltere'nin de tahrikiyle Rusya'ya karşı savaş açtı. Halkın infialine neden olan Kırım'ı geri almak Osmanlının en büyük arzusuydu. Ancak bu savaşa Rusya'nın müttefiki olan Avusturya'nın da katılmasıyla, Osmanlılar iki cephede birden mücadele etmek zorunda kaldılar(1788). Avusturya'ya karşı iki kez savaş kazanıldı. Belgrat ve Banat ele geçirildi. Ancak Rusya'ya karşı doğu cephesinde başarı sağlanamadı. Bu tarihlerde Osmanlı tahtına III. Selim çıkmıştı (1789-1807). III. Selim İsveç ile bir anlaşma yaparak Rusya'ya karşı bir müttefik kazanmıştı. Ancak Rusya Bükreş ile Küçük Eflâk'ı almış, ardından da Belgrat ve Bender düşmüştü. 1790'da Avusturya İmparatoru II.Joseph ölünce iç ayaklanmalar baş göstermiş ve Fransız ihtilalinin etkileri bu ülkede de hissedilmeye başlanmıştı. Bunun üzerine yeni İmparator II.Leopold, Ziştovi anlaşmasını imzalayarak Osmanlılarla olan savaşı sona erdirdi (1791). Bu anlaşma mevcut statükoyu muhafaza eden maddelerden ibaretti. Rusya ile de, İspanya'nın aracılığıyla Yaş Barış Antlaşması imzalandı (1792). Rusya'nın savaş sırasında işgal ettiği yerlerden sadece Özi, anlaşmayla verilmiş oluyordu. Hem Avusturya hem de Rusya bu anlaşmalarla, Fransa ve Lehistan'daki gelişmelere dikkatlerini verirken, Osmanlı Devleti de gerekli ıslahatları yapmak için bir soluklanma zamanı bulabilecekti. 19. y.y. Osmanlı Devleti'nde Islahat Çabaları Nizam-ı Cedit İyi bir eğitim görmüş olan III. Selim bu barış döneminden faydalanarak, devlet içinde, özellikle askerî alanda, ıslahatlar yapmak istiyordu. Bu maksatla, Nizâm-ı Cedit adı verilen ilk ıslahat hareketiyle, yeni bir ordu kurdu(1793). Yeniçeri Ocağı'nı kaldıramayacağını bildiğinden, öncelikle Nizâm-ı Cedid denilen bu orduyu batılı tarzda düzenleyip, başarısını kanıtlamak gerekliydi. Ancak bundan sonra Yeniçeri Ocağı lağvedilebilirdi. Fakat kendileri aleyhine ortaya çıkan gelişmelerden endişe duyan Yeniçeriler, bazı devlet adamlarını da yanlarına çekerek yeniliklere karşı çıktılar ve isyan ettiler. Üstelik bu arada Napolyon Bonapart, bir orduyla Mısır'ı işgale başlamıştı (1798). Osmanlılar, Rusya, İngiltere ve Sicilya'nın da menfaatlerine dokunan Fransız işgaline karşı harekete geçti. Ehramlar savaşıyla, Mısır'ı ele geçirip, kuzeye yönelen Bonapart, Akka'da Osmanlı savunmasını geçemedi (1799). Kuşatmayı kaldıran Napolyon geri dönerken, yerine bıraktığı ordu komutanları da mağlûp edildiler. Neticede Fransızlar Mısır'ı terk etmek zorunda kaldı(1801). Fransa'yı barışa zorlayan önemli bir sebeplerden birisi de, Akdeniz'de Rus ve Türk donanmalarının iş birliği yapmaları, İngiltere'nin Fransız savaş ve ticaret gemilerini taciz etmesiydi. Fransa'nın Akdeniz ve Orta Doğu'daki ticarî menfaatlerinin zedelenmesi onları barışa zorlamaktaydı. 1802'de imzalanan anlaşmayla Fransa bölgede yine ticaret yapma güvencesi almış ve kapitülâsyon hakkını elde etmiştir. Bu olayı bahane ederek Akdeniz'e inen Rus donanması, Osmanlı donanmasıyla birlikte Fransa'nın elindeki bazı adaları ele geçirmiş idi. Fakat halk, ebedî düşman olarak gördüğü Rusya ile iş birliği yapılmasına büyük tepki göstermiş ve bunun sonunda III. Selim'e ve ıslahatlarına karşı cephe genişlemişti. Üstelik Napolyon'un, Orta Doğu'da Araplara yönelik propagandasının da etkisiyle bölgede bazı isyanlar çıkmıştı. Böylece Bulgaristan ve Sırbistan'da çıkan isyanlara bir de Suriye'de ve Hicaz'da çıkan isyanlar eklenmiş oluyordu. Vehhabiler ayaklanarak, 1803-1804'te Mekke ve Medine'yi ele geçirmişlerdi. Osmanlıların tekrar Fransa ile yakınlaşmaları, İngiliz ve Rusları harekete geçirmiş ve sonunda Rusya Eflak ve Boğdan'ı işgal etmişti. Bu savaş sürerken Nizâm-ı Cedit'in Rumeli''ye de kaydırılmasından memnun olmayan isyancılar Şehzade Mustafa'nın tahrik ve teşvikiyle birleşerek İkinci Edirne Vak'ası denilen büyük bir ayaklanma başlatmışlardı (1806). Neticede İstanbul'da patlak veren Kabakçı Mustafa İsyanı III. Selim'in sonunu hazırladı. Saraya giren isyancılar III. Selim'i tahttan indirerek yerine IV. Mustafa'yı tahta geçirdiler (29 Mayıs 1807). Nizâm-ı Cedid lağvedildi. Fakat III.Selim'e bağlı olan Ruscuk bayraktarı Mustafa, yenilik taraftarlarıyla birleşerek, karşı darbede bulundu. Amacı III. Selim'i yeniden tahta çıkarmaktı. IV. Mustafa'nın, sabık padişahı öldürttüğünün öğrenilmesi üzerine, kardeşi II.Mahmut başa geçirildi (28 Temmuz 1808). Alemdar Mustafa Paşa sadareti üslenerek, III. Selim'in başlattığı ıslahatları devam ettirmeye çalıştı. Nizâm-ı Cedit'i, Sekbân-ı Cedit adı ile yeniden canlandırdı. Ancak ulemayı ve yeniçerileri memnun edemeyen Alemdar Mustafa Paşa, 1809'da çıkan bir isyanda öldü. II.Mahmut ve Islahat Hareketleri; II. Mahmut devri (1808-1839), hem gerçekleştirilen yenilik hareketleri ile hem de etnik ve siyasî isyanlarıyla Osmanlı Devleti'nin yol ayrımına girdiği bir dönemi ifade eder. II.Mahmut, öncelikle orduyu baştan aşağı düzenlemek ile işe başladı. Yeniliklere karşı çıkan Yeniçeri Ocağı bir nizamname ile ortadan kaldırıldı. Vak'a-yı Hayriye olarak adlandırılan bu köklü değişiklikle (15-16 Haziran 1826), yeni bir ordu oluşturuldu. Ancak yeniçeriler bu düzenlemeye boyun eğmeyerek isyan ettiler. Sadrazam'ın sarayını basan yeniçeriler sadrazamın ve ıslahatçıların başlarını istediler. Ancak At Meydanı'nda toplanan yeniçeriler dağıtıldı, ocakları bombalandı. Böylece Avrupa tarzında yeni bir ordunun kurulması yönündeki en büyük engel ortadan kaldırılmış oluyordu. II. Mahmut hükûmet teşkilâtında da değişikliklere giderek kabine ve nezaret (bakanlık) usulünü benimsedi. 1836 yılında Dahiliye ve Hariciye Nazırlıkları kuruldu. Avrupa devletleri ile A.B.D ile ticarî anlaşmalar yapıldı. İktisadî ve adlî sistemde değişikliklere gidildi. Avrupa tarzında eğitim veren rüştiyeler, Harbiye ve Tıbbiye okullarının açılması vb. gibi eğitim alanında da ıslahatlar gerçekleştirildi. Fakat, kimi şeklî, kimi öze yönelik bu yenilikler devletin içinde bulunduğu zorlukları aşmasına yetmediği gibi, Osmanlı coğrafyasındaki parçalanma II.Mahmut döneminde daha da hissedilir hale geldi. Sırp ve Yunan İsyanları; Fransız İhtilâli'nin getirdiği milliyetçi fikirlerle temellendirilen ancak, daha ziyade arkasında Rusya ve diğer Avrupa devletlerinin teşvik ve tahriki olan etnik ve mahallî isyanlar bu dönemde alevlendi. III.Selim zamanında isyan eden Sırplar, 1812 Bükreş Antlaşması ile bazı imtiyazlar almalarına rağmen, yeniden ayaklandılar. Yeniçeri Ocağının kaldırıldığı tarihlerde Sırplarla kısmî bir anlaşmaya varıldı. Ancak 1830'da bir hatt-ı şerif ile Sırbistan'ın Osmanlı hâkimiyetinde bir prenslik olarak varlığı kabul edildi. Rusya'nın XIX. yüzyıla girerken Osmanlıya karşı sürdürdüğü savaşların altında Balkanları ve özellikle Rumları Osmanlı Devleti'nden koparmak yatıyordu. Nitekim Odessa'da yeniden örgütlendirilen Etnik-i Eterya adlı cemiyetin başkanlığına Yunan İsyanı sırasında Çar I.Alexsandre'ın yaveri Prens İpsilanti getirilmişti. Yapılan plana göre Yunanistan, Yanya ve Tuna civarında isyanlar çıkarılacaktı. İpsilanti 1821'de Romanya'ya geçerek Ortodoksları ayaklandırmaya çalıştı fakat başarılı olamadı. Çar, Türklere yenilerek Macaristan'a kaçacak olan İpsilanti'yi desteklemekten vazgeçti. Bu sırada Mora'da da Patras başpiskoposu isyan etmişti (25 Mart 1821). 1822'de Yunanlılar bağımsız olduklarını ilân ettiler, Mora'da ve adalarda çok sayıda Türk'ü katlettiler. Rusya ve Avrupa bu isyanı gayriresmî yollardan desteklemekteydiler. Girit ve Mora valiliğinin kendisine verilmesini II.Mahmut'a kabul ettiren Mehmet Ali Paşa bu isyanı bastırmakla görevlendirildi. 1822'de Girit'e, 1824-25'te Mora'ya girildi. Bu gelişme karşısında Rusya, Fransa ve İngiltere aralarında anlaşarak (1827), Yunanistan'ın özerk bir prenslik olarak kabul edilmesi hususunda Osmanlıları sıkıştırmak istediler. Türkler bu olayı iç işlerine müdahale olarak kabul edip, teklifi reddetti. Bunun üzerine Osmanlı ve Mısır donanması Navarin'de, bir kaza sonucu(!), yok edildi. Üç ülkeyle ilişkiler kesildi ve 1828'de Rusya, müttefiklerinin desteğiyle Osmanlı Devleti'ne savaş ilân etti. Rus ordusu doğuda Erzurum'u ele geçirdi. Batıda ise Edirne işgal edildi. Padişah, Prusya, Fransa ve İngiltere elçilerini araya sokarak, Londra Protokolünü kabul edeceğini bildirdi. Böylece Edirne Antlaşması(1829) ve ardından Londra Konferansı (1830) imzalandı. Antlaşma ile Prut iki ülke arasında sınır oluyor, Eflâk, Boğdan ile Sırbistan'ın özerkliği kabul ediliyordu. Girit'in Osmanlılarda kalması şartıyla Yunanistan'ın bağımsızlığı da tasdik ediliyordu. Mehmet Ali Paşa İsyanı ve Mısır Meselesi; Mora'nın elden çıkmasıyla, oğlu İbrahim'in Mora valisi olma ümidini kaybeden Mısır Valisi M.Ali Paşa, II.Mahmut'tan, yardımlarına karşılık, Suriye'nin idaresini istedi. Bu isteğin reddedilmesi üzerine M.Ali Paşa harekete geçti ve Filistin ile Suriye'ye girdi (1831). Akka ve Şam, oğlu İbrahim tarafından ele geçirildi. İbrahim Paşa, kısa zamanda Anadolu'ya kadar ilerledi. Konya yakınlarındaki savaşta Osmanlı ordusunu yenilgiye uğrattı. Her birinin ayrı hesabı olduğu büyük devletler, telâşlanarak araya girmek istediler. Fransa ve İngiltere'nin anlaşamaması üzerine, Rusya durumdan faydalandı. Zor durumdaki II.Mahmut, Rus ordusunun ve donanmasının İstanbul yakınlarına gelmesine müsaade etti. Rusya'nın kârlı çıkmasından endişelenen Fransa ve İngiltere, II.Mahmut ile anlaşma yapması için M.Ali Paşa'ya baskı yaptılar. Neticede Kütahya Antlaşması imzalandı (1833). Bu anlaşmayla, Mehmet Ali Paşa, Mısır ve Girit'ten başka Şam ve oğlu İbrahim de, Cidde valiliği yanı sıra Adana'yı uhdelerine alacaklardı. Rusya, yardımlarına karşılık II.Mahmut ile Hünkar İskelesi Antlaşması diye bilinen bir anlaşma yaparak, İstanbul'daki durumunu kuvvetlendirmeyi başardı (1833). Anlaşmaya göre Osmanlı Devleti'nin toprak bütünlüğünün garantisi ve gereğinde Osmanlının yardımına koşulması karşılığında Rusya, Boğazların bütün yabancı savaş gemilerine kapatılmasını kabul ettiriyordu. II.Mahmut, Kütahya anlaşmasından memnun değildi. Bu sebeple M.Ali Paşa'ya karşı yeniden harekete geçti. Fakat Osmanlı ordusu Nizip'te bir kez daha yenildi (1839). Üstelik Kaptan Paşa, Osmanlı donanmasını Mısır'a teslim etmişti. Bu arada II. Mahmut ölmüş ve yerine I.Abdulmecit geçmişti (1839-1861). Mısır Meselesi'nin Çözümü ve Boğazlar Meselesi; Rusya'nın Hünkar İskelesi Antlaşmasına dayanarak duruma tek başına müdahale etmesini uygun bulmayan İngiltere ve Fransa yeniden devreye girdiler. Avusturya ve Prusya'nın da katılmasıyla Londra'da bir konferans toplandı (1840). Toplantıda Mehmet Ali Paşa'nın veraset yoluyla Mısır valiliğine sahip olması karşılığında, Suriye'den ve elinde tuttuğu Osmanlı donanmasından vazgeçmesi istendi. Konferans kararlarını M.Ali Paşa'nın tanımaması üzerine İngiltere Suriye limanlarını donanması ile topa tuttu. Nihayet M.Ali Paşa durumu kabul etti. I.Abdulmecit de iki ferman yayımlayarak onun valiliğini onayladı. Ardından İngiltere kendileri aleyhine olan Hünkar İskelesi Antlaşması'nın yürürlükten kaldırılmasını öngören uluslararası bir konferansa ev sahipliği yaptı. Londra Antlaşması ile (Temmuz 1841), İstanbul ve Çanakkale boğazları'nın barış zamanında savaş gemilerine kapalı tutulmasının kararlaştırıldığı bir Boğazlar Sözleşmesi imzalandı. Böylece İngiltere, Rusya'nın elinden inisiyatifi almış oluyordu. Tanzimat Dönemi Daha önceleri gerçekleştirilmeye çalışılan Islahat Hareketleri, Osmanlı Devleti'nin kendi iradesiyle uygulamaya çalıştığı, içte ve dıştaki başarısızlıklarını önlemeye yönelik yenilikleri ifade etmekteydi. Ancak Avrupa ve Rusya'nın mütemadiyen iç işlerine müdahale etmesi, Osmanlı Devleti'ni, kendi inisiyatifi dışında, yeni tedbirler almaya zorlamaktaydı. Özellikle gayrimüslim unsurları bahane eden devletlerin müdahalelerine fırsat vermemek için idarî ve hukukî düzenlemelere gidilmesi düşünülmekteydi. Hariciye Nazırı Mustafa Reşit Paşa'nın hazırladığı düzenlemeler, I.Abdülmecit tarafından tasdik edilmişti. 3 Kasım 1839'da I.Abdülmecit "Gülhane Hatt-ı Hümayunu"nu ilan ettirdi. Bu fermanda, dini ve ırkı ne olursa olsun Osmanlı tebaasından olan herkesin eşit olması, herkesin yasalara göre yargılanması, varlığı ölçüsünde vergilendirilmesi ve askerlik süresinin 4-5 yılı geçmemesi gibi hükümler yer alıyordu. Ayrıca Osmanlı Devleti bu dönemde Avrupa tarzına öykünen idarî düzenlemelerde de bulundu. Bu şekilde Avrupa devletlerinin en azından bazılarının, Osmanlı Devleti'nin toprak bütünlüğüne saygısının kazanılması hedeflenmekteydi. Fakat gelişen siyasî olaylar, bunun o kadar kolay olmayacağını gösterecektir. Şark Meselesi ve Kırım Savaşı; Tanzimat döneminde nispeten sağlanan barış ortamı, Rusya'nın müdahalesiyle tekrar bozulmaya başladı. Balkanlarda panislavist bir politika izleyen Rusya, aynı zamanda "Kutsal yerler sorunu"nu ortaya atarak, doğrudan doğruya Osmanlı Devletinin varlığını hedef almaktaydı. Avrupalılar tarafından "Şark Meselesi", önceleri Osmanlı Devleti'nin toprak bütünlüğünün sağlanması şeklinde düşünülürken, daha sonra bu toprakların paylaşımı sorunu hâline dönüştürüldü. Çünkü Osmanlı Devleti artık bir "hasta adam" idi. Ancak R.Mantran'ın da ifade ettiği gibi, hasta, kendisini iyileştirmeyi amaçlamayan doktorların insafına kalmıştı. Onlar, Avrupa'nın hasta adamının mirasını paylaşma telâşındaydı. Küçük Kaynarca antlaşması'ndan sonra Osmanlı topraklarındaki Ortodokslar'ın haklarını koruma rolünü üstlenen Rusya, Kudüs merkezli "kutsal yerler"in korunması ve idaresi hususunu da gündeme getirdi. Fransızlarla imzalanan kapitülâsyonlarda, Lâtin din adamlarına Kudüs Kilisesi üzerinde bazı haklar tanınmıştı. 1808'den itibaren Rusya'nın baskıları neticesinde onların yerini Ortodoks papazlar almaya başladı. Fransa'nın ve Rusya'nın 1850-51'de Bab-ı Ali'ye bu durum hakkında yaptıkları müracaatlar, kurulan komisyonlarda değerlendirildi ve bazı kararlar alındıysa da hiçbirini memnun edemedi. Bunun üzerine Çar I.Nikola, İngiltere'ye Osmanlı Devleti'ni aralarında paylaşmayı teklif etti ve İngilizlerin sessizliğini koruması üzerine de askerlerini Baserebya ve Lehistan'a çıkarttı. Rus elçisi Mençikof'un aşırı tavizler içeren teklifini reddeden I.Abdülmecit, İngilizlere yakın olan Mustafa Reşit Paşa'yı sadrazamlığa getirdi. Ruslar 26 Haziran 1853'te, Prut'u geçerek, Eflâk ve Boğdan'ı istilâ ettiler. Osmanlı Devleti, Fransa ve İngiltere ile ittifak anlaşması imzaladı. Bu ittifaka Avusturya ve İtalyan birliğini kurmaya çalışan Piyemento hükûmeti de katıldı. İttifak donanması Çanakkale'de mevzilenmişti. Durumdan endişelenen Rusya, askerlerini geri çekmeye başladı. Müttefikler, Rusya'nın Karadeniz'deki gücünü ortadan kaldırmak için, Kırım'a yöneldiler. Rusların en büyük üssü olan Sivastopol, bir yıl süren bir kuşatmanın ardından ele geçirildi (1855). Bu sırada tahta oturan II.Alexandre, barış yapmayı kabul etti. Müttefiklerin yanı sıra Prusya'nın da katıldığı Paris Antlaşması ile (30 Mart 1856), taraflar işgal ettikleri bölgelerden çekilecek, Osmanlıların toprak bütünlüğü ve Boğazların statüsü, Avrupa'nın "kefilliği" altında korunacaktı. Osmanlıların Avrupa Konseyi'ne dahil edilmesi karşılığında ise, sultan yeni bir ıslahat fermanı irat edecekti. Bu madde ve Karadeniz'in tarafsızlığının kabulü, savaşın galibi durumundaki Osmanlılardın aleyhine idi. Nitekim, Eflâk ve Boğdan'ın birleşmesi ve Sırbistan'a yönelik yeni haklar da Paris Antlaşmasıyla tescil edilmişti. Islahat Fermanı Henüz Kırım Savaşı sürerken, Viyana'da bir araya gelen İngiltere, Fransa ve Avusturya, Hristiyanlarla Müslümanlar arasındaki farklılıkların her alanda ortadan kaldırılmasını öngören bir fermanı sultanın yayımlamasını, barış için ön şart koşmuşlardı. Paris Antlaşması müzakere edilirken, müttefiklerin bu istekleri I.Abdülmecit tarafından yerine getirildi ve Islahat Fermanı ilân edildi (18 Şubat 1856). Tanzimat'la kabul edilen hususların esas alındığı bu fermanla, Müslümanlarla Hristiyanlar arasında eşitlik sağlandığı Avrupa'ya garanti edilmiş oluyordu. Ayrıca iç hukuk alanında ve ticaret hukukunda da yenilikler getiriliyor, Ceza ve medenî hukukun bir bölümü, dinî esaslardan arındırılıyordu. Aslında Tanzimat süreciyle başlayan bu değişiklikler, idari yapılanmada da kendisini hissettirmiştir. 1868'de Şura-yı Devlet ve Divan-ı Ahkam-ı Adliye kurularak buralarda hem Hristiyanlar hem de Müslümanlar görevlendirilmiştir. Islahat Fermanı ile getirilen düzenlemelerin uygulanması daha çok I.Abdülaziz'in tahta çıkması (1861-1876) ile gerçekleşebilmiştir. Paris Antlaşmasına imza koyan devletler, anlaşma maddesinde de yer aldığı için Islahat Fermanı'nı, Osmanlı Devleti'ne müdahale etmede bir koz olarak kullanmışlardır. Nitekim Fransa, Dürzilerin Katolik Marunilere saldırmasını bahane ederek Lübnan'a asker çıkarmış ve 1871'e kadar orada kalmıştır. Karadağ'da çıkan bir anlaşmazlık yine büyük devletlerin aracılığı ile halledilmiştir (1862). Güçlü devletler tarafından teşvik ve tahrik edilen Balkanlardaki Hristiyan toplulukları, çıkardıkları isyanlar bastırılsa dahi, Osmanlı Devleti'nden yeni haklar elde etmeyi başaracaklardır. Örneğin Sırplar ve Bulgarlar yeni haklar elde etmiş, Eflâk ve Boğdan'ın Romanya adı altında birleşmeleri kabul edilmiştir. Muhtariyet hakları genişletilen Mısır'da, İngiliz-Fransız nüfuz mücadelesi kızışmış, III. Napolyon'un teşebbüsü üzerine, Abdülaziz istemediği hâlde Süveyş Kanalı projesini kabul etmek zorunda kalmış ve kanal 1869'da büyük bir törenle açılmıştır. I.Meşrutiyet Dönemi Avrupa devletleri ve özellikle Rusya'nın kışkırttığı topluluklar, bağımsızlıklarını ilân etmek için harekete geçmekteydiler. 1866'da Girit İsyanı çıktı. Yunanistan'a bağlanmak amacıyla başlayan isyan bastırılmasına rağmen, Avrupa devletleri araya girerek sultanın Girit'e yeni bir statü vermesini sağladılar (1868). Rusya tarafından oluşturulan komitalar vasıtasıyla Bulgarlar ayaklandırıldı. Onlara da geniş haklar verildi (1870). Fakat bununla yetinmeyen Bulgarlar, Bosna ve Hersek'teki karışıklıkların ardından yeniden ayaklandılar (1875-76). Bulgar isyanı sert biçimde bastırıldı. Fakat bu sırada Genç Osmanlılar, Abdülaziz'e başlattıkları muhalefeti, mücadeleye dönüştürdüler. Nihayet Mithat Paşa'nın öncülüğündeki yenilikçi idareciler Abdülaziz'i tahttan indirerek yeğeni V.Murat'ı başa geçirdiler(30 Mayıs 1876). Ancak hastalığı sebebiyle üç ay sonra o da tahttan indirilerek, Kanun-ı Esasi'yi ilân edeceğini beyan eden kardeşi II.Abdülhamit Osmanlı tahtına çıkarıldı. Bu arada Rusya'nın Osmanlı Devleti'ne baskı kurmasını kendi menfaatine aykırı gören İngiltere, Balkanlardaki bunalımı görüşmesi için İstanbul'da uluslar arası bir konferans toplanmasını sağlamıştı. İstanbul Konferans çalışmalarını sürdürürken II.Abdülhamit Meşrutiyet'i ilân etti (23 Aralık 1876). Kurulacak Meclis-i Mebusan'da bütün topluluklar temsil edilebilecekti. Parlâmenter monarşi, İstanbul Konferansı'nın toplanış sebebini tamamen ortadan kaldırmasına rağmen, konferansa katılan devletler, Balkan topluluklarının bağımsızlıklarını istediklerinden bir sonuca varılamadı. Osmanlı Devleti'nin çağrılmadığı Londra'da toplanan bir başka konferansta, büyük devletler isteklerini tekrarladılar. Rusya, Osmanlı Devleti'ne alınan kararları kabul ettirmek için savaş ilân etti.(Nisan 1877). Tarihimizde "93 Harbi" diye bilinen 1877-1878 Osmanlı Rus Harbi, askerî ve siyasî bakımdan önemli sonuçlar doğurmuştur. Kanun-ı Esasi'nin kabulü ile açılan Genel Meclis, padişah tarafından seçilen Ayan Meclisi ve halk tarafından seçilen Mebusan Meclisi'nden ibaretti. Londra Konferansı'ndan önce çalışmaya başlayan bu meclis, hükûmet tarafından sunulan teklif ve kanun tasarıların karara bağlayarak ilk dönem çalışmalarını tamamlamıştı. Ancak 93 Harbi'nin sürdüğü sıkıntılı zamanlarda meclisteki azınlık mebusları çalışmaları sekteye uğrattığı gibi, bunalımın artmasını da sağlıyorlardı. Nitekim Gazi Osman Paşa'nın büyük bir kahramanlık göstererek 5 ay savunduğu Plevne'yi aşan Ruslar, Yeşilköy'e kadar ilerlemişlerdi. Doğu'da ise ancak Erzurum önlerinde durdurulmuşlardı. Meclis savaşın gidişatından hükûmeti ve padişahı sorumlu tutarak, siyasî tansiyonu yükseltmekteydi. II. Abdülhamit, devletin ileri gelenleri ve bazı mebuslarla yaptığı toplantıdan bir sonuç alamayınca, Kanun-ı Esasi'nin kendisine verdiği yetkiyi kullanarak, etnik yapısının karışıklığı sebebiyle çalışmaları aksayan meclisi kapattı (14 Şubat 1878). Bu I.Meşrutiyet'in sonu demekti. Berlin Kongresi ve Balkanlardaki Gelişmeler; İstanbul önlerine kadar gelmiş olan Rusya ile Yeşilköy (Ayastefanos) Antlaşması imzalandı (3 Mart 1878). Bu anlaşmayla, sözde Osmanlı'ya bağlı Dobruca, Doğu Makedonya ve Trakya'yı içine alan Büyük Bulgaristan Prensliği kuruluyor; Romanya, Sırbistan ve Karadağ bağımsızlıklarına kavuşuyordu. Ancak, Rusya'nın genişlemesinden rahatsızlık duyan Avrupa devletlerinin araya girmesiyle bu anlaşma hükümleri yürürlüğe giremedi. İngiltere donanmasını harekete geçirdi. Osmanlı Devleti ile yaptığı bir anlaşmayla Kıbrıs'a yerleşti ( 4 Haziran 1878). Araya giren Bismark, ülkesinde bir konferansa ev sahipliği yaparak hem muhtemel bir savaşı önlemek hem de Almanya'nın menfaatlerini korumak istiyordu. Nitekim Osmanlı Devleti, İngiltere, Fransa, Avusturya, Almanya, İtalya ve Rusya'nın da katıldığı Berlin Kongresi 13 Temmuz 1878'de imzalanan bir anlaşmayla son buldu. Bu anlaşma, artık Rusya'nın yanı sıra, diğer devletlerin de parçalamaya çalıştıkları Osmanlı'dan, kendi paylarını alma anlaşmasıydı. Berlin ve Ayestafanos antlaşmalarında öngörüldüğü gibi, Sırbistan, Karadağ ve Romanya'nın bağımsızlığı onaylandı. Bulgaristan üç bölüme ayrıldı. Bulgaristan Prensliği haricinde müstakil bir Doğu Rumeli eyaleti oluşturuldu. Girit'in statüsüne benzer bir statüyle Makedonya, Osmanlı Devleti'nin elinde kaldı. Yunanistan Tesalya ve Epir'in bir bölümünü aldı. Bosna-Hersek, Avusturya tarafından işgal edildi. Rusya, Kars, Ardahan ve Batum'a sahip oldu. Berlin Kongresi, büyük devletlerin Osmanlı Devleti'ni paylaşma ve ortadan kaldırma arzularının bir neticesi idi. Balkanlarda büyük devletlerin inisiyatifiyle ortaya çıkan küçük devletçikler, bölgede o dönemden günümüze kadar ulaşan siyasî ve etnik çatışmaların piyonları olmaktan öteye gidemediler. Nitekim Avusturya'nın ve Rusya'nın Balkanlarda nüfuzlarını artırmaları, Balkan Savaşları ve I.Dünya Savaşı'nın çıkmasına yol açacaktır. Berlin Kongresi'nin sonuçları kısa zamanda ortaya çıkmaya başlamıştı. Balkanlardan bir pay alamayan Fransa, önceden nüfuz sahasına dahil ettiği Cezayir ile Tunus arasındaki sınır problemini bahane ederek, Tunus'u işgal etti (1881). Fransa ile İngiltere arasında çekişmeye sahne olan Mısır'da, Hidiv İsmail Paşa'ya karşı başlatılan bir askerî ayaklanma ile ortaya çıkan durum İstanbul'da görüşülürken, İngilizler İskenderiye'yi topa tuttu. Osmanlıların karşı çıkmalarına rağmen İngilizler Mısır'ı ele geçirdiler(1882). Bulgaristan Prensliği, Doğu Rumeli'de çıkan isyanı değerlendirerek (1885), bölgeyi kontrolü altına aldı. Osmanlı Devleti Rusya'nın baskısı sonunda, Kırcaali ve Rodop dışındaki Doğu Rumeli Valiliği'nin Bulgar Prensliği'nin idaresine geçmesini kabul etmek zorunda kaldı (1886). İkinci Meşrutiyet'in ilânı sırasında ise Bulgarlar bağımsızlıklarını ilân ettiler (1908). Bulgar, Yunan ve Arnavutların hak iddia ettiği Makedonya'da çıkan olaylar Osmanlı kuvvetleri tarafından bastırıldı. Fakat, Rusya ve Avusturya devreye girerek Osmanlı hâkimiyetindeki Makedonya'da, ülkelerinden iki gözlemcinin görev yapmasını sağladılar (1893). Megalo İdea adını verdiği Bizans'ı diriltme çabasındaki küçük Yunanistan, 1896'da çıkan isyanı bahane ederek Girit'i ilhaka yeltendi (1896). Osmanlılar Dömeke Meydan Savaşı ile Yunanlıları büyük bir bozguna uğrattılar (1897). Fakat Rusya ve Avrupa devletlerinin müdahalesi ile İstanbul'da toplanan bir konferans ile Girit'te valiliğine Yunan kralının oğlunun getirildiği özerk bir yönetim kurulması, adanın fiilen Yunanistan'a bırakılması anlamına geliyordu. 93 Harbi'nden sonra sun'i bir Ermeni Meselesi ortaya çıkarılmıştı. Osmanlı Devleti'ne bağlılıkları sebebiyle "millet-i sadıka" olarak adlandırılan Ermeniler, önceleri Doğu Anadolu'yu ele geçirmek isteyen Rusya ve ardından İngiltere tarafından kullanılmaya başladılar. Hınçak ve Taşnak tedhiş örgütlerini kurarak, İstanbul ve taşrada terör yaratan bazı Ermeniler özellikle İngilizler tarafından destekleniyorlardı. Doğu'da hiçbir zaman çoğunluk olamayan Ermenilere kurdurulacak bir devlet ile Rusya Akdeniz ve Orta Doğu'ya sızabilecekti. İngiliz himayesindeki bir Ermeni devleti ise aksine bunu önleyebilirdi. Her iki tarafında kullandığı Ermeniler 1889'dan itibaren tedhişe başladılar. Van, Erzurum ve Bitlis'te çıkan olaylar bastırıldı. Ardından başkentte Osmanlı Bankası'na kanlı bir baskın yaparak bankayı işgal ettiler. II.Abdülhamit'e yönelik bir suikast teşebbüsünde bulundular. I.Dünya Savaşı ve İstiklal Harbi yıllarında da Ermeniler devlet aleyhine faaliyetlerini devam ettirmişlerdir. II. Meşrutiyet Dönemi I.Meşrutiyet'in kaldırılmasından sonra II.Abdülhamit içte ve dışta meydana gelen olumsuz gelişmelerin de etkisiyle, katı bir yönetim sergilemeye başlamıştı. Meşrutiyet taraftarları da buna karşılık muhalefetlerinin dozunu artırmışlardı. Osmanlılık fikrinin temsilcisi olan Sadrazam Midhat Paşa 1881'de ölüm cezasına çarptırılmış, sonra affedilerek, Arabistan'a sürgüne gönderilmiş ve 1883'te öldürülmüştü. Ali Suavi, Ziya Paşa ve Namık Kemal gibi kişiler de sultan tarafından bertaraf edilmişlerdi. Ancak devletin içinde bulunduğu güç durum onların başlattığı muhalefetin güçlenerek büyümesine zemin hazırlamaktaydı. Balkanlardaki çalkantıların yanı sıra Osmanlı Devleti iktisadî açıdan da çok zor durumda idi. Devlet iç ve dış borçlarını kapatabilmek için batılıların elindeki Osmanlı Bankası ile malî bir anlaşma imzalamak zorunda kalmıştı (1879 ve 1881). Buna göre banka mali yardımları karşılığında, devletin bazı gelirlerini devralıyordu. İngiliz ve Fransızların kontrolünde bu maksatla kurulan Düyun-ı Umumîye İdaresi Osmanlı ülkesini âdeta bir sömürge hâline getirecektir. Genç Türkler veya Jön Türkler adı verilen ve yurt dışında ve içinde faaliyet gösteren Meşrutiyet taraftarları, İstanbul'da İttihad-ı Osmani derneğini kurmuşlar ve bu dernek 1894/95'te İttihat ve Terakki Cemiyeti adını almıştı. Selanik'te Enver ve Niyazi Paşalar gibi subayların da katılmasıyla güçlenen İttihatçılar, Osmanlı devletini ancak Kanun-ı Esasî'nin yeniden kabulünün kurtarabileceğini düşünüyorlardı. Kolağası Niyazi Bey ve ona katılan Enver Bey'in Resne'de isyan ederek dağa çıkmaları ve Rumeli'de halk tarafından büyük bir destek bulmaları üzerine II.Abdülhamit anayasayı yürürlüğe koyarak II.Meşrutiyet'i ilân etti ((23 Temmuz 1908). 17 Aralık 1908'de meclis yeniden açıldı. Yapılan seçimlerde İttihat ve Terakki Fırkası büyük bir başarı sağlamıştı. Ancak bu gelişmeler esnasında Bulgaristan bağımsızlığını elde etmiş ve Girit meclisi Yunanistan'a ilhak kararı almıştı. İşgal altındaki Bosna Hersek ise Avusturya tarafından fiilen ilhak edilmişti (5 Ekim 1908) Millî bir politika izlemeyi amaçlayan İttihatçılar, olumsuz gelişmelerin de etkisiyle gittikçe otoriter bir idare oluşturmaya başlamışlardı. Bundan faydalanmak isteyen Meşrutiyet aleyhtarları, bazı Avrupa devletlerinin de kışkırtmasıyla isyan ettiler. İstanbul'daki Avcı Taburları'nın 13 Nisan 1909'da başlattıkları isyan sırasında pek çok İttihatçı öldürüldü. II.Abdülhamit olayları önleyemedi. Bunun üzerine Mahmut Şevket Paşa komutasındaki ordu Selanik'ten yola çıktı. Harekat Ordusu adı verilen bu ordunun kurmay başkanı Mustafa Kemal idi. Harekat Ordusu, kısa sürede duruma hâkim olarak isyanı bastırdı. İsyandan sorumlu tutulan II.Abdülhamit, şeyhülislâmdan alınan fetva ile meclis tarafından tahttan indirildi (27 Nisan 1909) ve kardeşi V. Mehmet Reşat yerine getirildi. V.Mehmed (1909-1918) devlet idaresinde inisiyatifi İttihatçı hükûmete bırakmıştı. Yeni iktidar zamanında da felâketler birbirini takip etti. Osmanlı Devleti hızla dağılma devrine girmekteydi. Trablusgarp Savaşları Osmanlıların iç işleri ve Balkanlardaki gelişmelerle uğraşmasını fırsat bilen İtalyanlar, Avusturya'nın Bosna-Hersek'i ilhak etmesi (1908), Arnavutların isyanı (1910) gibi olaylardan da cesaretlenerek, pastadan pay alabilmek için Trablusgarp'a asker çıkardı. (Eylül 1911). İtalyan donanması denizden, İngilizler ise Mısır'ı ellerinde bulundurduğundan karadan, Osmanlıların bölgeye asker göndermesini imkânsız hâle getirmişti. Bu sebeple Osmanlı hükûmeti gizlice Türk subaylarını bölgeye göndererek mahallî bir direnişi örgütleme yolunu seçmişti. Derne ve Tobruk'da Mustafa Kemal, Bingazi'de ise Enver Paşa İtalyanlara karşı büyük başarılar kazandı. Savaşı kazanamayacağını anlayan İtalya, Osmanlıları barışa zorlamak için Oniki Ada'yı işgal etti. Ancak bundan ziyade Balkanlarda başlayan savaş Osmanlıların barışı imzalamaya zorladı. Uşi Antlaşması ile İtalyanlar işgal ettikleri yerleri muhafaza ettiler (1912) Balkan Savaşları Türk-İtalyan Savaşı'nın başladığı sırada Balkan devletleri aralarındaki anlaşmazlıkları bir tarafa bırakarak, Osmanlı Devleti'ne karşı bir ittifak oluşturdular. Rusya'nın mimarlığında gerçekleşen Bulgar-Sırp ittifakına daha sonra Yunanistan ve Karadağ da katıldı (1912). Karadağ ile başlayan savaşa 18 Ekimde diğer Balkan devletleri de iştirak etti. Bu sırada Osmanlı askerleri, subayların bir kısmının politik çekişmelerle meşgul olmasından dolayı dağınık bir hâldeydi. Bunun sonucunda Balkan devletleri, Osmanlılar karşısında kendilerinin de beklemediği bir zafer kazandılar. Yunanlılar Ege adalarını ele geçirdiler. Sırplar Kumanova'da üstünlük sağladılar. Sırpların denize çıkmalarını önlemek için Avusturya'nın desteği ile Arnavutluk bağımsızlığını ilan etti (28 Kasım 1912). Bulgarlar ise Edirne'yi ele geçirerek Çatalca'ya kadar ilerlediler. (19 Kasım 1912). 16 Aralıkta Londra'da başlayan görüşmeler bir ara iktidardan düşen İttihatçıların yeniden iş başına gelmesi üzerine kesilmişti. Nihayet Mayıs ayında Londra Antlaşması imzalanarak I.Balkan Savaşı sona erdi. Gelibolu Yarımadası hariç Trakya, Bulgaristan'a verildi. Makedonya'nın büyük bir kısmı Yunanistan ve Sırbistan arasında paylaşıldı. Özellikle Makedonya'nın paylaşımı Bulgarları rahatsız etmekteydi. Sırbistan ve Yunanistan, Bulgarlara karşı ittifak oluşturdu. Bu ittifaka Romanya da katıldı. Bulgaristan ile bu ittifak savaşa girince, durumdan faydalanmak isteyen Osmanlı Devleti de Bulgar işgalindeki toprakları geri almak için harekete geçti. Kırklareli ve Edirne kurtarıldı. II.Balkan Savaşı, tarafların imzaladığı Bükreş Antlaşması ile sona erdi (1913). Bulgaristan ile imzalanan İstanbul Antlaşması ile, Meriç nehri iki ülke arasında sınır oldu. Bulgaristan'daki Türklerin hakları belirlendi (29 Eylül 1913). Yunanistan ile imzalanan Atina Antlaşması ile ise Girit'in Yunanistan'a bırakılması kabul edildi (14 Kasım 1913). Büyük devletler bu anlaşmalardan sonra Çanakkale Boğazı yakınlarındaki Bozcaada ve İmroz'u Osmanlılara geri verdiler. Balkan Savaşları, Balkanlardaki Türk varlığının büyük bir kıyıma uğramasına sebep olmuştur. Yüz binlerce Türk savaşlar sırasında ve sonrasında aç ve yokluk içinde buradan göç etmek zorunda kalmıştır. I.Dünya Savaşı ve Osmanlı Devleti'nin Yıkılışı Sadrazam Mahmut Şevket Paşa'nın öldürülmesi ile (21 Haziran 1913), İttihat ve Terakki Fırkası, hükûmetin idaresini tamamen ellerine geçirmişti. Enver, Talat ve Cemal Paşalar, Osmanlı Devleti'nin iç ve dış politikasını belirlemede en etkili nazırlardı. Balkan savaşlarından sonra, ordu ve donanmayı güçlendirmek isteyen hükûmet, Avrupa devletlerinden mühendisler ve askerî uzmanlar getirtmekteydi. Osmanlı Devleti, dış siyasetini de, dengeleri gözeterek yeniden belirlemek ihtiyacını hissetmekteydi. Emperyalist devletler, nüfuz alanlarını korumak veya genişletmek maksadıyla siyasî, askeriî ve iktisadî açıdan ittifaklar oluşturmaktaydı. İngiltere ve Fransa'ya nazaran sömürgeciliğe geç başlayan Almanya, Afrika, Avrupa ve Orta Doğu'da nüfuz sahasını genişletmek istiyor ve Osmanlı Devleti'ne bu maksatla yakın durmayı yeğliyordu . Avusturya-Macaristan İmparatorluğu da, Balkanlarda Panislâvizmi gerçekleştirmeye çalışan Rusya'ya karşı Almanlarla iş birliği içindeydi. İngiltere ve Fransa tarafından pay edilmiş Kuzey Afrika'da gözü olan İtalya da bu ittifaka yakındı. Dolayısıyla Almanya önderliğindeki Üçlü İttifak'ın (Almanya, Avusturya-Macaristan ve İtalya) doğal rakibi, İngiltere'nin öncülüğündeki Fransa ve Rusya'dan oluşan Üçlü İtilâf (Anlaşma) devletleri idi. Avusturya-Macaristan Veliahtı Ferdinand'ın, Sırbistan ziyareti esnasında bir Sırp tarafından öldürülmesi (28 Haziran 1914), bu iki cepheyi sıcak savaşa sokmaya yetti. Daha sonra Romanya, Japonya ve ABD İtilaf Devletleri, Bulgaristan ve Osmanlı Devleti ise İttifak devletleri safında bu savaşa girdiler. Osmanlı Devleti savaştan önce İngiltere ve Fransa'ya yakın bir politika izlemek istedi. Ancak hem hükûmet ve halk içerisindeki tepkiler hem de İtilaf Devletleri'nin buna sıcak bakmaması, Osmanlıları Almanya'ya yanaştırmaktaydı. Özellikle Enver ve Talat Paşalar, Osmanlı Devleti'nin yeniden silkinmesi ve kaybettikleri toprakları kazanabilmesi için Almanya'nın yanında yer almayı uygun buluyorlardı. Hükûmet başlangıçta tarafsız kalmayı tercih etmişti. Almanların II.Abdülhamit devrinden itibaren Osmanlı Devleti'nin yenileşme çabalarına katkıda bulunması ve bu maksatla gönderdikleri askerî ve sivil uzmanların varlığı, İtilaf Devletleri'nin, Osmanlı Devleti'nin tarafsız kalamayacağı şüphesini artırıyordu. Bu tutum, dolayısıyla Almanya yanlılarının tezini kuvvetlendirmekteydi. Enver ve Talat Paşa'nın öncülük ettiği bu grup, Almanların yanında savaşa girmekle, Kafkaslar, Balkanlar ve Ege'de kaybedilen toprakların geri alınabileceği ve Osmanlı Devleti'ni nefes alamaz hâle getiren kapitülâsyonlar ve düyun-ı umumîden kurtulunabileceğini öne sürmekteydiler. Nitekim Almanya'ya ait Goben ve Breslav zırhlılarının Türk bayrağı çekilerek, Rus limanlarını bombalaması, Osmanlı Devleti'nin Almanya safında savaşa girmesine vesile olacaktır (1 Kasım 1914). Osmanlı Devleti I.Dünya Savaşı'nda tam yedi cephede mücadele etti; Kafkasya, Kanal, Hicaz ve Yemen, Irak, Suriye ve Filistin, Galiçya ve Çanakkale. Bütün cephelerde Osmanlı askerleri büyük bir kahramanlık örneği gösterdiler. Ancak, yedi cephede birden savaşı sürdürmek, zor şartlar içerisinde bulunan Osmanlı Devleti için çok güçtü. Enver Paşa'nın kumanda ettiği Kafkas Cephesi'nde Osmanlılar büyük zayiat verdiler. Doğu Anadolu ve Trabzon düştü. Kanal (Süveyş) cephesinde ise Cemal Paşa, Fransız ve İngilizlere başarıyla direndi. Hicaz ve Yemen'deki Osmanlı birlikleri, destek görmemelerine rağmen, kutsal yerleri korumak uğruna, harbin sonuna kadar Şerif Hüseyin ve İngilizlere karşı koydular. Basra'ya çıkan İngilizler Kuttü'l-Amare'de büyük bir bozguna uğradılar. Komutanları General Townshend esir edildi (29 Nisan 1916) Ancak, 1918'de yeni birliklerle saldıran İngilizler, ihanet eden Arap kabilelerinin de yardımıyla Basra'da olduğu gibi, Suriye'de de saldırılarını artırdılar. M.Kemal, Halep'te bir savunma hattı oluşturdu. Galiçya, Makedonya ve Romanya'da Osmanlı birlikleri, Avusturya ve Bulgaristan'a yardımcı olmak için büyük bir özveriyle savaştılar. Türkler, en büyük direnmeyi Çanakkale'de gösterdiler. İtilaf Devletleri 19 Şubat 1915'den itibaren muazzam bir donanma ve yüz binlerce askerle saldırıya geçtiler. 18 Mart'ta İtilaf donanmasına ait pek çok gemi batırıldı. Ardından Gelibolu Yarımadası'ndaki Settü'l-Bahir ve Arıburnu'na asker çıkararak, karadan da saldırıya geçtiler. Anzak ve Hint birliklerinin de katıldığı kara savaşları, tam bir ölüm kalım savaşı oldu. M.Kemal'in de büyük bir askerî deha olarak ortaya çıktığı bu savunma karşısında İtilaf Devletleri geri çekilmek zorunda kaldı. Bütün dünyaya öğretilen "Çanakkale Geçilmez" sözü, 250 bin Türk evlâdının şehit kanıyla yazılan bir büyük destan oldu. İtilaf Devletlerinin Çanakkale bozgunu, Rusya'nın yardım alma ümitlerini suya düşürmüş ve bunun neticesinde gerçekleşen Bolşevik İhtilâli, Çarlık Rusyası'nın sonu olmuştur. Rusya'nın savaştan çekilmesi üzerine 7 Aralık 1917'de imzalanan anlaşmayla Doğu cephesinde Türk-Rus Savaşı sona ermiştir. Osmanlı Devleti, I.Dünya Savaşı'nda yedi düvele karşı muhteşem bir mücadele sergilemiştir. Ancak 29 Eylül 1918'de Bulgaristan'ın teslim olması Osmanlılar ile Almanya arasındaki irtibatın kesilmesine yol açmıştır. Müttefiklerinin savaştan yenik ayrılmasıyla birlikte Osmanlılar da ateşkes anlaşmasını imzalamak durumunda kalmışlardır. İttihat ve Terakki Fırkası'nın hükûmetten çekilmesinin ardından kurulan Ahmet İzzet Paşa başkanlığındaki hükûmet, Bahriye Nazırı Rauf Bey başkanlığındaki bir heyeti Limni'nin Mondros limanına göndermiş ve Mondros Ateşkes Anlaşması'nın imzalanmasıyla (30 Ekim 1918), Osmanlılar resmen savaştan çekilmişlerdir. Ateşkes anlaşmasıyla İtilaf Devletleri, Osmanlı ülkesini işgal etme hakkını elde etmişlerdir. Bu durum, Osmanlı Devleti'nin fiilen paylaşılması demekti. Nitekim, İngiliz, Fransız, İtalyan birlikleri bu anlaşmaya dayanarak Anadolu'da işgallere başlamışlar, Asırlarca Osmanlının hâkimiyetinde yaşayan Yunanlılar da, ağabeylerinin müsaadesiyle İzmir'e asker çıkarmışlardır (15 Mayıs 1919). İşgallere karşı Anadolu Türk'ünde büyük bir infial yaratmış ve 19 Mayıs 1919'da Mustafa Kemal Paşa'nın Samsun'a çıkmasıyla, düşmana karşı "Milli Mücadele" başlamıştır. İtilaf Devletlerinin Sevr Anlaşması'nı İstanbul hükûmetine imzalatması (10 Ağustos 1920), Milli Mücadele'nin güçlenmesinden endişe eden düşmanların bir an önce Türk millî varlığını ortadan kaldırmayı amaçlamalarından başka bir şey değildi. Fakat bu anlaşma hükümleri hiçbir zaman uygulanamadı. Ankara'da açılan Milli Meclis'in iradesi, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının büyük ve onurlu mücadelesi bu oyunları bozdu. İstiklâl Harbi'ni kazanılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmuş oldu. Yeni Türk devleti "Millî Hâkimiyet" ilkesinin tabi^İ bir neticesi olarak 1 Kasım 1922'de saltanatı kaldırdı. Dolayısıyla bu tarih 622 yıl devam eden Osmanlı Devleti'nin de resmen sonu oluyordu.
  19. 21 Aralık 2012 ve Planet X (Nibiru,Marduk)

    Zecharia Sitchin. Mezopotamya'daki bütün kazı alanlarında bulunmuş, binlerce eski tabletin derlenip okunmasına ve tercümesine olağanüstü destek vermiş, bütün Batı dillerinin yanı sıra antik dillerin neredeyse hepsini çok iyi bilen bu büyük usta, "12. Gezegen" adını verdiği kitabıyla bilim gündemine bomba gibi düştü. Sitchin bir bilim adamıydı ve dünyanın her yerinde akademik çevrelerde sevgi ve saygıyla anılıyordu. Dahası, yaşamının otuz yılını Mezopotamya uygarlıklarına ait çivi yazısı tabletlerin derlenip okunmasına ve deşifre edilmesine vermişti. Bugün, altı kitaptan oluşan "Earth Chronicles" (Dünya Güncesi) dizisiyle, ortalığı sarsmaya devam ediyor. Bundan 450000 yıl önce, "Nibiru" (planet X) ya da "Marduk" adlı bir gezegenden, bir grup ziyaretçi gelmişti dünyamıza. Nibiru, Pluton'un dışından elips bir yörüngeyle güneş sistemimize bağlı olan "12. Gezegen"di. (Sümerler Güneş ve Ay'ı da sayıyorlardı.) Yörüngesini tamamlaması yaklaşık 3600 yıl sürüyordu ve bu büyük turun önemli bir bölümünü dünyanın çok uzağında geçiriyordu Nibiru. Sümerlerin büyük tanrısı Anu, aslında bu federasyonun başkanıydı ve onun tarafından dünyamıza bazı mineraller almak üzere yollanmış olan ekibe de "Annunaki" deniyordu. Astronomlar, güneş sisteminde, Pluton'un dışında, oldukça uzun yörüngeli bir gezegenin varlığından şüpheleniyor ve bu doğrultuda araştırmalar yapıyorlar. "Planet X" adı verilen bu araştırma misyonu içinde, Sümer metinlerinindeki bilgilerin doğruluğunun kanıtlanmak üzere olduğunu söyleyenler de var, böyle bir ize hala rastlanmadığını belirtenler de. Ama gezegenin dünya yakınına bir dahaki geliş tarihinin aşağı yukarı 2013 yılına rastlayacağı tezi dikkate alınınca... Bunu Mayalarla ilişkilendirecek olursak. Şaşırtıcı bir astronomi bilgisiyle yalnızca Güneş, Ay ve Venüs gibi “birincil” gök cisimlerinin değil, neredeyse bütün önemli uzak yıldızların bile hareketlerini gözlemlemişlerdi bu insanlar. Zamanı ölçmede en hassas hesaplara ulaşmak için, farklı döngülerden yararlanmışlardı. Bunların ilki, “kutsal takvim” olarak bilinen ve 20’şer günlük 13 aydan oluşan “Tzolkin” (Gün Sayımı) denen döngüdür. Bu döngü, 13 rakam ve 20 ismin oluşturduğu kombinasyonları içerir ve 260 günlük sürecin bitiş günü “13 Ahau”dur. “Haab” adını taşıyan bir ikinci takvim, bugün bizim kullandığımız güneş takviminin çok benzeridir ve yine 20’şer günlük 18 aydan oluşur. “Uinal” olarak adlandırılan bu 20 günlük ayların toplamı 360 gün yapar ve Maya zaman ölçümünde buna “tun” adı verilir. Normal güneş yılı için gerekli olan 5 artık gün, 5 tanrının adıyla “tun”a eklenir (aynı Mısır ve Sümer’de olduğu gibi!) Aynı “sıfır noktası”nda iki takvim de başladığında, daha ilk döngüden itibaren ritmlerinin tutmayacağı ortadadır. Her iki döngünün gün sayıları ancak 52 güneş yılı sonra eşitlenir. Tzolkin ile Haab’ın bitişleri aynı güne denk gelir yani, Tzolkin’e göre 13 Ahau gününde, Haab da sona ermiştir. Mayalar, bu günü ilginç bir şekilde, fazlasıyla önemserler. Her 52 yıllık dönem sonu, onlar için “dünyanın sona erebileceği” bir kıyamet kabusuna eşittir. Mayaların zaman ölçümleri, Tzolkin ve Haab kombinasyonuyla bitmez. Sürekli olarak 20 ve 13 rakamlarının çarpımlarını kullanarak daha büyük birimlere ulaştıkları, değil insanlar için, toplumlar, devletler için bile “astronomik” ölçüde uzun süreçleri ve döngüleri hesaplamışlardır. Haab’ın ana parçası, 20 günlük 18 aydan oluşan bir süreçtir. Bu 360 günlük “yıl” (Haab buna 5 artık gün eklenerek elde edilir), Maya hesap sisteminde “tun” adını alır. Bir üst birim, 20 “tun”dan oluşan yeni bir ölçüdür ve “katun” ismiyle sistemde yerini alır. Dolayısıyla bir katun, 20 tun, aynı zamanda da 7200 güne “kin” eşittir. Mayaların zaman ölçümleri, bununla da bitmez: 20 katun, yani 400 tun ya da 144.000 günden oluşan “kritik” bir birim daha kullanırlar: “Baktun”. Doğaldır ki bu denli uzun bir süre günlük pratik kullanımlar için değil, daha yüce ve “ilahi” hesaplar için gerekmiştir Mayalara. İşte Mayaların efsanevi “Long Count” yani “Uzun Sayım” dedikleri süreç, 13 Baktun’a eşittir (1.872.000 gün = 5125,36 güneş yılı). Tarım ve günlük işler için Haab’dan ve kısmen Tzolkin’den yararlanan Mayalar, tarihin neresinde durduklarını anlamak için Uzun Sayım’a da bakar ve onun günlerini kaydederler. Örnek: Bir günü, baktun,katun,tun,uinal ve kin’den oluşan 5 haneli bir “tarih” olarak yazmışlardır. Sözgelimi “11.2.5.1.4” gibi bir tarih, Maya Uzun Sayım esasına göre “11 baktun, 2 katun, 5 tun, 1 uinal ve 4 kin” demektir ve 721.107 güne, yaklaşık olarak 4381 yıla eşittir. (11 x 144.000 + 2 x 7200 + 5 x 360 + 1 x 20 + 4= 1600224. Bu sayıyı bir güneş yılına denk gelen 365,242 güne bölersek, 4381,27 sayısını elde ederiz.) Buda yaklaşık olarak M.S. 1267 yılına denk gelir. (Sebebi için okumaya devam edin...) Maya tarihinde “başlangıcı” olarak belirlenmiş noktayı bilmezsek, yukarıdaki hesabı yapamayız. Bizim takvim sistemimize göre bu an, İsa’nın doğduğu varsayılan yıldır. Gregoryen takvimimizde biz bu yılı “0” olarak kabul eder ve öncesini, sonrasını buna göre hesaplarız. Mayalarda da bu tarihin başlangıcı 0.0.0.0.0 günü olmalıdır; yani herşeyin başlangıç noktası. Eğer bu tarihin, bizim takvimimize göre hangi güne denk geldiğini bilmezsek, Maya Uzun Sayım’ındaki hesapların da bizler için hiçbir anlamı yoktur. Arkeolojik bulgular ve Karbon-14 yöntemi yardımıyla yapım tarihi bizim takvimimize göre büyük bir kesinlikle belirlenen birkaç tapınakta (İzapa, Chichen Itza ve Monte Alban’da) Maya rahiplerinin, yapılış tarihini belgeleyen Uzun Sayım tarihleri de bulunmuş ve basit bir hesap işlemiyle içinde bulunduğumuz devrenin başlangıç tarihi, yani Maya notasyonuna göre 0.0.0.0.0 günü de belirlenebilmiştir. Yanılma payıyla birlikte tarih, İ.Ö 3114 yılının yaz aylarına denk gelir. Maya kozmogonisine göre, dünyanın geçmişi, 13 Baktun’luk (aşağı yukarı 5125 yıl) devrelerden oluşur ve bunların her birinin bitimi, dünya için radikal değişimler ve büyük yenilikler içerir. İçinde bulunduğumuz devre, Mayalara göre beşinci ve son devredir ve 13.0.0.0.0 tarihinde son bulacaktır. Bizim takvimimize göre sözü edilen bu tarih, 21 Aralık 2012’ye denk gelmektedir. Mayalara göre dönemin bitişini işaretleyen 13 Baktun, yani 13.0.0.0.0 günü belirttiğimiz gibi 2012 yılının 21 Aralık tarihine, yani astronomik anlamda “Kış gündönümüne” (Güneş’in en güneyden, Oğlak Dönencesi hizasından doğduğu, yılın en kısa günü) rastlar. Oldukça yaklaşmış bulunduğumuz bu tarihin, astronomi uzmanlarınca yapılmış analizi de son derece çarpıcı sonuçlar sergiliyor. Yıllardır bu konuyla ilgili çalışan Amerikalı araştırmacı John Major Jenkins, 1997 yılında yayımladığı “Maya Cosmogenesis 2012” adlı kitabında, 13.0.0.0.0 gününün bir analizini sunuyor meraklı okurlara. Jenkins’e göre 21 Aralık 2012’de gökyüzünde oluşan astronomik konumlar, oldukça sıradışı birleşmelere işaret ediyor. Bunların en önemlisi, gezegenlerin ve Ay’ın üzerinde hareket ettiği, “Ekliptik” olarak adlandırdığımız “tutulum çemberi”nin, tam 21 Aralık günü Samanyolu’nun dünyadan görülen sınırıyla kesişmesi. Bu kesişmenin, modern astronomik ölçümlere göre "galaksimizin merkezi” olduğu belirlenen “karanlık nokta”da (karadelik olduğun dair sağlam kanıtlar bulundu.) gerçekleşmesi, bu tarihi daha da ilginç kılıyor. Ama daha ilginci, 21 Aralık günü Güneş’in de tam “gündönümü” sırasında bu noktayla aynı hizaya gelmesi. Astronomik deyişle “Gündönümü Güneşi”, Ekliptik ile Samanyolu kuşağının “galaksi merkezi” olduğu belirlenen noktayla aynı hizada kesiştiği koordinata yerleşiyor. Bu birleşim, Mayalara göre, “Güneşler” olarak adlandırdıkları devrelerin beşincisinin noktalandığı anı belirlemekte. O tarihe ilişkin beklentilerinin ne olduğunu tam olarak bilmiyoruz. Ama her Güneş’in, yani her dönemin bitişinde olduğu gibi, “5. Güneş”in bitiminde de olağanüstü gelişmeler ve büyük bir yenilenme bekledikleri açık. Bir “çarpı” işareti şeklindeki bu birleşim, Maya kozmolojisinde “Kutsal Ağaç” ya da “Yaşam Ağacı” olarak adlandırılıyor. (Bütün kutsal kitaplardaki “Yaşam Ağacı” mitini anımsayınız.) Ağacın iki ekseninin kesişme noktası da, yukarıda da belirttiğimiz gibi bu noktayla aynı hizada. Mayalar, Samanyolu kuşağının göbeğindeki bu esrarengiz siyah alanın, çok önemli olduğunu düşünmüşler. İnsan dahil, bütün yaşam unsurları o noktadan doğuyor ve evrene yayılıyor onlara göre. 21 Aralık 2012 günü de, galaksinin merkezini işaretleyen bu noktadan, dünyadaki bütün yaşamı etkileyecek bir kapının açılacağını düşünüyorlar. İşin en ilginci ta 2500 yıl önce heyecanla bekliyor olmaları! Maya düşüncesinde Uzun Sayım döneminin bitimi; aynı zamanda en çok saygı duydukları tanrılarının geri dönüş gününe ilişkin çağrışımlara da sahip. Neredeyse bütün tapınaklara damgasını vuran Kukulkan, uzun yıllar önce “Tekrar geleceğim” diyerek Maya yurdundan ayrılmış. Simgesi “tüylü yılan” olan bu bilge tanrı, Mayalara göre onlara her şeyi öğreten ilahi bir figür. Efsaneler, Kukulkan’ın Doğu ufkunda belirip, denizden geldiğini söylüyor. Atalarına dokumacılıktan tarıma, astronomiden mühendisliğe dek birçok şey öğreten bu “tanrı”nın fiziksel özellikleri ise, Mayaların tasvirine göre, Mayaların aksine, beyaz tenli, açık renk gözlü, açık renk saçlı, uzun boylu bir tanrı. Elinde de sürekli bir asa taşıyor. Bu dönemde Mayaların daha hiçbir “beyaz adam” ile karşılaşmamış olduğu düşünüldüğünde, bu tanımlama oldukça ilginç geliyor insana. Üstelik, Kukulkan’ın uzun bir de sakalı var – Mayalarda hiç olmayan bir şey bu, çünkü genetik olarak sakalları çıkmıyor! Benzerlikler, Güney Amerika’ya, And Dağları dolaylarına bakıldığında da farkediliyor. ortaya çıkıyor. İnkalar ve Keçua kabileleriyle birlikteyiz ve onların mitlerinde de açık renk tenli, sakallı, elinde asa taşıyan bir beyaz tanrıya rastlıyoruz, Viracocha. Kukulkan’a yükenen nitelikler, Viracocha için de geçerli. İnkalar ve Keçualar tarımı, yıldız bilimini, yazıyı, matematiği öğretmiş. Ve yine bir gün, geri geleceği sözünü vererek uzaklaşıp gitmiş. Dil bilimci ve araştırmacı Zecharia Sitchin’e göre, Kukulkan ve Viracocha aynı kişilik. Ama Sitchin’in teorisinin farkı, bu iki karakterin Mezopotamya’da bir başka tanrıyla da özdeş olduğunu vurgulaması. “Earth Chronicles” serisinin beşinci kitabı olan “Zamanın Başlangıcı", Orta ve Güney Amerika’ya bu bilgileri taşıyan “beyaz tanrı”nın, Mısır’ın ünlü bilgelik tanrısı Thoth olduğunu söylüyor. Sitchin’e göre, Sümer’in büyük tanrılarından Enki’nin ortanca oğlu, Mısırlı Thoth’un ta kendisi. Mısır’da “Ptah” adıyla biliniyor ve “Büyük Mimar” olarak anılıyor Enki. Büyük oğlu Marduk’sa, Nil vadisindeki uygarlığa sahip çıkan ünlü Ra ile aynı kişi. Sitchin, iki kardeş arasındaki sürtüşme sonucu Ra’nın Thoth’u sürgüne yolladığını; bu duyarlı bilge tanrının da okyanusu aşarak Olmec ve İnkalara yeni bir uygarlığın temellerini oluşturmalarında yardım ettiğini ileri sürüyor. Zecheria Sitchin’e göre Mezopotamya’da başlayan uygarlık serüveninin mimarları, güneş sistemimizin henüz keşfedilmemiş 10. gezegeni Nibiru’dan gelen ve Sümer dilinde “gökten yere inenler” anlamında “Anunnaki” adıyla anılan gelişmiş bir ırktır! Mayaların 5. Güneş evresinin başlangıcını belirleyen İ.Ö 3114 tarihi, Kukulkan, Viracocha adlarıyla bilinen “tanrı”nın Amerika’ya geliş tarihidir. Aynı başlangıç noktası, Mısır’ın Ra egemenliğindeki dönemini ve hemen bununla aynı zamanda beliren Menes’in firavunluğunu da işaretlemektedir. Mayaların astronomi birikimlerinde, Boğa takımyıldızındaki Pleiades grubunun ayrı bir önemi var. Güneş’i, Ay’ı, Venüs’ü, Mars’ı ve Ekliptik üzerindeki bütün değişimleri dikkatle izleyip gök günlüklerine kaydeden Mayalar, 7 parlak yıldızıyla açık gecelerde Pleiades grubunu da yakın takibe almışlardı. Bu yıldız grubunun gökyüzünün tepe noktasından (“Zenith” noktası) geçişi, Mayalar için önemli bir olaydı ve genellikle Tzolkin ile Haab’ın son günlerinin çakıştığı 52 yıllık dönemin sonunda yaşandığı için de fazlasıyla önemsenirdi. Monte Alban’dan İzapa’ya dek birçok kentte, gökyüzünün tepe noktasını gözlemlemek için hizalanmış şaftlara sahip yapılar bulunmuştur. Bu gözlem noktalarında başını yukarı kaldırıp belli bir anda daracık şafttan gökyüzüne bakan gözlemci, yalnızca Zenith noktasını görürdü. Ayrıca , Güneş’in Zenith noktasına ulaştığı öğle saatleri de bu şaftlardan gözlenirdi. Meksika’nın güneyinde, İzapa’nın geçtiği paralel üzerinde Güneş – Pleiades buluşması, presesyon etkisinden bağımsız olarak her yıl, ilkbahar ekinoksundan 61 gün sonra gerçekleşir. Günümüzde bu tarih, Güneş’in Boğa Burcu’na girdiği 20 Mayıs tarihine denk gelmektedir. Gündüzleri yıldızlar görünmese de, tıpkı Mezopotamya, Mısır ve diğer Yakın Doğu halkları gibi Mayalar da geniş astronomi bilgisi ve ince hesaplarla çizilmiş yıldız haritaları sayesinde, yıldızların konumlarını gündüzleri de belirleyebiliyorlardı. Pleiades’in Güneş ile aynı hizaya gelmesi de dikkatle izledikleri göksel olaylardan biriydi. Bu buluşma Zenith’te gerçekleşirse? Bu müthiş üçlü birleşme, oldukça heyecan vericiydi Mayalar için ve hiç kuşkusuz, bir değişim döneminin başlangıcını işaretliyordu. Mayıs 2000'deki gezegen dizilimini hatırlayacaksınız. (Yanda, gezegenlerin 5 Mayıs 2000'de aldığı konum resimde gözüküyor.) Ama ondan çok daha önemli birşeyi çoğunluğumuz bilmiyoruz Mayalarca önemli olduğu yeterince vurgulanan gün, Güneş – Pleiades – Zenith buluşmasıdır ve bu astronomik olayın gerçekleşme tarihi de 20 Mayıs 2000’dir. Mayalar, 13 Baktun’un hemen öncesine denk gelen bu astronomik buluşmayı, bir sürecin başlangıcını işaretlemek için kullanmışlardı BuBu yeni bir çağın başlangıcına, 21 Aralık 2012’ye giden süreçti. İzapa’nın konumuna göre belirlenen 20 Mayıs 2000 tarihi, Chichen Itza’da 23 Mayıs 2000’e rastlar. (Türkiye'de 25 Mayıs 2000.) Bu Maya kentindeki astronomik yapılar da, bu gizemli buluşmanın binlerce yıl önce hesaplanmış işaretleridir. Ünlü Kukulkan piramidinin tepesinde, doğrudan Zenith’e yöneltilmiş, çıngıraklı yılan kuyruğu biçiminde bir sütun yer alır. Çıngıraklı yılanın kuyruğundaki “çıngırak” işaretleri, Maya kültüründe Pleiades’in simgesidir. Çıngırağın biraz aşağısında, “Ahau yüzü” olarak adlandırılan bir kabartma vardır ve bu da, Güneş’i simgelemektedir. Bir bütün olarak Kukulkan piramidinin tepesindeki şekil, Güneş – Pleiades – Zenith buluşmasına işaret etmektedir yani. 20 Mayıs 2000 günü öğle saatlerinde oluşacak astronomik dizilim, yüzyıllar evvel Mayalarca, en önemli tanrıları için yapılan piramidin tepesinde simgesel olarak gerçekleştirilmiştir. “Öğreten tanrı'nın söz verdiği "geri dönüş” gününün bekleyişi. 2012 yılının 20 Mayıs’ında aynı astronomik konum yine yaşanacak; ancak bir yenilikle: Aşağı yukarı tam o saatlerde, yani Güneş – Pleiades – Zenith birleşimi başladığında, bir de Güneş tutulması gerçekleşecek! Tutulmadan 7 ay sonra bu döneme noktasını koyacak o büyük günün, 21 Aralık’ın gelişi de gizem boyutunu bir misli daha artırıyor gibi. Yeniden Mayıs 2000 göklerine dönelim: 17 Mayıs, beş gezegenin aralarındaki açının en daraldığı gün. 20 Mayıs’taysa, Mayaların yüzyıllar öncesinden dikkatimizi çektiği Güneş – Pleiades – Zenith buluşması yaşanıyor öğle saatlerinde. Buluşma anında, Güneşin sağ yanında Venüs, Jüpiter ve Satürn; sol yanındaysa Merkür ve Mars diziliyor. Güneş – Pleiades kesişmesinden, solda ve sağda yer alan gezegenlere doğru birbirine paralel çizgiler çizin. Ortaya çıkan şekil, sizce de bütün antik uygarlıkların saygı ve korkuyla yaklaştıkları ünlü “Kanatlı Disk” glifine benzemiyor mu? SOHO ARAŞTIRMA UYDUSUNUN ÇEKTİĞİ SON Ni.Bi.Ru FOTOĞRAFI:
  20. ''Lan'' Kelimesi Nereden Geliyor?

    ''Lan'' kelimesi nereden geliyor? -------------------------------------------------------------------------------- Osmanlı Devleti zamanında Arapça, Farsça, Türkçe kelimelerin birbirine karıştığı Osmanlıca isimli yazı dilinde, oğlan anlamına gelen "Ulan" kelimesinin zamanla "Lan" kelimesine dönüşmesiyle oluşmuş olabilir bu kelime. Kelimenin etimolojik kökenine giden araştırmalar olmuşsa da bir sonuç edinilememiştir. Bu kelimenin Fransızca kökenli olduğu ve eşek anlamına geldiği düşünülmektedir. Osmanlı imparatorluğunun son dönemlerinde Fransızca konuşmak moda haline gelmişti. Daha sonra Birinci Dünya Savaşı sırasında güney illerini işgal eden Fransız ordusu, bu bölgede uzun süre kaldı. Özellikle Hatay’da 1939 referandumuna kadar Fransızlarla Hatay halkı iç içe yaşamıştı. Bu dönemde Fransızların sık sık kullandığı "L’ane" (Lan diye okunur) yani eşek kelimesi Türkler ve Araplar arasında da kullanılmaya başlanmıştı. Aynı zamanda "L’ane", budala, aptal, bilgisiz anlamına gelir. Dikkat ederseniz bu kelime en çok güney illerimizde kullanılır. Adana’da kavga esnasında ağızdan çıkan ilk kelime ‘Lan’dır. Nişanyan, bu kelimenin, Türkçe oğlan kelimesiyle bir ilgisi olduğu kanısındaymış. 1950'lerden önce hiçbir kaynakta yer almaması, bu kelimenin etimolojisi hakkında kesin sonuçlara varmamızı engellemektedir. Bence ulan kelimesiyle, oğlan kelimesi birbirine çok benziyor. Lan kelimesinin tarihsel gelişimi ve şekillenişi şu şekilde olabilir: oğlan>uğlan veya ûlan>ulan>lan. Türkçenin bazı ağızlarında baştaki o,ö harfi zamanla u,ü'ye dönüşebiliyor. Mesela, ölke>ülke. Balkanlardaki Türkler hâlâ oğlan yerine uğlan demektedir. Not:Alıntıdır...
  21. Dünyanın En Gizemli 10 Nesnesi

    Dünyanın En Gizemli 10 Nesnesi -------------------------------------------------------------------------------- Geleceği gören harita Coğrafya ve harita uzmanı ünlü Türk denizci Piri Reis'in 1513'te çizdiği Afrika, Amerika ve Güney Kutbu'nu gösteren harita, ortaya çıkarıldığı 1929 yılında ortalığı karıştırdı. Çünkü Güney Kutbu'nun keşfi, haritanın çizilmesinden çok sonra, yani 1818'de gerçekleşmişti. Dahası, Piri Reis'in haritası, kıtanın buz altında kalmış sahil kesimlerini de gösteriyordu. Ancak kıta üzerindeki buzlar, haritanın çizilmesinden tam 6 bin yıl önce erimişti. 2000 yıllık pil Alman arkeolog Wilhelm Konig tarafından 1938'de Irak'ın başkenti Bağdat'ın yakınlarında bulunan 2 bin yıllık pil, bilim adamlarını şaşkına düşürdü. Konig, 13 santimetre boyundaki toprak bir kabın içine monte edilmiş bir bakır silindir, onun etrafındaki demir çubuk ve testinin ağzını kapatan asfalttan oluşan bu nesneyi "dünyanın en eski pili" olarak tanımladı. Pilin 2 volt enerji ürettiği saptanırken, 1800'lü yularda modern pili icat eden Alessandro Volta adlı İtalyan kontunun da şöhretine gölge düştü. Antik çağ bilgisayarı 1900 yılında Girit açıklarındaki bir batıkta araştırma yapan bilim adamları ilginç bir cisme rastladı. Tahta bir muhafazanın içine yerleştirilmiş bir dizi bronz dişliden oluşan bu garip nesnenin kasası, yüzeye çıkarıldığı anda dağıldı ve cihazın içindeki karmaşık yapı ortaya çıktı. Yapılan çalışmaların ardından, bu aygıtın Ay, Güneş ve diğer gezegenlerin konumlarını hesaplamak ve istendiği anda bunların pozisyonlarına yönelik tahminlerde bulunmak için geliştirildiği anlaşıldı. Kristal kuru kafa Maya dönemine ait 1000 yıllık bu kristal kuru kafa, tek bir blok kristal üzerine oyma olarak yapılmış. Nasıl yapıldığı hala anlaşılamayan kuru kafanın altından tutulan ışık, doğrudan göz çukurundan yansıyor. Bu teknolojinin bugün bile mümkün olmadığı söyleniyor. Generalin kemer tokası M.S. 300'lü yıllarda ölen Çinli general Çou Çou'nun mezarında 1956 yılında bulunan kemerin tokası, yüzde 85 oranında alüminyumdan yapılmış. Ama doğada sadece bileşik olarak bulunan alimünyumun diğer maddelerden ayrıştırılarak tek bir madde olarak kullanılabilmesi ilk kez 19. yüzyılda mümkün olmuştu. 1000 yılda yapılan kent Pasifik Okyanusu'ndaki Mikronezya adası yakınlarına kurulu antik Nan Madol kentinin inşası, M.Ö 200'de başladı ve 1000 yıl sürdü. 250 milyon tonluk dev bazalt bloklar kullanılarak yapılan bu kent, 100 yapay adayı kanallarla birbirine bağlıyor. Bu kadar bazaltın bölgeye nasıl getirildiği ise hala sır. Uzaylılar için iniş pisti Peru'nun Pampa sahilindeki 450 kilometrekarelik alan üzerine çizili motifler, M.O. 300 üe M.S. 600 arasındaki dönemi kapsayan hayvan ve bitki şekillerini resmediyor. Nazca medeniyeti tarafından yapıldığı düşünülen bu garip motiflerin, uzaylılar için bir iniş pisti vazifesi gördüğü öne sürülüyor. Concorde'un atası M.Ö 200'de yapıldığı sanılan bu nesne, 1898 yılında Mısır'da bir lahitte bulundu. Ancak gerçek uçaklar icat edilene kadar ne olduğu konusunda kimse bir fikir beyan edememişti. 1972'de arkeolog Halil Mesiha bunun bir model uçak olduğunu, mükemmel bir aerodinamiğinin bulunduğunu ve kanatlarının Concorde'u andırdığını iddia etti. Kayaya gömülü çekiç Tahta sap ve demir tokmaktan oluşan bu çekiç, 1936'da Teksas'ta 400-500 milyon yıllık bir kayanın içine gömülü olarak bulundu. Modern bir aletin tarih öncesi bir kaya kütlesinin içine nasıl girdiği bir yana, çekiçte kullanılan demirin günümüz demirlerinden bile saf olması bilim adamlarını hayrete düşürdü. Harçsız taş set Peru'nun Cusco bölgesindeki bir İnka kalesinin etrafını 360 metre boyunca zikzak yaparak saran 9 metrelik setlerin yapımında, tanesi 300 tona varan kireçtaşı blokları kullanılmış. Ancak hiç harç kullanılmamasına rağmen bu kayalar, arasına bıçak bile sokulamayacak kadar mükemmel yerleştirilmiş. alıntırdır...
  22. Türk Lokumu Rumların Oldu

    Rumlar, Türk lokumunu kendi adlarına Avrupa Birliği’ne tescil ettirdi. Kıbrıs Rum Tarım Bakanlığı, AB ülkelerinde onayları dışında ‘lokum’ adı altında üretim yapılamayacağını açıkladı. Lokum üretimi için Rum izni gerekecek. Rum Tarım Bakanı Fotis Fotiu, lokumun isim tescilinin yapılması için aylar önce başvuruda bulunduklarını ve itiraz süresinin 21 Ekim’de sona erdiğini belirterek, “Bundan böyle AB toprakları içinde lokum Kıbrıs Lokumu olarak bilinecek. Turkish Delight yerine Cyprus Delight olarak anılacak” dedi. Avrupa Birliği, bu süre içinde itirazda bulunulmadığı için tüm dünyada Türk lokumu olarak bilinen tatlıyı “Lokumi” adıyla tescil etti. Rum Yönetimi, 2 yıl önce de Avrupa günü dolayısıyla hazırlanan bir tanıtım kitabında baklavayı Rum milli tatlısı olarak tanıtmıştı. Rumların, baklavayı kendi tatlıları olarak tescil ettirme girişimi, Türkiye’nin müdahalesi üzerine sonuçsuz kalmıştı.. Rum Yönetimi Tarım Bakanlığı Müsteşarı da, ‘AB içindeki ürünlere artık coğrafi standartlar getiriliyor. Lokumun isim tescil hakkını almamız sayesinde satışlarımızda büyük bir patlama yaşanacak. AB ülkelerinde lokum adı altında ister Latin ister Yunan alfabesi üretim yapılıp satılamayacak, Kıbrıs lokumu ismini kullanabilmek için Rum Tarım Bakanlığı’ndan üretim yeterlilik izni almaları gerekecek. İtiraz süresi geçtiği için artık rahatlıkla lokum bizim diyebiliriz. Tescili önünde engel kalmadı’ dedi. Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Giroskipu Belediyesi 3 yıl önce 2 bin 718 kiloluk dev bir lokum yaparak Guinnes Rekorlar Kitabı’na girmişti. Rumların ürettiği lokumun rekorlar kitabına girebilmesi için 35 usta, 2.5 ton şeker, 350 kilo yağ ve 150 kilo badem kullanarak 40 saatte dev lokumu tamamlamıştı. Rumlar her yıl daha büyük lokum yaparak rekorlar kitabındaki yerlerini muhafaza ediyor.
  23. Çin Tarihinde Türk Adı

    Çinliler Türklerin en eski komşularıdır.Türk tarihinin hemen her safhasında Çinlilerle savaşılmıştır. Çin ya da Kıtan adı Türk tarihinde pek makbul bir isim değildir. Hunlar zamanında olsun, Köktürkler zamanında olsun,Türk büyükleri Çinlilere karşı halklarını uyarmışlardır. ''Çinlinin tatlı sözüne, yumuşak agusuna (=ipeğine ) kanma !" diye öğüt vermişlerdir. Buna rağmen, Türk kağanları, ve prensleri güzel Çinli kızlar karşısında zaaf göstermişler, onlarla evlenerek çaşıt ( casus) ları yatak odalarına kadar sokmuşlardır. Böylece devlet sırrı kalmamış, Çinliler Tükleri içeriden vurarak tarih sahnesinden silmeye çalışmışlardır. Türk mitolojisinde geçen pek çok olay da Çinlilerle ilgilidir.Ülkesindeki “Kutsal kaya”yı Çinlilere veren Türk kağanının ülkesindeki “kut”un yok olması; “Ergenekon Destanı”ndaki Bozkurt'un emzirdiği kolları ve bacakları kesilmiş erkek Türk gencini o hâle getirenler Çinlilerdir. Çinliler Türklere karşı "Çin Seddi” adı verilen, dünyanın en yüksek ve uzun duvarını örmüşler, üzerine kule ve mazgallar koyarak Türklere karşı yurtlarını korumaya çalışmışlardır. Buna rağmen ''Cennet atları” adı verillen kısa bacaklı atlara binmiş Türk süvarileri bu seddi aşarak, Çin sarayına kadar girmişlerdir. “Kürşat” Türk yiğidinin kırk atlısıyla yaptığı baskını Çin tarihleri kaydeder. Türklerle Çinlilerin savaşı yirminci yüzyılda da sürmüştür. Uluğ Türkistan'ın bir parçası ''Doğu Türkistan” Çinliler tarafından işgal edilerek, sömürülmüş, insanları işkence ile öldürülmüştür. Bugün bu topraklarda yaşayan otuz milyon kadar Uygur Türkünün pek çok demokratik hakları ellerinden alınmış, doğum yapması, kendi dili ile okuması, üniversiteye gitmesi, bilim adamı ve subay olması engellenmiştir. Türk insanı kendi öz yurdunda ikinci sınıf duruma düşmüştür. Çinlilerin, şimdilik, bu toprakları terk etmesi mümkün görülmemektedir. Türklerin ilk atalarından olan HUNLAR da Çinlilerle komşu olarak yaşamışlardır. Türk tarihlerinde Kıtay adı ile geçen bu insanlar, daha o zamanlar Hunlara -XİONG NU (Okunuşu: şiong nu) adını vermişlerdir. Bunun manâsı şöyledir: xiong (şiong) = vahşi, nu = köle, kul. Yani, Çinliler komşuları Hunları “vahşi ve köle'' olarak görmekteymişler. 16.yüzyıldan 19. yüzyıla kadar geçen üçyüz yıllık süre içerisinde de Uygur Türklerine verilen isim pek iç açıcı değildir: Vey vu er adı “Benden korkan(oglu)lar” demektir. Aslında kendi yüreğindeki korkuyu Uygur Türklerine ad olarak veren Çinlinin tarihi psikolojisi bu isimde yatmaktadır. Çinlinin Türklere verdiği ismin altında da bazı kelime oyunları yatmaktadır. Türklere “TU JUE” adı veren Çinli, “TU” şeklinin üzerindeki işareti kaldırarak, kelimeyi “CHUAN” (okununuşu: çüen) şekline sokmakta ve anlamını “AV KÖPEĞİ” olarak değiştirmektedir. Çinlilerin yirminci yüzyılın birinci yarısında zapt ettiği DOĞU TÜRKİSTAN'a verdiği isim “HİN JİANG” (okunuşu: şin ciang) adı “Yeniden silahla ele geçirilmiş topraklar” demektir. Çincede: Xin (şin) = yeni, jiang = toprak, gang = silah (yay), tu = toprak, heng = dağ, tian = tarla, ova demektir. Çinli kendi dilindeki bu kelimeleri yazarken de Doğu Türkistan haritasındaki kutsal Türk yurtlarını hedef almıştır. Onlara göre “JİANG” şeklindeki çizgi ve kareler bir sembole karşılıktır: en üstteki çizgi : ALTAY dağlarını, alttaki kutu : TANRI dağlarını ve CUNGARYA'yı, iki çizgi arasındaki kutu: TARIM HAVZASI'nı, en alttaki çizgi : KARAKURUM'u göstermektedir. Yani, Çinlilerin hedefi KARAKURUM ve TANRI dağlarıdır. Doğu Türkistan'la hedef tamamlanmış değildir. alıntı......
  24. Microsoft gerçekten para mı dağıtıyor 20 09 2008 03:01 Microsoft Türkiye, "Kesin oku, doğruysa yaşadık..." başlığıyla son günlerde yayılan mesaj ile ilgili bir açıklama yaptı. Peki bu mesaj ne anlama geliyor? Microsoft Türkiye, son zamanlarda birbiri ardına gönderilen sahte piyango mesalarıyla ilgili, internet kullanıcılarını dikkatli olmaya çağırdı. Şirketten yapılan açıklamada, "Kesin oku, doğruysa yaşadık..." başlığıyla son günlerde yayılan mesajın, kolaylıkla tahmin edilebileceği gibi tamamen gerçekdışı bir iddia olduğu ifade edilerek, sözkonusu mesajın kötü niyetli kişilerce İnternet kullanıcılarının kişisel bilgilerine ulaşmak için hazırlandığı belirtildi. Microsoft Türkiye, internet kullanıcılarına güvenlik açısından şu uyarılarda bulunuyor: Microsoft, Windows Live kullanıcılarına eğlenceli, faydalı ve en önemlisi güvenli bir İnternet deneyimi sunmayı öncelikli hedef olarak belirlemiştir. Bildiğiniz gibi, İnternet'in doğası iletişimi hızlandırmak ve kolaylaştırmaktır. Ama her ortamda olduğu gibi, İnternet ortamında da kötü niyetli kişilere rastlamak mümkün. Bu kötü niyetli kişilerin yarattığı tehditlerin en önemlilerinden biri de hoax (aldatıcı) maillerin yanıtlanması ile ortaya çıkabiliyor. Gerekli düzenlemelere dikkat edilmediği takdirde gizlilik hakları ve bilgisayar güvenliği açısından istenmeyen sonuçlar doğabiliyor. Bilgisayar korsanları, ele geçirdikleri MSN adreslerinin Windows Live Messenger listelerinde kayıtlı olan isimler ile irtibata geçerek listelerinde sizi engelleyenleri göstereceği iddia edilen adresler gönderiyorlar. Microsoft olarak İnternet'in herkes için güvenli bir ortam olmasına büyük önem veriyor ve suç teşkil eden faaliyetlere karşı yazılımlarımızı ve uygulamalarımızı daha güvenli hale getirmek için sürekli çalışıyoruz. Kullanıcılarımıza İnternet üzerinden bilgisayar güvenliği ile ilgili özellikle şu önerilerde bulunuyoruz: 1. Önemli kişisel bilgilerinizi hiçbir zaman bir e-posta, anlık ileti veya açılır pencere üzerinden başkalarına vermeyin - Yasal ve kurumsallaşmış şirketlerin çoğu, parola, hesap veya kredi kartı numarası ya da diğer gizli bilgileri istemek için bu yöntemleri kullanmayacaktır. Sızdırma dolandırıcılığı yapanların insanları yanıltmaları kolaydır. Örneğin, bir e-posta iletisinin "Kimden" satırındaki adresi taklit ederler. Çoğu şirket kişisel bilgileri e-posta yoluyla istemez. 2. Herhangi bir bilgi girmeden önce Web sitesinin kişisel bilgilerinizi koruduğundan ve gerçek olduğundan emin olun - Sızdırma dolandırıcılığı yapanlar, görüntülenen adresi gerçekmiş gibi gösterebilirler. Sitenin gerçekliği hakkında en küçük bir şüpheniz varsa, güvenliğinize önem verin ve siteden ayrılın. Önemli verilerin İnternet'te aktarılırken korunmasına yardımcı olacak bir önlem olarak veri şifreleme işaretlerinin durumuna bakın. 3. Güçlü Şifre - –Windows Live Messenger ve Windows Live Hotmail adresinizde kullandığınız şifrenizi mutlaka belirli bir uzunlukta ve kolay tahmin edilemeyecek şekilde belirleyin. Şifrelerinizi kimseyle paylaşmayın.. Başka e-posta hesaplarınız, üye olduğunuz forumlar, bloglar ve başka interaktif siteler için aynı şifreyi kesinlikle kullanmayın. 4. MSN ve Windows Live Hotmail Giriş Sayfası – Bilgisayar korsanları MSN ve Windows Live Hotmail giriş sayfalarını birebir taklit ederek aslında sahte olan sayfalar düzenliyorlar. Böylece siz e-postalarınızı okumak veya Windows Live Messenger'a bağlanmak için e-posta adresinizi ve şifrenizi yazdığınızda aslında arka planda bilgisayar korsanları bilgilerinizi ele geçirmiş oluyorlar. Windows Live Messenger anlık ileti penceresinden veya Windows Live Hotmail e-postanızdan tanıdığınız bir arkadaşınızdan bile gelmiş olsa (arkadaşınızın e-posta hesabının korsanlar tarafından ele geçirilip geçirilmediğini bilemezsiniz!) gönderilen linkleri dikkate almayın ve asla bu linkleri tıklayarak hesabınıza giriş yapmayın. Windows Live Hotmail hesaplarınızı kontrol etmek için daima www.hotmail.com veya www.msn.com.tr adreslerini kullanın. Windows Live Messenger servisini kullanmak için sadece orijinal Windows Live Messenger'ı kullanın. Bu amaçla hazırlanmış MSN'den bağımsız servisleri kullanmanızı tavsiye etmiyoruz. 5. MSN Müşteri Hizmetleri Adına Gelen Sahte E-postalar - MSN veya Windows Live Hotmail Müşteri Hizmetleri, Microsoft Destek Hizmetleri adı altında gelen e-postalar içinde yer alan linkleri tıklayarak şifrenizi, özel güvenlik bilgilerinizi talep eden sorulara cevap vermeyin. Sadece https://support.live.com/eform.aspx?product...&ct=eformts adresinden yapacağınız destek taleplerinizin üzerine size ulaşacak MSN desteğe cevap verin. MSN destek hizmeti ücretsizdir, para karşılığı veya talep etmediğiniz halde size ulaşan destek mesajlarına itibar etmeyiniz . 6. Windows Live Messenger Anlık İletilerde Gönderilen Linkler - Windows Live Messenger listenize eklenmek için tanımadığınız biri tarafından davet alırsanız asla kabul etmeyin. Kişisel bilgilerinizi isteyen bir e-posta iletisi, anlık ileti veya açılır pencere alırsanız, bağlantıyı tıklamayın. Bunu yapmanız, verdiğiniz bilgilerin siteyi oluşturan dolandırıcıya gitmesine neden olabilir. Web sitesini ziyaret etmek için, adresi baştan tekrar yazın, kopyala/yapıştır seçeneğini kullanmayın. Tanıdığınız kişilerden gelen linkleri dahi kesin emin olmadan tıklamayın. Gönderen kişinin gerçekten sizin tanıdığınız kişi olup olmadığından emin olmalısınız. Aksi taktirde arkadaşınızın hesabını ele geçiren kişi sizin hesabınızı da ele geçirebilir. 7. Güvenlik Ayarlarınız – Bilgisayarınızın güvenlik ayarlarını asla düşürmeyin. Sizinle paylaşılacak bir dosyası olduğunu belirten ancak bunu görebilmeniz için güvenlik ayarlarınızı düşürmeniz gereken anlık iletilere veya e-postalara güvenmeyin. Bilgisayarınızın güvenliğini artırmak için http://www.microsoft.com/turkiye/athome/se...ty/default.mspx adresindeki yönergeleri adım adım uygulamanızı öneririz. Tüm bu uyarıların dikkate alınmasına karşılık bir anlık dalgınlık sonucu şifre bilgisayar korsanları tarafından ele geçirildiği takdirde, e öncelikle Parola Sıfırlama işlemi yapılmasını öneriyoruz. Bu işlemi yapmak için: • Windows Live Hotmail giriş sayfasından Parolanızı unuttunuz mu? linkine tıklanır. • Açılan sayfada parolası sıfırlanacak Windows Live Hotmail hesabı ve güvenlik kelimesi yazılır. • Bir sonraki sayfada iki seçenek yer alacaktır. Şayet önceden alternatif bir e-posta adresi belirtilmiş ise Kendinize bir parola sıfırlama e-posta iletisi gönderin seçeneği tıklanır. Eğer böyle bir e-posta adresi belirtilmemiş ise veya bu seçenek tıklandığı halde mesaj ulaşmıyorsa ( hesabı ele geçiren kişi alternatif e-posta adresini kendi çıkarları doğrultusunda değiştirmiş olabilir) Hesap bilgilerinizi girin ve gizli sorunuzun yanıtını yazın seçeneği tıklanır. yenişafak