Dogru_Yol

Üye
  • İçerik sayısı

    1.928
  • Katılım

  • Son ziyaret

  • Days Won

    20

İletiler bölümüne Dogru_Yol kullanıcısının eklediği dosyalar


  1. Sayın zeynepkrtas

    Çok güzeldi....emeğine sağlık....teşekkürler....

    Bugün mum gibi parmaklarının arasından eriyip giden dondurmana,

    Yere düştüğü için yiyemediğin çikolatana ağlıyorsun...

    Oysa yarın hayellerin, umutların olacak belki ellerinin arasından akıp giden...

    Yere düşen çikolataların değil, gözlerindeki yıldızların olacak belki tutamadığın...


  2. Sayın zeynepkrtas

    Güzeldi.....emeğine sağlık.....teşekkürler.....

    Kocaman bir dünyayım boşlukta süzülüp giden. Sorularım var: Ay mısın etrafımda dönen, güneş misin etrafında döndüğüm? Hangisi!? Milyonlarca insan daha var içimde beslenen; milyonlarca ruh her biri farklı. Biri çocuk gülüyor hâlâ; biri büyümüş adam olmuş; biri romantik şiir yazar; bir tanesi gotik kendi kendine kara çalar.


  3. Kendinizi uzaydan dünyaya bakıyor farzedin! Uzaydan dünyaya baktığınızda doğadaki herşeyi görüyorsunuz.Tek başına yaşayan ilkel bir insan gördünüz. Ama hiç bir duyu organını kullanamıyor,yaşamını sürdürmek için hiç bir silahı yok,bulunduğu noktadan 3 saat uzaklıkta bir göl var ve buradada balıklar bulunuyor buraya gittiğinde balıkları tutacak hiç bir silahı yok bir balık yakalamak için 2 saat uğraşmaktadır,bu balık ona o gün sarfettiği enerjiyi depolamasına yetmektedir.Bu kişinin 3 saat gidiş,3 saat geliş ve 2 saat balık tutmak için uğraşması toplam 8 saatini almaktadır.Bunu hergün yapmaktadır.Bu gidiş gelişlerde gittiği yerde bir çizgi oluşmaktadır.Bize biri sorsa bu çizgi nedir diye.Biz hergün gidip geldiğim yer diye cevap veririz.Yalın ayak gittiğinden dolayı ayağında nasırlar oluşmaktadır.Ve ulaşacağı yere giden taşlı bir yol daha vardır ve ayağı nasırlı olduğu için bundan etkilenmemektedir.Bu yol ise 2 saat sürmektedir,gelişte 2 saat sürmekte balık tutması da 2 saat sürmekte toplam 6 saatini bu işe harcamaktadır.Eski gittiği yolu artık tercih etmeyecektir. Çünkü arada 2 saatlik fark bulunmaktadır.İşte 2 bu saat o insanın ÖZGÜRLÜĞÜNÜ ifade etmektedir.O 2 saatte istediğini yapabilir o insan.Bu aşamada insan hem tarihi hem kendini değiştirmiştir.Yeni yolu seçip eskiyi bırakması tarih kavramını ortaya cıkarmasına yol açmıstır.

    ALINTI


  4. Sayın seyhan

    Emeğine sağlık....haber için teşekkürler....

    Sayın Tolga Murat Balıkçı'yı tebrik ediyor ve başarısının devamını diliyoruz.....

    Not: Bugün paylaştığınız bütün konuları sağlık güncel bilgi- haber bölümüne eklemişsiniz....bugün uykunuzu smile.gif alamadınız mı uyuyorsunuz galiba...? Ve sayfanızı engelliler ve spor haberleri bölümüne taşıyorum....


  5. Altısı kız, altısı erkek on iki çocuğu oldu...

    Altısı normal, altısı konuşma engelli

    Kötü haber çok çabuk duyulur derler...

    Padişah’ın öldüğü de hızla yayıldı Lefke’ye...

    Ama kimse inanamadı öldüğüne...

    Çok uzun bir hurma ağacının tepesinde...

    Olamazdı böyle bir şey.

    Herkes işini gücünü bırakıp oraya koştu hemen… Aman Tanrım!... Doğruymuş.

    Padişah’ın cansız bedeni, belinden bağlı olduğu hurma ağacının tepesinde asılı duruyordu...

    Ve hafifçe sallanıyordu.

    Belki ölmemiştir, bayılmıştır diye birkaç kez seslenenler oldu ona.

    “Padişah...Padişah... Bizi duyabiliyor musun?”

    Hiçbir ses gelmedi yukarıdan.

    Hafif rüzgar vardı....

    Hurmanın aşağıya sarkan dalları, hafifçe salllanarak, ona yas tutar gibi üzerine sürünüyordu.

    Orada toplananlar, “Nerde kaldı bu itfaiye?” diye söylenmeye başladı...

    Kimse gözlerini hurmanın tepesinden ayıramıyordu...

    Padişah’ın hareketsiz bedeninde belki bir hareket görülür umuduyla.

    Çok sürmeden Güzelyurt itfaiyesinden bir itfaiye aracı geldi oraya...

    İtfaiyeciler süratle araçtan atlayıp merdivenler dayadılar hurmaya...

    Padişah’ı indirdiler aşağıya…

    İnce yapılı bedeni soğumuştu… “Allah rahmet eylesin” dedi itfaiyeciler.

    Eşi ve çocukları gözyaşlarına boğuldu...

    Onlarla birlikte herkesin gözlerinden yaşlar süzüldü...

    O gün ona anneleriyle birlikte, o hurmaya çıkmaması için yalvarıp durmuşlardı...

    Sanki içlerine doğmuştu o gün onu yitirecekleri...

    Dinlemedi onları Padişah... İplerini ve nacağını alıp hızla çıkmıştı evden...

    Ecel ona gelmiş ve acele ediyordu sanki. O da aceleyle tırmandı hurmaya...

    Cenazesi çok kalabalık oldu... Bütün Lefke ağladı arkasından.

    Adı Sadık’tı... Sadık Yolaç... Ama Padişah diye bilinirdi.

    Bir padişah gibi uğurladılar onu son yolculuğuna.

    Bugün size Padişah’ın, çok ilginç bulacağınıza inandığım yaşam öyküsünü anlatacağım...

    Ama önce, hâlâ inanamadığım bir rastlantıdan söz etmeliyim.

    Rastlantı denemez aslında buna... Çünkü beni Padişah’ın ailesiyle tanımaya iten kişi, hemen her gün karşılaştığımız, ayaküstü sohbet ettiğimiz ancak akraba olduğumuzu bilmediğim, onun da bu kadar zaman bana söylemediği bir dost... Özkan Özbek.

    Az konuşan, çok iyi, herkese sevgili ve saygılı bir insan...

    Meğer Padişah’ın, halen hayatta olan 84 yaşındaki eşi Möftüne Hanım ablasıymış ve Lefke’de Yeni Karadağ’da, bazıları konuşma engelli çocuklarından Şengül Hanım’la birlikte yaşıyorlarmış. Benim onlara akrabalığım da annem tarafındanmış...

    Lefkoşa’da Dokuz Eylül İlkokulu’na devam eden biricik torunumu okul çıkışında almaya gittiğimde, onu da hep orada beklerken bulurum. Onun da toruncuğu var okulda.

    Okullar tatile girmezden bir önceki hafta bir gün, nasıl olduysa Padişah’tan söz açılıp da bana bunları söyledikten sonra artık durur muyum... Möftüne Hanım’a ulaşabileceğim bir telefon varsa hemen numarasını vermesini istedim. Şengül Hanım’ın numarasını verdi ve istediğim zaman onlara ulaşabileceğimi söyledi...

    Padişah ve ailesi hakkında ilk bilgileri ondan edindim ve anlattıklarından çok etkilendim. Birkaç gün içinde Lefke’ye gidip haftaya Padişah’ın öyküsünü yazacağımı söylediğimde çok memnun oldu, sevindi.

    Lefke’de doğdum. Ne ki, Lefkeli kimliğim sadece orada dünyaya gelmiş olmamla sınırlı. Nitekim akrabalarımızı bile pek bilmiyorum. Çünkü Lefkoşa’da okudum ve ailece hep burada yaşadık. Babam polisti ve hemen her yaz yıllık iznini aldığında bir aylığına Lefke’ye tatile giderdik. Annemin annesiyle babası nenem ve dedem orada yaşarlardı; onların evinde kalırdık. Bir zamanların o güzel beldemizdeki çocukluk anılarım kitap olur.

    Neyse uzatmayalım...

    Geçtiğimiz salı günü, yanıma birinci yeğenim Hüseyin Müzezzin’i de alarak Lefke’nin yolunu tuttuk. Doğduğum yere yıllardır gitmemiştim. Möftüne Hanım’ın dayısının kızı olduğunu öğrendiğim Hüseyin oralarını iyi bilir, bu yüzden onunla gitmek istedim...

    Sorduk soruşturduk ve Möftüne Hanım’ı bulduk.

    O gün Şengül Hanım’ın değil, diğer kızlarından Sonay Hanım’ın evindeydi. Ama Şengül Hanım da oradaydı. Belli ki annesiyle birlikte Sonaylara gelmişler, Zaten iki kız kardeşin evleri birbirine yakın. Möftüne Hanım’ın ayrı evi olmasına karşın, Şengül Hanım’la birlikte kalıyorlar.

    Geleceğimizi önceden bildirmemiştim onlara. Hüseyin’ı ve beni birdenbire karşılarında görünce nasıl sevindiklerini, ailece bize nasıl sarıldıklarını anlatamam.

    Tanrı daha da ömür versin Möftüne Hanım, Özkan’ın söylediği gibi 84 yaşında, sağlıklı ve yaşını pek göstermiyor. Bilinci yerinde; konuşkan, neşeli ve dünyalar iyisi bir insan.

    Çocukları da öyle... Konuşma engelli olanlar dahil hepsi evlenmiş ve çoluk çocuk sahibi olmuşlar. Möftune Hanım’a torun da vermişler.

    Yeri gelmişken söyleyim; on iki çocukları oldu Yolaç ailesinin...

    Altısı erkek, altısı kız ve kadere bakın içlerinden altısı konuşma ve işitme engelli olarak geldi dünyaya. Halk arasında dilsiz olarak bilinen konuşma ve işitme engelliler için aslında sadece konuşma engelli demek yeterli. Çünkü işitemedikleri için konuşamıyorlar, konuşmayı öğrenemiyorlar zaten.

    Erkek çocuklarından birini daha beş aylıkken yitirmişler.

    Birbirlerine sevgiyle sarılarak karşımızda örnek bir aile tablosu oluşturdular. Hep böyleymişler, hiç ayrılamazlarmış birbirlerinden... İnanın gözlerimi yaşarttılar.

    Konuşma engelli olan kardeşlerin eşlerinin ve çocuklarının herhangi bir engeli olup olmadığını sordum çekinerek. Aldığım yanıttan sevindim. Hepsi son derece sağlıklıymış.

    Ve orada ne öğrendim biliyor musunuz?

    Padişah’ın 35 yıl kadar önce tepesinde yaşamını yitirdiği o hurma ağacı hâlâ yerinde duruyormuş...

    Möftüne Hanım’a hemen oraya gitmek, o hurmayı görüntülemek istediğimi söylediğimde dudak hareketlerimden ne söylediğimi anlayan engelli çocuklarından Mustafa ayağa kalktı ve elleriyle “Hadi gidelim” işareti yaptı.

    Arabayla inişli yokuşlu daracık yollarda beş on dakika dolaştıktan sonra bir evin bahçesindeki upuzun hurmanın yanına vardık...

    İnanamadım...“Bu mu?” diye sordum Mustafa’ya; başını salladı ve eliyle oradaki bir evi de gösterek bir şeyler anlatmaya çalıştı. Hurmanın o evde oturanlara ait olduğunu söylemek istedi sanırım.

    Bir süre gözlerimi ayıramadım o hurmadan; sanki hâlâ yasını tutuyordu Padişah’ın... İçim burkuldu; Mustafa’nın da gözleri buğulandı ama belli etmek istemedi bana... “Hadi

    gidelim” dedim ona...

    Lefke’ye gitmezden önce, gazetedeki çalışma arkadaşlarımızdan sevgili Dilek Çetereisi’ne de söz etmiştim Padişah’tan. Dilek, Lefkeli ve oralarını iyi biliyor.

    Tabiı çocuktu o zamanlar, ama o günü çok iyi anımsıyormuş. Padişah’ın o hurmanın tepesinde canını yitirmesine o da tanık olmuş. İpe asılı cansız bedeni sallanıyormuş.

    Şengül Hanım’ın yaptığı kahvelerimizi yudumlarken, “Eee anlat bakalım Möftüne Hanım; nasıl tanıştınız, nasıl evlendiniz Sadık Efendi’yle” dediğimde gözlerinin içi güldü.

    Dünürcülükle evlenmişler tabii. Ama Sadık Bey’in ailesi akla karayı seçmiş Möftüne Hanım’ın ailesini ikna edebilmek için. Sadık Bey, tam üç ay beklemiş onu. Daha 14 yaşındaymış ve Sadık Bey kendisinden 15 yaş daha büyükmüş. Yani 29 yaşındaymış.

    Gerisini, ismini nenesinden aldığını söyleyen Möftüne Hanım’ın ağzından dinleyelim:

    “Düğünümüz çok güzel oldu. Ben de çok güzel bir gelin oldum. (Burada bastı kahkahayı) Çok ama çok severdi beni ve gölgesinden bile kıskanırdı. Mümkün olsa babamın bile yanıma yaklaşmasına izin vermeyecekti… Tabii ben de onu severdim. Yıllarca çok mutlu yaşadık. Bana, çocuklarıma çok iyi baktı. Bizi kimseye muhtaç etmedi…”

    Sözlerinin burasında Sadık Bey’i nasıl yitirdiğini sordum…

    Çok çalışmış, çocuklarına bakabilmek için didinip durmuş. Hurma ağaçlarının üzerinden hiç inmezmiş. Yalnız hurma ağaçlarının budamasını, bakımını yapmakla kalmaz, bahçelerde de çalışır; bahçecilikle, ağaçlarla ilgili kimin bir işi olsa gider yaparmış.

    Ve sonunda yorgun düşmüş. Kalbi rahatsızlanmış. Doktor, fazla yorulmamasını ve hurma ağaçlarına çıkmamasını istemiş. Ama hiç dikkate almamış doktorun söylediklerini. O gün o hurma ağacına çıkmasını engellemek için iplerini, nacağını, kullandığı bütün malzemeyi saklamışlar ama aramış bulmuş. Çocuklarıyla birlikte adeta yalvarmışlar ona ‘Gitme, o hurmaya çıkma’ diye. Dinlememiş ve evden ayrılmasından bir süre sonra kara haber gelmiş. Günlerce, haftalarca yas tutmuşlar. Cenazesine bütün Lefke katılmış.

    “O öldükten sonra evimiz karardı. Çok sıkıntılar çektik. Altı öksüz bıraktı bana. Diğer beşini evlendirmiştik. Ben neyle, nasıl bakacaktım o çocuklara. Portakal bahçelerinde çalışmaya başladım. Ama makası tutmasını bile bilmezdim. Portakal toplarken ikide bir merdivenden düşerdim” diye konuştu Möftüne Hanım.

    Möftüne Hanım, evinde hep birlikte oldukları için Şengül Hanım’la iyi anlaşıyor. Engelli diğer kardeşlerine göre Şengül Hanım daha fazla beceri kazanabilmiş. Bazı sözcükleri telaffuz edebiliyor ve kendisine konuşanın dudak hareketlerinden ne söylediğini anlayabiliyormuş. Dikkat ettim, gerçekten öyleydi…

    Kahvenin üzerinden ayva macunu koydu önümüze; bir tane yedim, bıraktım. Hemen yanıma geldi ve eliyle tabaktaki macunları işaret ederek “Ye ye” dedi bana. Bir tane daha aldım ve ona macunların güzel olduğunu söyledim, ‘afiyet olsun’ der gibi bir hareket yaptı…

    Bir ara annesiyle birlikte aynı koltuğa oturup büyük bir sevgiyle, adeta kucak kucağa bir konu üzerinde tartışmaları ve gülüşmeleri görülmeye değerdi. Şengül Hanım, fotoğraf albümündeki bir fotoğrafı göstererek parmak işaretleri ve bazı bozuk sözcüklerle annesine bir şeyler anlatmaya çalışıyordu ısrarla.

    Möftüne Hanım’a “Ne diyor?” diye sorduğumda “İlle de benim seksen dört değil seksen beş yaşımda oluğumu söylüyor” dedi… İnanın çok şeker insanlar.

    Ailesine, akrabalarına, bütün herkese sordum, kimse bilemedi; Sadık Bey’e niye Padişah denildiğini… Acaba neden ona Padişah yakıştırması yapılmıştı.

    Aileyle görüşmemizden önce yol sokak sorarken karşılaştığımız birisi anlattı…

    1974 öncesinde Sadık Bey mücahitken, bir gün bölgenin Sancaktarı yanındakilere “Kimdir bu padişah dediğiniz? Söyleyin gelsin de bir konuşalım bakalım, nerden geldi kendisine bu padişahlık” demiş. Padişah’a, söylemişler, çıkmış Sancaktarın karşısına. Sancaktar, “Sen kimin padişahısın?” diye sorunca Padişah “İşsiz güçsüzlerin, avaracıların padişahıyım efendim” demiş. Belli ki, o da bilmiyordu, herkesçe böyle anılmasının nedenini.

    Hurmacılığa başlamadan önce, yıllarca hayvan alışverişi yapmış Sadık Bey…Eşek,

    katır alır, satarmış. Araplara da sürüler halinde eşek satarmış… Nasıl oldu da hurmacılığa başladı o da bilinmez. Bilinen yörenin en iyi hurmacısı olduğuydu. Korkusuzmuş; hiçbir hurma ağacı için “bu ağaca çıkılmaz” dememiş…

    Bir gün, çok boy atmış, gövdesi incelmiş ve kamburlaşmış ama güzel meyve veren bir hurmaya da çıkmış… Çok tehlikeli, yarısından kopabilir” diye uyarılara gülüp geçmiş. “Hurma ne kadar uzasa kopmaz” demiş. Çıkmış, meyveleri toplamış, dalları budamış ve inmiş…

    Bir gün, o hurmadan daha kısa, daha tehlikesiz bir hurmanın üzerinde yorgun yüreğine yenik düşeceğini ne bilecekti.

    Hurmacıların hurmanın üzerinde ya da altında ölmek kaderidir galiba…

    Anımsayacaksınız; nostaljik yazılarımdan birinde bizim Samanbahça’da oturan, Lefkoşa’nın en ünlü, en cesaretli hurmacısı hurmacı Memed’in öyküsünü anlatmıştım size.

    Lefkoşa’da çok uzun ve kimsenin tırmanmaya cesaret edemeyeceği bir hurmaya çıkmaya hazırlanırken en yakın rakibi gelmiş yanına ve “Beni dinlersen çıkma bu hurmaya” demişti ona. Dinlememiş onu ve çıkmıştı. Çıkar çıkmaz da galiba, ağacın gövdesine ve beline doladığı ipler ya da kayışlar neyseydi kopmuş ve düşerek hurmanın altında can vermişti. Ve rakibi, cansız bedenine bakarak “Sana çıkma demiştim be Memed” demişti.

    Bir zamanların ünlü hurmacılarının mesleğini sürdüren günümüzdeki hurmacıları Tanrı korusun.

    ***

    Padişah ve ailesi için daha yazacağım çok şey var ama fotoğraf da kullanacağım için belki de tam sayfa yerim yetmeyecek. Bu yüzden bu kadarla bırakalım.

    Her zaman olduğu gibi yazıda adı geçen ve bugün aramızda olmayan bütün o güzel insanlarımıza Tanrı’dan rahmet diliyorum.

    Yeniden birlikte olmamız umuduyla esen kalın, kendinize iyi bakın.

    ALINTI


  6. 2109.jpg

    Necdet Turhan spora 1994 Yılı'nda şeref öğrencisi statüsü ile mezun olduğu Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nde başladı. Türkiye'yi yurt dışın­ da temsil eden ilk görme engelli atlet olan Turhan 35 yaş üzerindeki sporcuları kapsayan master kategorisinde spor yapıyor. ODTÜ Dağcılık ve Kış Sporları Kolu onur üyesi olan milli sporcumuz Turhan'ın Spor yaptığı alanlar atleti izm ve dağcılık. Gözleri hiç görmüy­ or ve halen Türkiye'nin ilk vetek görme engelli dağcısı vemaratoncusu. 2002 Yılı'nda katıldığı new York Maratonu'nda Türkiye'yi yurt dışında temsil eden ilk görme engelli atlet oldu.Necdet turhan'ı daha yakından tanımak amacıyla soruyoruz:

    Sayın Necdet Turhan, Türkiye'de dağcılık yapmakta olan görme engelli bir sporcu olarak kendinizden kısaca bahseder misiniz?

    Ben dağcılık dışında atletizmle de ilgileniyorum ve var olan realiteyiğ ifade etmek gerekirse: halen Türkiye'de maraton koşan ve dağcılık yapan ilk ve tek görme engelli konumundayım. Geçmişte dağa giden ya da götürülen görme engelli arkadaşlar olmuş, örneğin Erciyes'e gitmişler. Fakat sporcu değiller, bir heves olarak kalmış dağ ile olan ilgileri. Alana dair herhangi bir eğitim ya da disiplinleri olmamış. Benim durumum daha farklı. Elimden geldiğince gerek atletizmde, gerekse dağcılıkta bir sporcu formasyonu ile hareket etmeye çalışıyorum. Gerçi son süreçte dağlar biraz geride kalırken atletizm bir parça öne çıktı. Fakat son tahlilde her iki alanın da benim yaşam tarzım olduğunu söylemeliyim. Doksanlı yıllarda ODTÜ'de öğrenciydim. Spor öyküm orada başladı diye­bilirim. Gerçek anlamda atletizm ve dağcılık ile ODTÜ'de tanıştım. Benim spor ocağım ODTÜ. 1994 yılında Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü'nden şeref öğrencisi statüsüyle mezun oldum. Değişik işlerde çalıştım. Şu an ise Bursa Nilüfer Belediyesi Engelliler Danışma Masası sorumlusuyum.

    "Spor öyküm ODTÜ'de başladı diyebilirim" dediniz. Daha öncesi de mi var? Örneğin dağcılık anlamında? Evet, dağlar anlamında öyle. Dağcılık demiyorum dikkat ederseniz. Ben sonradan görme engelli oldum, 23 yaşındaydım. Gördüğüm yıllarda dağa gitmeye başladım. Örneğin Uludağ benim meskenimdi. Uludağ'ın derelerinde alabalık avlardım. Bir tür doğaya çıkıştı bu; özgün, bana özgü bir çıkış. Yıllarca devam etti, fakat dağcılık değildi bizim anladığımız tarzda. Dağlara, doğaya gönül veriş, bir motivasyondu o... Görme engelli olduktan sonrada bu motivasyon yüreğimde kaldı ve ODTÜ yıllarımda dağlara taşıdı beni. Üniversitenin Dağcılık ve Kış Sporları Kolu'nda (ODTÜ-DKSK) buldum kendimi. Tabii önceleri bazı sıkıntılar oldu, arkadaşlar için alışık olmadıkları bir durumdu bu. Bir görme engelli gelmiş ve dağlara gitmek istediğinden, Dağcılık ve Kış sporları Kolu'na üye olmak istediğinden söz ediyor. Fakat dağlar riskli. O riskler ile karşılarında duran körü bir araya getirdiklerinde doğal olarak arkadaşlar kaygılanıyor, kafaları karışıyordu. Bu anlamda ilk yıl yadır­gandım, etkinliklerin büyük bölümüne götürülmedim. Böyle olmasında beni tanımıyor olmalarının payı büyüktü. Fakat inat ettim ve ayrılmadım koldan. Atletizmle tanışmama vesile olan antrenmanlara düzenli olarak geldim. Koşma tekniğim de yok o zamanlar, bir arkadaşın kolundan tutup koşuyorum. Bazen kolunu tutacak arkadaş bulamadığım oldu. Buna rağmen yılmadım, kimseye de küsmedim. İlk yıl böyle antrenman­larla geçti. Bu arada beni tanıdılar, farklılığım ve motivasyonum gözlem­ lenildi zannederim. İkinci yıl eğitimlerimi almaya başladım. Sorunlar yine oldu; aşama, aşama çözdük hepsini... Üç yıl boyunca faal üye olarak etkinliklerde yer aldığım için Onur Üyeleri arasına seçildim ODTÜ Dağcılık ve Kış Sporları Kolu'nun. Yani sonuçta yüreğimdeki motivasyon kazanmıştı. Gördüğüm yıllardan beynimde, yüreğimde kalan anılar kazanmıştı.

    Dağlara tırmanmak sıradan insanlar için bile oldukça zor bir aktivite. Görme engelli olmanın getirdiği ek zorluklar tırmanışı daha da zor­ laştırıyor şüphesiz. Bu durumla nasıl başa akıyorsunuz?

    Doğal olarak zorluklarla tek başıma değil de ekip kolektivitesi ile başa çıkmaya çalışıyoruz. Benimle birlikte olanların sabırlı ve gönüllü olmaları gerekir. Aslında çok yormam ve üzmem arkadaşları dağlarda. Fakat her şeye rağmen dağlar riskli ve bu risklerin ortasında her ne kadar özgün bir tekniği ve bazı yetenekleri olsada bir kör var. Sonra uzun etkinliklerde durum daha da farklı, özellikle partnerim açısından. Bir görme engelli ile aynı çadırı uzun süre paylaşacak arkadaşın hadis­eyi ve bu hadise karşısında kendisini iyice tartması gerekir. Konu part­ nerliğe gelmişken ODTÜ-DKSK antrenörü Nevzat Öntaş'a teşekkür etmek isterim. 2000 ve 2002 yıllarında yaptığım her iki Ağrı çıkışında partnerim olduğu ve kahrımı çektiği için... Aslında teşekkür edilecek çok arkadaj var: Mete Hacaloğlu gibi, Erdem Tuç ve Burçin Didinedin gibi, Murat Ozdemir gibi. Hepsinin bana emeği var. Hepsi önümün açılmasın­ da katkı koydular ve özverili davrandılar.

    Tırmanma tekniğinizden bahsedebilir misiniz?

    Temelde ya da olağan durumlarda kullandığım teknik iki baton ve bir çandan oluşuyor. Deneme yanılma ile buldum bu tekniği, öneren ya da şöyle yap diyen olmadı. Tesadüfen İlgaz'daki bir etkinlik esnasında belir- ginleşti bu durum. Kesin hatırlamıyorum, yıl 1992 veya 1993, ana kamp yerinde kalmam kaydıyla götürülmüştüm İlgaz'a. Gıda Bölümü'nden bir arkadaş vardı, Murat Ozdemir, onunla birlikteyiz... Kamp attığımız düzlükte kar var. Murat bir filmde görmüş körlerin ses ile yönlendirildiklerini. Bana önce uzun bir sopa bulup verdi, baston ya da baton niyetine. Sonra benden uzaklaştı ve seslendi. Sesine yürüdüm Murat'ın. Tekrar uzaklaştı ve tekrar seslendi, yine yürüdüm daha doğrusu yürüyebildim bağımsız olarak. Bu müthiş bir şeydi benim için. Sevincim, mutluluğum anlatılır gibi değil. Sonra baktım Murat benim yanımdan ayrılırken ayakları karda ses çıkartıyor, ayak seslerini duyuyorum. Bunu söyledim ona, "Murat, sen benden uzaklaşıp seslenme. Senin hemen ardından gelebilirim herhalde, ayak seslerini duyuyorum senin." dedim. Öyle de yaptık; o yürüdü, ben onun karda çıkan ayak seslerini izledim. Ertesi gün kampı söktük, Kastamonu asfaltına yöneldik. Ekip düzeni içinde yürüyen bir kör vardı artık, arkadaşının kolunu tutmadan yürüyen. Bir kör... ODTÜ 6. Yurtta kalıyorum o dönem. Yurttaki odamda değerlendirdim olup biteni. Hep yapardım bunu, her etkinlik dönüşünde kabartma yazı ile. Kendim için hazırladığım teknik raporlardı bunlar. Yine yazdım kabartma yazıyla, nasıl yürüdüm? nasıl oldu? gibi. Şu an kesin hatırlamıyorum yazarken veya yazdığım notları daha sonra okurken beni sürekli yönlendirebilecek sesin bir çan olabileceğini, sopa yerine de baton kullanabileceğimi düşündüm. Daha sonra katıldığım Beydağları etkinliğinde her şey yerli yerine oturdu. İki baton ve bir çan ile aştım Beydağları'nı, Tahtalı'da zirve yaptım. Kesme Boğazı'ndan Kındı! Çeşme'ye indik Antalya-Elmalı çıkışından bir hafta sonra. Ardından ikinci ve üçüncü Beydağları geçişim oldu sonraki yıllarda, kendime daha hakim ve daha deneyimliydim bu geçişlerde. Uyguladığınız belli bir antrenman programı var mı?

    Düzenli koşuyorum. Koşularımda hedefim uzun mesafe yarışlarına kendimi hazırlayabilmek. Şu an bire bir benimle ilgilenen bir atletizm antrönörüm yok. Uzun mesafe koşucularının dikkat etmesi gereken antrenman kurallarına uymaya gayret ediyoruz. Bir koşu partnerim var, Harun Karaağaç. O da benim gibi Master sporcu. İhtiyar delikanlılarız yani biz, üç yıl sonra yarım asırlık olacağız. 2000 yılından bu yana elden geldiğince istikrarlı bir tarzda yarışlara gidiyorum. Üç yurt dışı maraton deneyimim oldu, 2002 New York, 2005 Atina Maratonları ve bu yıl 17 Nisan Günü Japonya'da koştuğum Kasumigaura Körler Maratonu... Türkiye Görme Engelliler Spor Federasyonu'nun yurt dışına gönderdiği ilk görme engelli atlet ben oldum. Yine Atina Maratonu'nu koşan ilk görme engelli Türk atlet olduğum gibi. İşin gerçeği her iki alana da, yani atletizm ve dağcılığa, Türkiye'de soyunan ilk görme engelli sporcu olduğum için nereye gittiysem, ne yaptıysam hep ilk oldu. Örneğin Avrasya Maratonu'nun 15 km etabına ilk katılan kör atlet oldum. Geçtiğimiz yıl, yani 2005 Yılı'nda beşinci kez koştum Avrasya'yı. Yine yanlış anımsamıyorsam dört de yarı maratonum var katıldığım. Hiç görmediğim için yarış ve antrenmanlarda kısa bir ip koordinasyonuyla koşuyorum. İpin bir ucu yanımdaki sporcuda diğer ucu da benim elimde oluyor. Atletizm doğal olarak dağ performansımı da destekliyor. Bir ara Bursa-Narlıdere de kaya çalışırdım. Lider çıkış yapamıyorum. Denemedimde zaten. Emniyeti öncesinde alınmış çıkışlar tam bana göre.

    2002 yazında gerçekleştirdiğiniz firmanı; ile ülkemizin en yüksek dağı olan Ağrı Dağı'na tırmanan ilk görme engelli sporcumuz oldunuz. Bu tırmanışlar hakkında bilgi verir misiniz?

    2002 Temmuz ayında yaptığım ve zirve ile sonuçlanan o çıkış benim ikin­ ci Ağrı deneyimim oldu. İlk kez 2000 yılında gittim Ağrı Dağı'na. 4500 m. kadar yükseldim. O etkinlik benim için düşünülmemiş, genel nitelikteydi. Sofya Üniversitesi'nden misafir dağcılar vardı. İşin en kritik yanı buzul eğitimim yoktu. Gerçi 2002 yılında yaptığımız çıkış esnasında doğa gezi­ leri dışında hiç dağ deneyimi ve eğitimi olmayan, bir büroda kendilerine teorik olarak kazma ve krampondan söz edilmiş insanların zirveye götürüldüklerini gördüm. Organizasyonun başında da ismi dağcılık kamuoyunda bilinen bir arkada; vardı. Tabii bu hoş bir durum değil. Benim 2000 yılında Ağrı'ya gitmem sonrası için çok yararlı oldu. Dağı iyice anlattırdım arkadaşlara, adeta kafama yazdım. Zihin fotoğraflarımı oluşturdum beynimde Ağrı'ya dair. Ağrı'da ikinci kamp yeri 4200'e kadar pek sorun yok eğer yaz çıkışı yapıyorsanız. Problem olarak iş dönüp dolaşıp ikinci kamp yerinden sonrasına ve Buzul'a geliyordu benim için... Önce buzul ile tanışmam gerektiğini biliyordum. Kaçkar'a gitim Bursa Uludağ Üniversitesi'nden arkadaşlarla.Yarım yamalak bir çalışma oldu benim için Kaçkar Buzulu, fakat yine de yararlıydı. En azından kısa kazma ile bu işin olmayacağını gördüm. Elimdeki kazma uzun olmalı, aynı zamanda baton işlevini de görmeliydi. Gerçi Ağrı zirve tırmanışım esnasında uzun bir kazma kullanmama gerek kalmadı buzulu geçerken. Kar vardı, arkadaşlar ile ip birliği içinde kolaylıkla geçtim riskli olan buzul başlangıcını. Temmuz'da gittik Ağrı'ya. Buna rağmen 4200 metre­ den başlıyordu kar. Çadırların hemen üstünde krampon taktık ve ip bir­liği içine aldılar beni. En büyük sıkıntı yükseldikçe artan rüzgardı. Öyle-ki bir yerden sonra çan sesini duyamaz oldum. Bir süre sonra birbirim­ izin sesini de eğer yan yana değilsek ve birbirimizin kulaklarına bağır-mıyorsak duyamaz hale geldik. Rüzgarın iyice arttırdığı soğuk da işin cabası. Hiç hesapta olmayan, o ana değin hiç düşünmediğim bir olanak doğdu yürüyebilmem için o an. Önümdeki arkadaşa beni bağlayan ipi takip etmeye başladım. Yani önümdeki çanı duyamıyor, fakat Bora Balya ile aramızdaki ipin yönlendirmesiyle yürüyebiliyordum. Sonuçta o çetin koşullara rağmen zirveye ulaştık. Ben dağcılığın ne demek olduğunu o etkinlik esnasında anladım. Benim bir görme engelli olarak karşılaştığım en zorlu dağ ortamıydı. Örneğin kendimce idmanlıydım, hazırlık olsun diye neredeyse bir yaz koştum Bursa Atatürk Stadyumu'nda. Ama yetmedi, sık sık tükendim, sık sık mola istedim. Özellikle 5000 sonrasında. Her molada da kendimi telkin ettim, diren­ mek ve başarmak için. Sporcu olmanın ne anlama geldiğini net olarak kafama yazdım Ağrı zirve tırmanışım esnasında... Tırmanışta bana destek olan ORDOS ekibine, Hakan Kocakulak, Bora Balya, Serkan Girgin, Nevzat Öntaş ve Tuncay Canpolafa teşekkür ederim.

    Ağn tırmanışınız dışında daha önce gerçekleştirdiğiniz başka ilkler oldu mu?

    Daha önce de belirttiğim gibi, bir sporcu formasyonu ile dağcılık ve atle­tizmi ülkemizde ilk deneyen görme engelli ben oldum. Bu yüzden her iki alanda yaptıklarım doğal olarak ilk oluyor, bilinse de, bilinmese de bu böyle. Örneğin 2000 yılı Avrasya Maratonu'nun 15 km olan etabı var, New York ve Atina Maratonları var, Japonya'daki maraton var... Türkiye'de katıldığım diğer yarışlar ve tırmandığım diğer dağlar var.. Alanya Yan Maratonu var, Tarsus Yarı Maratonu var. Düşündükçe listeyi daha da uzatmak mümkün. Mesela dağlardan düşünürsek Ağrı, Erciyes, Beydağları, Uludağ, Kaletepe var. Umarım yakında da Süphan olacak.

    Maraton koşuculuğu gerçekten oldukça zor ve yoğun hazırlık gerektiren bir spor dalı. Koşu öncesi hazırlık sürecinizi anlatır mısınız?

    Evet, maraton koşmak zor. Aslında koşmak değil de hazırlanmak zor. Ben hep söylerim, atletizm dağcılığa kıyasla daha yoğun emek gerek­ tiriyor. Düzenli, fazlaca ara vermeksizin çalışmanız şart. Bedeninize sürekli yatırım yapmalı, onu koşacağınız yarış öncesinde fit konumda tutmalısınız. Bir de benim gibi görme sorununuz varsa, körseniz yani

    Engellektüel Dergisi


  7. 2131.jpg

    Bu hafta sizlere Mehmet amcadan inciler sunacağım. İnciler diyorum, evet her satırında bir dram, her anında bir mesaj alacaksınız. O ki hayata sımsıkı sarılmış, o ki umutlara yapışmış. Öyle uzun boylu hayaller umutlar süslemiyor onun hayallerini. Kimilerinin villalar, yatlar süslerken hayallerini, Mehmet amcayı üç liralık süpürgeyi satmanın umudu bağlamış hayata. Mutlu olabilmeyi başarmış kimilerine inat. Hayatın her tarafından esse de rüzgar, fırtına; her taraftan inse de darbeler, alaylar o bağlanmış umutlarına. “Umutlarımdır beni hayata bağlayan” diyor. Diğer engelli kardeşlerimiz gibi engeline üzülmüyor Mehmet amca. Yüreğinin acısını “şu dünyada engelli olmaktansa Hülya Avşar’ ın köpeği olmak daha iyi” diye dile getiriyor ve ekliyor “hiç değilse o seviliyor.” Evet Mehmet amcayı yaralayan engelli olması değil, ona olan bakışlar; onu yaralayan, etrafındaki insanların patavatsızlığı, onu yaralayan bakışlardaki acımasızlık. Sevilmek ve dışlanmamak istiyor Mehmet amca. Engelin fark olmadığını, her insanın insanca yaşama hakkı olduğunu vurgulamak istiyor. İnsan yarınından emin değilken, engelli olabilme ihtimali her an varken, empati kurmadan karşısındaki ile bu kadar acımasız nasıl olabilir diye düşünmeden edemiyor ve aradan çekilerek sizi Mehmet amca ile baş başa bırakıyorum.

    Mehmet Arslan kimdir kısaca tanıyabilir miyiz?

    Ben 1955 Doğumluyum. Alaca Sarısüleyman köyünde doğdum. Üç çocuğum var. Biri kız ikisi oğlan. Kızım evli iki oğlum ve eşim yaşıyoruz. Ailem beni sırtında taşıdı yıllarca ama bende hiçbir zaman yılmadım aşağılandım, hor görüldüm fakat bıkmadan usanmadan çalıştım. Şu an hala da çalışıyorum. Yerimden kalkamadığım halde sabahtan akşama kadar burada oturuyorum ve pul biber satıp iki çocuğuma bakıyorum.Ailemle beraber geçinip gidiyoruz.

    Çorum’a ne zaman geldiniz?

    Çorum’a 2001 yılında geldim.8 yıldır Çorum’dayım.

    Mehmet Bey doğuştan mı engellisiniz?

    Hayır doğuştan engelli değilim. İki kardeşim daha benimle aynı hastalığa yakalandı.

    Nasıl ki bir merdivenin basamaklarını yavaş yavaş çıkarsın benim hastalığımda öyleydi.

    Yıllar beni hastalığıma yaklaştıran merdivenlerimmiş bunu hastalığa yakalandığımda anladım.

    Çocukluk yıllarımda sadece yürümemde az da olsa bir bozukluk vardı.18 yaşıma geldiğimde elimi kaldıramaz oldum.Sonra yaşamam için tamamen insanlara bağlı kaldım. Ama ben insanların asıl engelinin beyinde olduğunu düşünüyorum. Ne insanlar gördüm beynindeki engeli hala kaldıramamış. Onun bedeni sağlam olsa kaç yazar. İnsan ilk önce özgür düşünmeli.Beyninde ki engelleri kaldırmalı.

    Hayatınızda unutamadığınız ve sizi derinden etkileyen bir olay var mı ?

    Elbette var hatta ömrüm hazin ve acı olaylarla geçti benim. İlk canımdan çok sevdiğim oğullarımın yaşadığı talihsiz olayı anlatayım. Hiç unutamadığım ve izlerinin hala sürdüğü bir olay. İki oğlumun da talihi hiç gülmedi. Oğullarımın ikisinin de evlenme yaşı gelmişti, fakat gelgör ki Çorum’dan oğullarıma göre hiç kimseyi bulamadık. Engelli bir banın oğluna kız veren olmadı. İlerde oğullarımın da aynı hastalığa yakalanmasından korktuklarından mıdır nedir bilinmez ama bulamadık kimseyi. Sonra yakın arkadaşlarım Doğu Bölgesinde oğullarımın çabuk evlenebileceğini söyledi. Bizde hemen toplandık Ağrı’ya gittik. Büyük oğlum oradan bir bayanla başlık parası vererek evlendi. Aradan zaman geçti ben bu arada kızın ailesiyle çok şey yaşadım. 4 milyar başlık verip büyük oğlumun eşini aldık ve tabi bu sadece 4 milyarla kalmadı. Kızın ailesi İstanbul da imiş. Kızı da alıp hemen İstanbul yollarına düştük. Ama gidene kadar baya masraf çıkardıkları için yaklaşık 2 milyarda gidene kadar harcadım. İlk gemiyi o zaman gördüm. Bazı yakın arkadaşlarımda bana takılmıştı hatta “Vay be 2 milyara bir gemi gördün bak!” diye aslında öyleydi İlk kez gemiyi denizi o zaman görmüştüm. Önce şaşırdım fakat denizin insanı rahatlattığı doğruymuş çok kısa bir zamanda olsa bunu gördüm .

    Sonra kızı orada ailesinden istedik ve orada küçük bir düğün yaptık küçük bir düğünde burada yaptık kızımızı aldık.

    Aradan zaman geçti küçük oğluma da Ağrı’dan bir kız aldık. Fakat onun hikayesi daha trajik oldu. Kızı istemeye gittik yaşı küçük gözüktü gözüme gittiğimizde fakat bir şey söylemedik. Sadece Nüfus Cüzdanını istedik. Orada vermediler Nüfus Cüzdanını Çorum’a hep beraber gidelim orada veririz dediler. Bizde kabul ettik. Velhasılı Kelam fazla uzatmak istemiyorum lafı sonra Çorum’a geldik. Birde küçük gelinimi almak için başlık parası verdik. Baya bir pazarlıktan sonra başlık parasını 4 milyara bağladık. Ayrıca babası 50 çil altın istedi.

    Gelinlerinizi alırken ailelerinin istedikleri tüm

    parayı vermeye maddi gücünüz yetti mi?

    Tabiî ki hayır, benim o kadar parayı vermeye gücüm yetmedi. Belli bir miktarını verebildim ancak. Ayrıca çok pazarlık yaptık. Toplam iki gelinime harcadığım para 50 milyarı buldu. Tabiri caizse belimi kırdı fakat oğullarımın mutlu olması beni de mutlu edecekti. Yılların birikimini verdim diyebilirim. Hala da borç içindeyim.

    Ben başlık parası vererek aldım ama bunun yanlış olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Benim dilim yandı başkaların ki yanmasın. Benim ocağım yandı başka insanların ki yanmasın.Çorum’da hala o şekilde kızları alanlar var. Lütfen yapmasınlar. Bu çok yanlış. Manavdan domates mi alıyorsun?

    Sonra ne oldu iki gelininizi de aldınız mı?

    Evet iki gelinimde birkaç arayla aldım. Ama Çorum’a küçük gelinimi getirip resmi nikahını yapacakken ailesi nüfus cüzdanını Ağrı’da unuttuğunu söyledi. Sonra ben karşı çıktım ama oğluma ve ailesine sözüm geçmedi. Küçük bir düğün yaptık.Ben lafı fazla uzatmak istemiyorum belli bir süre ve olaydan sonra iki kızda terk etti bizi. Hem de oğullarımla evlendikten kısa bir süre sonra. Küçük gelinim küçük olduğu için mahkemeye düştük. Hala da dava sürüyor. Oğlum sırf onun için sinir hastası oldu. En sonunda iki gelinim de oğullarımı bırakıp gittiler. Şimdi eskisi gibi iki oğlum ben ve eşlim yaşıyoruz Bizim için o öyle zor günler diki…

    Ticaret hayatınıza nasıl başladınız?

    Ömrüm ticaretle geçti. Şu an süpürge ve pul biber satıyorum. Bu işi de yaklaşık 15 yıldır yapıyorum. 1 lira da olsa gün boyu burayı bekliyorum. Ben hayatım boyunca hep çalıştım. Küçükken okumayı çok istedim. Fakat buna babamın maddi gücü yetmedi. Bir de köy gibi bir yerde okuyan çok az insan vardı. Ben okurdum belki şu an profesör bile olabilirdim. Okusaydım çok farklı olurdu benim için.Çok farklı yerlerde farklı mevkilerde olacağıma inanıyorum.Ama olmadı buna ne babamın maddi imkanı yetti ne de benim sağlığım.

    Şu an kullandığınız motorlu aracı nasıl aldınız?

    Bu 3 tekerlekli aracımı almak için tam 3 yıl boyunca çaldım. Gittiğimiz yerlere eşim beni sırtında taşıdı. O kadar ki bu benim için ne kadar zor ve vahim bir durum olsa da buna dayanmak zorundaydım. Ailem için dayanmalıydım. Bir gün benim ve eşimin çabaladığımız bir günde Serdar Coşkun isminde ortaokuldan bir arkadaşım vardı. Onun vasıtası ile eski Milletvekili Adnan Türkoğlu ile tanıştım. Bir okul açılışında yanına ailemle beraber gittik ve kedisi benimle uzun uzun konuştu, derdimi dinledi. Adnan Türkoğlu öyle mükemmel bir insan ki hala ismini andığımda duygulanırım. Bana motorlu taşıt almak için söz verdi ve 3 yıl boyunca her gün peşinden koştuğum bu arabayı almak sadece 15 günümü aldı. Adnan Türkoğlu 15 günde bu arabayı bana temin etti. Allah ondan razı olsun. Dünyaya çok az gelecek nadir insanlardandır kendisi.

    Hayatınızda sizi derinden etkileyen bir olay var mı?

    Evet çok var ve halada oluyor. Bazen hayatımdan bıktığım bile oldu ama eşim ve çocuklarım için ayaktayım ve yılmayacağım. İnsanların dalga geçmesi beni mahvediyor. Şaşırabilirsiniz hala böyle insanlar var mı diye ne kadar acıda olsa evet bu tür insanlar çok fazla.

    Bazı insanlar çocuklarımı bile bu halinle nasıl dünyaya getirdin diye dalga geçiyor.

    Ve onu geçtim kaç kişi sırf elimi kaldıramadığım için üzerime yürüdü ve beni tokatladı.

    Ben o insanları Allaha havale ediyorum. Çok onurumu gururumu kırdılar.

    Ben insan değimliyim. Özürlü insanım ama özürlü insanlarında bir onuru, gurur var. Mesela birkaç gün önce Ankara’ya tedaviye gitmiştim. Hastane de ki görevli diğer hastalara uyguladığı hoşgörüyü bana göstermedi. Sıramı bile vermedi haksızlık yaptı. Saatlerce bekledim. Ama ben onu da Allah’a havale etim. Bu toplumda sakat olmaktansa Hülya Avşar’ın köpeği olmak daha iyi. Hiç olmazsa onun köpeğini seviyorlar. Onun köpeği kadar değerimiz yok.Öyle bir duruma getirdiler ki bunları söyleyen ben miyim diye bazen düşünüyorum.

    Burada gün boyu durmanız zor oluyordur

    önümüz kış ne yapacaksınız?

    Burada sabahtan akşama kadar durmak zor belki ama benim için asıl zor olan devletin bu konuda ki duyarsızlığı. Çoğu seyyar satıcı kaçıp kendini zabıtadan kurtarabiliyor fakat benim öyle bir imkanım yok. Yapamıyorum, kaçamıyorum. Bir çalı bulsam da arkasına saklansam diyorum onu da yapamıyorum birilerinin yardımı olmadan hareket edemiyorum. Sattığım bir süpürge onu da çok görüyorlar. Kaç defa zabıta 4 tane süpürgeme el koydu bilmiyorlar ki sattığım minnacık şeyin bile umudundan başka bir şeyi olmayan benim için ne kadar değerli olduğunu. Bilemiyorlar ki bazı insanları hayata bağlayan umutlarıdır. Bilmiyorlar ki benim ve benim gibi engelli insanların minicik bir mutluluktan başka tutunacağı hiçbir dal yok.

    Yıllarca hayatınızı çalışmaya ve ailenize bakmaya adamış

    bir insan olarak çalışırkenki sorunlarınız nelerdir?

    Ben kendi işimi kendim kurdum devlet hala bizimle uğraşıyor. Kendi adıma dağ dağ tavşan misali yaşıyorum. Mağdurluğumdan utandırıyorlar beni. Mağdur olmayı kim ister? Bir çalı arkası bulsam saklanacağım. Ama tuvalete bile ailem sırtında götürürken beni kendi başıma mümkün değil ki

    1977 den beri İş Kur’da kayıtlıyım.1981 de Milli Eğitim sınava çağırdı. Alacakları 8 engelliydi, çağırdıkları ise 8 bin kişiydi. Gittim soruları bir görmeniz gerekliydi ne kadar saçma olduğunu anlatamam. Sadece ailemle alakalı sorular vardı. Ben 10 parmak daktiloda biliyordum. Sıra bana geldi ne iş yaptığımı sordular okur yazar boş gezerim dedim. Zaten almışınız alacağınız kişiyi bizimle alay etmeyin dedim ve oradan ayrıldım. Ben köydeyken evden dışarı çıkamıyordum. Bana gülüyorlardı. Bunlara cahil desem değil. Neden cahil değil biliyor musunuz? O beni aşağılayan bana gülen cahil diye adlandırdığımız insanların önlerine para versek bakalım cahillik yapıyor mu?

    Yılarca hayatınızı çalışmaya adayan birisi

    olarak ekonomik kriz hakkında ne düşünüyorsunuz?

    Ekonomik kriz mi? Türkiye ‘de kriz yok. Millet parasına kıyamıyor. Son model arabalarda geziyor. Türkiye’de kriz olduğuna kesinlikle inanmıyorum. Açıkçası ekonomik krizin kimseyi vurduğunu sanmıyorum. Türkiye’de ve Dünya’da ne olursa garibana olur, zenginlere hiçbir şey olmaz. Kriz kriz diyorlar hepsi yalan. Kriz dedikleri bence insanların daha lükse kaçtığını ve sonuçlarına katlanamadıklarını gösterir. Madem ödeyemiyorsun, madem üstesinden kalkamayacaksın alma kardeşim. İşin özeti ekonomik krize inanmıyorum.

    Aileniz hakkında söylemek istediğiniz bir şey var mı?

    Ailem benim her şeyim fakat eşim benim için pırlantadır diyebilirim. Yılardır beni sırtında taşıdı. Pardon bana baktı başka bir insan olsa kesinlikle dayanamazdı. Eşimle çok mutluyum. Bana danışmadan da hiçbir şey yapmaz.

    Boş zamanınızı nasıl değerlendiriyorsunuz?

    Boş zamanlarımda kitap okuyorum ki zaten sürekli burada oturuyorum onun için

    zamanım bol. Vaktimin müsait olduğu her an kitaplara sarılırım diyebilirim

    Evde oturan hayata küsmüş insanlara söylemek istediğiniz bir şey var mı?

    Evet var. Benim hayata dönmemi yerimden kalkmamı Adnan Türkoğlu sağladı. İnsan kendisi isterse her şeyi başarabilir. Toplumumuz çok bozuldu .

    Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

    Söyleyin bana Ey İnsanlar mağdur olmayı kim ister? Ve bir gün olsun insanlar bacaklarını yok sayıp hareket etmeye elleri yokmuş gibi kıpırdatamadan hareket etmeye çalışsınlar. Ve bir gün olsun gözlerini kapatarak yolda yürüsünler. Bir gün sadece bir gün Allah rızası için bizi düşünsünler. Bir gün bir engelli için ne yapabilirim diye düşünsünler. Hayat bir insanın umudunu elinden almaya değmeyecek kadar kısa ise bu insanların çabasını, hırsını, kavgalarını anlayamıyorum.

    Röportaj:Tuba Balı


  8. 2133.jpg

    Sıfırdan başlayan bir başarı öyküsü, özürlülerin dostu Barış Suluhan'la sıcak bir röportaj

    Barış Bey ilk önce çok teşekkür ederiz bizimle bu kısa ama samimi röportajı yaptığınız için.

    Ben sizlere teşekkür ederim kardeşim…

    Barış Bey bize kendinizi tanıtır mısınız? Kimdir Barış Suluhan neleri sever nelere üzülür, özel zevkleri nelerdir.

    1976 yılında Ağr"nın Taşlıçay ilçesi, Geçitveren köyünde 28 Ağustos"da dünyaya geldim. Doğumumdan 15 gün sonra babamın memur oluşundan dolayı İstanbul"a geldik. İlkokulu İstanbul Bahçeli evlerde okudum, Orta ve Lise tahsilimi yine aynı semtte tamamladım. Okulun en fakir öğrencilerinden biri idim!

    Sizin çok küçük yaştan beri çalıştığınızı biliyoruz kaç yaşında başladınız çalışmaya.

    İlkokul 3. sınıfından Lise son sınıfa kadar çeşitli işlerde çalıştım ( Simit, sattım Pazarcılık yaptım Su sattım Ayakkabı boyadım Konfeksiyonlarda çalıştım Büfecilik, Dondurmacılık yaptım Bulaşıkçılık, Kombilik Garsonluk, Barmenlik gibi birçok işte çalıştım.)

    Hiç durmadan pes etmeden çalıştınız, peki hayat size bu çalışkanlığınızın ödülünü verdimi.

    Tabii ki hayat beni çalışkanlığım ve azmimden dolayı ödüllendirdi diye düşünüyorum, elimi attığım her işte başarılı olmaya başladım. Evlendim rabbim bana 2 tane Asrın ve Arda adında 2 erkek evlat nasip etti.

    Bazı insanların uğurum dedikleri vardır, sizin uğurunuz var mı?

    Tabii ki var, eşim evlendikten sonra rabbim bana bütün kapılarını eşimin uğuru diye adlandırdığım şekilde açtı, evlendikten 1 ay sonra Devlet Memuru oldum.

    Engelliler için mücadeleniz ne zaman başladı

    Memur olduktan birkaç sene sonra Küçükçekmece Engelliler Spor Kulübünü arkadaşlarımla beraber kurduk.

    Kitap yazmaya başladım kabuğuma sığamaz hale gelmiştim yaptıklarım yetmiyordu bana.

    Peki, Siyaset nasıl karar verdiğiniz siyasete girmeye.

    Bir gecede karar verdim, benim bu ülke için bu ülke insanlarına hizmet etmem gerektiği düşüncesiyle ile 2007 Genel Seçimlerinde Siyasete atıldım ve İST 2. Bölge Milletvekili A.Adayı olarak kolları sıvadım.

    Siyasete girme amacınız neydi.

    Amacım ( Göremeyenin gözü, Tutamayanın eli, Yürüyemeyenin ayağı olmaktı.) Meclis de bulunan Engellileri destekleyen Milletvekili sayısını arttırarak Engelli dostlarıma yararlı olabilmek, benim tek avantajım bulaşıcılıktan vekilliğe doğru uzanan bir serüvenimin olması idi, ben ne Aşiret Reisi nede bir zengin İş Adamı idim. Ben sadece Rıza"dan olma Nazime"den doğma fakir bir memur çocuğu idim.

    Hayatla kavganız çok erken başladı basamakları tek, tek çıktınız birçok şeyi başardınız, peki siyaset sizce neden seçilemediniz.

    Hayatını tırnaklarıyla dirhem, dirhem kazanmaya çalışan bir adamım, seçilemememin tek nedeni medya, medya bana gerekli desteği vermediğinden kazanamadım ve devlet memurluğuna geri döndüm.

    Peki, daha sonra dernek kurmanız nasıl oldu bize bundan da bahseder misiniz?

    Yoksulluk içinde okuduğum yıllarda beni hayata hazırlayan Kocasinan Lisesine bir şekilde vefa borcumu ödemem gerektiğini düşündüm ve Kocasinan Liseliler Eğitim Derneğini kurdum. Engelliler adına düzenlenen çeşitli söyleşilere ve destekleyici tüm organizasyonlara davet edildiğim sürece katılmaya gayret gösterdim ve göstermeye itina ediyorum.

    Duygularınızı nasıl dile getirirsiniz…

    Şiirde şiir yazıyorum, yoğun duygular yaşadığım zamanlarda kendimi kâğıda ve kaleme vuruyorum.

    Barış Suluhan aynaya baktığında ne görüyor.

    Kendimi, kendimi çok seviyorum, kendimle çok barışığım kısaca kendime adeta aşığım amacım ve gayem yapılmayanı yapmak başarılamayanı başarmak, ülke ve engelliler adına yapacaklarımı anlatmak istiyorum. Sosyalleşmeyi yeni insanlar tanımayı o insanlardan ortak payeler çıkarmayı seviyorum kısaca insan seviyorum can seviyorum… Ben değil biz olmak istiyorum, gökteki güneşten daha sıcak olduğumu, aydan daha aydın ve şeffaf olduğumu düşünüyorum.

    Peki, engelli ailelerine ne söylemek istersiniz onlar neler yapmalı.

    Rabbim bana sağlıklı ve sıhhatli ömür verdiği müddetçe ideallerimin peşinden koşup o idealleri başarmayı istiyorum ülkem ve ülkemin dürüst insanları adına katıldığım tüm tv ve radyo programlarımda ve çeşitli organizasyonlarda şunu istiyorum engelli ailelerinden, onlara adeta yalvarıyorum. Ne olur engelli bireylerinize engellinin – değil onlar için + olduğunu ve yapacakları işlerde sağlıklı insanlara göre 1-0 önde olduklarını anlatın ve onları evlerinize değil toplumun içine hapsedin toplumla kucaklaştırın. Unutmayın her şeyimizi bir gün yitirebiliriz ama vicdanımızı asla yitirmemeliyiz. Rabbim cümlemizin yardımcısı olsun A.E.O.

    Peki, isimler konusunda ne düşünüyorsunuz engelli özürlü gibi.

    Uzuvları eksik olan insanlarımıza bir şekilde hitap etmek istiyor iseniz onlara sakın Özürlü, Sakat, Defolu, vb. şekilde değil engelliler olarak adlandırınız. İnsanları sakın şekilleriyle ilgili lakaplar takıp, onlara o şekilde hitap etmeyin. Siz onları bir kere kırarsınız ama bu toplum sizi her platformda kırar. Bu konu ile ilgili sizinle bir anımı paylaşmak istiyorum. Lise 2. sınıf da iken sınıf başkanıydım sınıf da yoklama yapıyordum bir arkadaşıma ismiyle değil de lakap takarak hitap ettim en başarılı olduğum felsefe dersinde hocam Cuci Bey kulakları çınlasın Barış bu ders den kaldın dedi.

    Neden hocam yazılılarım sözlülerim ders katılımım çok başarılı dedim. Biliyorum dedi hocam sorun derslerin değil sorun arkadaşına takmış olduğun lakap bu gün ismiyle yarın farklı şeylerle dalga geçer lakap takarsın dedi ve beni felsefe dersinden bıraktı.

    Bende o günden sonra hiçbir zaman ne lakap taktım nede alaylı konuştum.

    Hocamın bu eğitici davranışı beni engelli kardeşlerime bağlayan onlar için bir şeyler yapma fikrini ilk davranışıdır. Unutmayın HAKKIN YOLU HALKIN YOLUDUR. Ya siz yolunuzdan dönmeyin dönenleri de ikna edin unutmayın ülkede ki engelliler adına tek sorun engellilere olan bakış açısıdır, bu bakışları mutlaka değiştirilmeli.

    Peki, bu bakışlar sizce nasıl değişir çünkü biliyorsunuz ki önümüzde ki en büyük engel eğitim.

    Bu bakış açılarını değiştirmek için en büyük iş okullarda başlatılması gerekiyor, engellilerle ilgili ders programı hayata geçirilmeli 8.5 milyon kayıtlı engelli var deniyor, ama en az 2 – 2.5 milyon civarında benim saklı dediğim engelli kardeşlerim var. İşte bunları topluma kazandırmak gerekli nereye gidebilirim ne yapabilirim deniliyor, ilçende ki en yakın belediyenin kapısını çal sana her türlü imkânı sağlayacaktır. Engellilerin sosyalleşe bilmesi eğitim alabilmesi ve toplumsal aktivitelere katıla bilmesi için bu şart hemen, hemen her ilçe belediyelerinin beyaz masalarında engelliler ile ilgilenen bir birim var. Her ilçede rehabilitasyon merkezleri var bir ve birden fazla bu yerler size uzanan ellerdir tutun o elleri.

    Korkmayın sesinizi duyurmaktan arzu ve isteklerinizi dile getirin bu platformlar sizin sesiniz olacaktır.

    Bizler sizlerin zaten arkanızdayız, amaçlardan biride bu ülkede BARIŞ SULUHAN"ların sayısını birden bin yapmak olsun, olsun ki sizler hayata daha sımsıkı sarılın sağlıklı insanlar bizim için çalışırken biz neden kendimiz için çalışmıyoruz diye sorusunu kendinize sorun.

    Ben sizleri seviyorum ama sizler aynaya baktığınızda kendinizi ne kadar seviyorsunuz. Engelliler ile ilgili her bireyin kendi adına olumlu adımlar atması gerektiğini savunuyorum.

    Peki, engelliler için sadece devlet mi yapmalı halk bir şeyler yapamaz mı, mesela mimari engeller konusunda.

    Olmaz olur mu? Hem de çok basit restoranınız merdivenliyse yanına rampa yapın belediye olarak ta kaldırımları yaparken mutlaka rampalı yapılmalı, trafik lambalarını engelliler için yapabilirler mesela üst geçitlere engelli asansörleri konulabilir. Tabii ki sadece devlet değil devlet ve halk el ele vermeli.

    Eğitimden başka verilebilecek destek nedir.

    Bir engelli olarak sen bunu çok iyi bilirsin ki iş, yeni çıkan kanunları eşit şekilde uygulanmasını sağlamak engellilere en büyük desteğin engelliler adına iş istihdamını sağlamak olacaktır.

    Geriye baktığınızda keşke dediğiniz şeyler nelerdir, keşke yapmasaydım keşke yapsaydım dedikleriniz nelerdir.

    Hayatta hiç keşkelerim olmadı hep doğru yapmışım dedi. Rabbim hiç kimseye keşke dedirtmesin yapılan tv ve radyo kampanyalarında eğitime verilen desteğe ayakta alkışlıyor ve elimden gelen desteği bende kendi adıma veriyorum, fakat aynı desteği açmak ve yaymak adına engellilere de verilmesini istiyor bunun için bir takım girişimlerde bulunuyorum. Ben hayata hep pozitif bakıyorum ya siz.

    Bu duygu yüklü sıcak röportaj için çok teşekkür ederiz Barış Bey, son sözlerinizi alabilir miyiz?

    Sizlerle küçük ama acı bir anımı paylaşmak isterim, orta 2. sınıf"dayım para yok pul yok son teneffüse girdik arkadaşlardan simit alacam diye borç para topladım, amaç aldığım parayla aç olan karnımı doyurmak değildi amacım elleri çamaşırdan bulaşık yıkamaktan elleri hasar görmüş Anneme el kremi almaktı. Anneler günün kutlu olsun Anneciğim.

    Barış SULUHAN

    Bir Hayat Adamı Hayatın Asıl Kitabı

    Röportaj

    Filiz KÖSEOĞLU


  9. 2164.jpg

    1991 yılında yaklaşık on bin insanın öldüğü ve iki milyon insanın yerinden yurdundan olduğu 'felaket', Sierra Leone İç Savaşı'nın yaşayan ve tarihe tanıklık eden kurbanlarından biri Mariatu Kamara

    Şimdi 23 yaşında, şiddet mağduru kadınlar ve çocuklar için çalışıyor. Ellerini savaşta kaybeden Kamara, yüreğinin 'elleri'nden tutup UNICEF için çabalıyor.

    Bu, Mariatu Kamara'nın acı ama umut dolu hikayesidir.

    Beni kaçıran adamlardan biri başımı aşağı çekti, öylece bekledim. "Tamam, küçük!" dedi diğer isyankar. "Buradan çabuk toz ol. Seni istemiyoruz"Söylediklerini doğru duyup duymadığımdan emin değildim ve hâlâ orada, öylece bekliyodum.

    Adam tekrarladı, "Evet, gidebilirsin.Git, git, git!"

    Yavaşça doğruldum. "Bekle" dedi hayvani bir sesle. Sırtında silahlarıyla bekleyen erkek çocukları beni gösteriyordu. Daha yaşlıca olan isyankarın emrini bekledim. Tam önümde yürüyordu.

    "Gitmeden önce kendine bir ceza beğen!" dedi gümbürdüyerek. "Ne gibi?" diye cevap verdim. Artık gözyaşlarımı tutamadığımı hissetmiştim.

    "İlk hangi elini kaybetmek istersin?" diye sordu.

    Boğazımdaki düğüm bir anda çözülüp çığlığa dönüşüverdi. "Hayır" diye bağırdım. Koşmaya başladım ama işe yaramadı. Yaşlıca olan beni yakaladı, tüm bedenimi onun büyük elleri kaplamıştı. Beni çocukların önüne fırlattı, yere çarptım hızla. Üç erkek çocuğu, beni kollarına aldı, tekmelerimi savurdum ama boşunaydı, gücüm yoktu. "Allahım lütfen kurşunlar kalbime saplansın ve öleyim" diyordum içimden.

    "Lütfen bana bunu yapmayın" diye yalvardım. "Neredeyse sizinle aynı yaştayım. Belki arkadaş olabiliriz."

    "Biz arkadaş değiliz" diye cevap verdi, tükürürmüş gibi bir ifadeyle bakan çocuklardan biri.

    "Eğer ellerimi doğruyacaksanız, lütfen beni öldürün" diye yalvardım onlara.

    "Seni öldürmeyeceğiz" diye cevap verdi, bir diğeri. "Senin 'başkan'a gitmeni ve bizim sana yaptıklarımızı ona göstermeni istiyoruz sadece. Artık ona oy vermeyeceksin. Hadi başkandan şimdi yeni eller iste bakalım."

    Hiçbir acı hissetmedim. Ama bacaklarım çoktan kendini koyvermişti. Yere düştüm. Çocuklardan biri yerdeki kanı temizliyordu, sonra da uzaklaştı, gitti. Gözkapaklarım gitgide kapanıyordu. İsyancı çocukların birbirlerine beşlik çaktığını izliyordum. Gülüşmelerini duyuyordum. Beynim giderek bulanıklaştı, karardı. O sırada kendime şu soruyu sorduğumu hatırlıyorum. "Başkan ne demek?"

    Bilincim yerine geldiğinde, korkunç bir mide ağrısı hissettim. Yaralı kollarımı kımıldatmama imkan yoktu. Sanki dünya üzerinde yuvarlanıyordum. Dizlerimin üzerinde emekliyordum. Karnımı da tutuyordum bir yandan. Kaçmak istiyordum, kaçmak... Bu kasabadan çok çok uzağa...

    "SADECE KADINLARIN BEBEĞİ OLUR, KIZLARIN OLMAZ"

    Ansızın keskin bir acıyı kollarımda hissettim. Hayatımda hiç bu kadar hasta olmamıştım ben. Başka bir kasabaya gidip yardım istemeyi başardım. Pek çok tanıdığımın hastanede kaldığı yer burası, Freetown. Bir kamyon sayesinde bu kasabaya getirildim. İyileşmek için yattığımda bir başka şokla savruldum.

    "Sen hamilesin!." Kadın doktorun ne demek istediğini tam anlayamamıştım. "Bir bebeğin olacak. Anlıyor musun?"

    "Ama bunda bir hata olmalı! Sadece kadınların bebeği olur, kızların olmaz..."

    Bana bebeğin nasıl meydana geldiğini anlattıklarında daha yeni ne olduğunu kavramıştım. Yaşadığım kasabadaki Salieu isimli yaşlıca bir adam, büyüdüğüm zaman beni ikinci karısı yapmak istediğini söylemişti. Bir gün beni kollarına aldı. O an evde tek başıma olduğumu biliyordu ve beni seks yapmaya zorladı.

    Sonra da sessizce "Kimseye söyleme, küçük" dedi. Kimseye hiçbir şey söylemedim. Bunun kötü bir şey olup olmadığını bile kavrayamamıştım ki daha. Ve şimdi biliyordum ki karnımda onun çocuğunu taşıyordum. Salieu bunu asla bilmeyecek. İsyancılar onu çoktan kurşuna dizdiler bile...

    SAVAŞ BAŞLADIĞINDA...

    Bebekliğimden bu yana babamın kardeşi Marie ve kocası Alie ile birlikte Magborou isimli küçük bir köyde yaşadım ben. Burası daha çok çocukların kendi aileleri tarafından değil de başka insanlar tarafından büyütüldüğü kırsal bir yerdi. İsyancılar saldırdığında, 1999 yılında, o sırada Manarma isimli başka bir köyde yaşıyorduk. Çünkü buranın daha güvenli olduğu söylenmişti bize. İki kuzenimin, İbrahim ve Mohamed, kaçırıldığını gördüm. Marie'nin en küçük kız kardeşi de saçından sürüklenip götürülmüştü.

    "Hoşçakal" demiştim kalbimden, o götürülürken... Daha sonra öğrendim ki o gün 100'den fazla insan öldürülmüş. Mucize eseri üç kuzenim de hayatta kalmayı başardı. Her ne kadar elleri kesilmiş de olsa, tekrar bir aradaydık Freetown'da.

    Böyle korkunç bir zamanda insan kendine bakmayı öğreniyor. Her şeyi kendi kendimize hallediyorduk. Yaralara rağmen yemeğimizi yapıyor, çamaşır yıkıyorduk. Kollarımın sarılı olmasına rağmen dişlerimi fırçalayabiliyordum, saçımı tarayabiliyordum.

    ENGELLİLER KAMPINDA YAŞAMA TUTUNMAK

    Hastaneden çıktıktan sonra engelli insanların olduğu bir kampa gittik. Her anından nefret bile etsem sokaklarda dilenerek para kazanmaya çalıştım. İyi geçen bir günde 10 bin leon ( 2 sterlinin altında) kazandığımız oluyordu.

    Marie ve Alien'in öldüğünü sanmıştım ancak kaçmayı başarmışlardı. Şimdi hep birlikte bir çadırda yaşıyoruz. Bu kamp, bir futbol stadyumu büyüklüğündeydi, çöp gibi kokardı, pişen yemekse insanı hasta edecek kadar sağlıksızdı. Bizim gibi, benim gibi elleri olmayan 400 insanın bir arada olduğu ve yaşamaya çalıştığı bir yerdi burası.

    DOĞUM ZAMANI...Ne zaman ki doğum vakti geldi çattı, doktor bana kanallarımın çok küçük olduğunu ve bebeğin çıkabilmesi için yeterince alan olmadığını söyledi.

    "Sezeryan denen özel bir doğum yöntemiyle ameliyat olacaksın."

    Hatırladığım son şey, doktorun karnımı iğnelediğiydi. Abdul isimli bir oğlum oldu. Tekrar dilenmek için geri döndüğümde, eskisinden çok daha fazla kazanıyordum. Bir gün adamın biri tam 40 bin leon (yaklaşık 7.50 sterlin) düşürdü yere. Bu, o güne kadar kazandığım en büyük paraydı.

    10 aylık olduğunda Abdul, kötü beslenmeden dolayı hastalandı. Hastanede tedavi görmesine rağmen öldü. Onu yeterince sevmediğim için kendimi suçluyordum. Kampın camisinde ailem bir cenaze töreni hazırladı. İmam dua okudu. Orada öylece duruyordum. Dinliyordum ama duymuyordum.

    Kollarım için ilk defa hastaneye tedavi görmeye gittiğimde, varlıklı ailelerin savaştaki çocukları evlatlık edindiği konusunda söylentiler dolaşıyordu. Altı çocuğun bu şekilde ABD'ye gittiğini öğrendim. Pek çoğu da listedeydi. Ama Kimse benimle ilgilenmemişti. Ta ki bir güne kadar...

    YENİ HAYAT, UMUTLU GÜNLER"Canada'dan bir adam arıyor" dedi kadın. "Adı Bill. Gazetede okuduğu bir kızı soruyor."

    Comfort isimli memur, oğlumu kollarımda tuttuğum bir fotoğrafımı gazeteye vermişti. Benimle yabancı gazetecilerin yaptığı röportaj da gazetedede yer alıyordu.

    "Bu adam sana yardım etmek istiyor. Ailesi hikayeni okumuş ve sana yiyecek, giyecek temin etmek istiyorlar."

    "Beni Canada'ya götürecek mi?" diye sordum.

    "Hayır ama dua et ki götürsün."

    Şanslıydım ki duam kabul oldu. 2002 yılında Toronto'ya uçtum. Bill ve ailesiyle kısa bir süre yaşadıktan sonra Sierra Leone'li bir çift Kadi ve Abou Nabe beni yanlarına aldı. İç Savaş'tan beridir Canada'da yaşayan bir çiftti onlar. Savaş patlak verdiğinde, ailelerinden pek çok kişiyi Toronto'ya getirmişler.

    Yaşları benden biraz daha büyük üç kızla aynı odayı paylaştım. Onları birer yeğen gibi sevdim. Bir gün Abou'ya eğitim görmek ve bir iş sahibi olmak istediğimi söyledim. Abou bana;

    "Ellerin yok ama aklın var. Ve bence çok da zeki birisin. En çok neyi yapmak istiyorsan onu yap. Bu dünyadaki yolunu ancak kendin çizebilirsin." dedi.

    Bu insanı cesaretlendiren sözlere rağmen okula gitmeye korktum. Yalnız kalabilirdim. Yazmanın ve okumanın hayalini kuruyordum durmadan. Ama tüm bunları ellerim olmadan nasıl yapacaktım? Kadi, İngilizce'yi ikinci dil olarak öğrenmemi sağlayan bir okula gitmemi salık verdi.

    Sınıf arkadaşlarımın çoğu Asyalı kadınlar, Orta Doğulu büyük anneler, güney Afrika'dan gelen erkeklerdi. Başlarda sadece jestlerle iletişim sağlarken, daha sonraları İngilizce kelimelerle diyalog kurmaya başladık. En gurur duyduğum anlardan biri hiç şüphesiz kalemi kollarımın arasında tuttuğum andı. Canada'ya geldikten 10 ay sonra, bir haziran gününde ESL'den (İngilizce İkinci Dil Okulu) elimde diplomamla mezun oldum.

    2004 yılının kışında engelli insanlar için özel olarak hazırlanmış bir dizüstü bilgisayarım oldu. Klavye ne kadar büyük olursa olsun, ilk başta bir harfe dokunmak öyle kolay değildi.

    O akşam, bilgisayarımın karşısında oturdum ve satlerce onunla ilgilendim. Biraz zorlansam da ilk cümlemi, o koca klavyenin üzerinde tuşlara yarım yamalak basarak yazmayı başardım.

    "Benim adım Mariatu Kamara. Canada'da Toronto'da yaşıyorum ve burayı çok seviyorum."

    *********

    NOT: Mariatu şimdi 23 yaşında. İngilizce, onun için artık ana dili gibi konuştuğu bir dil. Kötü şartlarda yaşayan, 'hayat mağduru' çocuk ve kadınların danışmanlığını yapıyor. Unicef'in Savaş Çocukları için Özel Temsilciliği'ni de üstlenmiş durumda. Elleri, diğer insanlarınkinin aksine prostetik de olsa, o, onlarsız da hayatı kolaylaştırmanın yolunu bulmuş.

    Sierra Loene İç Savaşı, 11 yıl sonra 2002 yılını Haziran ayında sona erdi.

    Bu hikaye, Mariatu Kamara ve Susan McClelland'in Bite of the Mango isimli kitabından alınmış ve çevrilmiştir.

    ALINTI


  10. 2157.jpg

    Engellilerin yaşamlarını kolaylaştıran çözümler ürettiği için Uluslararası Genç Girişimciler Federasyonu tarafından 2009’un en başarılı genci seçilen Rodin Alper Bingöl “Dört yıl engellilerle ilgili farkındalık kampanyalarından sonra Türkiye’nin bir başka sorunu üzerinde çözümler üretmeye çalışacağız” diyor

    Tasarımcı, sanat yönetmeni, reklamcı, fotoğrafçı, EKH’nin (Engelleri Kaldır Hareketi) kurucusu, Türkiye’nin en başarılı genci... Rodin Alper Bingöl birçok insanın 29 yıla sığdıramayacağı işler yaptı. Bu yüzden girişteki sıfatların, onun isminin önünde durması boşuna değil, Rodin Alper Bingöl Ocak 2009’da Bilgi Üniversitesi Görsel İletişim ve Tasarım bölümünü bitirirken tez projesi olarak ‘engellileri’ seçti. Ama bir de baktı ki arkasında büyük bir destek oluştu. Tezlikten çıkan konu toplumsal bir aşamaya dönüştü ve dünya çapında yürütülen bir hareket oldu. Engelleri Kaldır Hareketi’nin başındaki isim elbette Rodin Alper Bingöl’dü. Bingöl, Junior Chamber International (Uluslar arası Genç Girişimciler Federasyonu) tarafından insan haklarına, çocuklara ve dünya barışına katkı kategorisinde 2009’un en başarılı genci seçildi.

    BİZ AJİTASYON YAPMADIK

    Bingöl engellilerle ilgili başlattığı kampanyanın çıkış öyküsünü şöyle anlatıyor: “Ben tez için konu ararken Türkiye’deki engellilerin sayısının 8,5 milyon olduğunu öğrendiğimde çok şaşırdım. Bu rakamın üzerine onların ailelerini de eklerseniz yaklaşık 25 milyon kişi ‘engellilik’ halinden etkileniyor. Sonra bazı engellilerle iletişime geçmeye başladım. İşe kendimi daha çok verdiğimde başka konuların varlığı da ortaya çıkıyordu. Türkiye’deki engellilerin yüzde 50’sinin hiç cinsel hayatının olmadığını biliyor musunuz? Bir canlının varoluş nedeni üremektir. O insan, insan olmanın ötesinde varoluşunu gerçekleştiremiyor demektir. Bu durumdan çok rahatsız oldum. Tezden sonra bunu bir harekete dönüştürelim dedik. Türkiye’de sosyal sorumluluk projesi denildiğinde yapılanlar bellidir. Şuraya SMS gönder, şu hesaba para yatır, tekerleklikle sandalye yardımı yap... Elbette bunlara da ihtiyaç var ama biz farklı bir noktadan işi yakalayalım istedik. ‘Farkındalık’ kısmına ağırlık vermek gerekiyordu. Sunduğumuz çözümler kesinlikle bir bağışı kapsamamalı, kalıcı ve sistematik sonuca gitmeliydi. Şehir planlamalarından, engellilerin hukuksal haklarına kadar elimizde somut şeyler olsun istedik. Kampanyalarda insanların engellilik durumlarının neden kaynaklandığı sorgulanmaz hiç. Durum ajite edilerek yardım istenir. Biz daha çarpıcı kampanyalarla yola çıktık.”

    BU BİR ŞAKA DEĞİLDİR!

    Bingöl’ün ‘çarpıcı’ olarak nitelendirdiği başlangıç ise bir banner (internetteki reklam alanı) hazırlamaktı. “Karşı cinse dokunma şansınız elinizden alınsaydı... Türkiye’de 8,5 milyon engelli karşı cinse dokunamadan hayatlarını sonlandırıyor” ibaresini blog siteleri başta olmak üzere birçok internet sitesinde yayınladı. Şakaların yapıldığı ‘1 Nisan’ da ise başka bir farkındalık ile ortaya çıktı. Türkiye’nin 80 noktasında belli yerlere tekerlekli sandalyeler koydurdu. Tekerlekli sandalyelerin önündeki panoda şu ibare vardı: “Bu bir şaka değildir, kim oturmak ister?”

    Kampanya öyle büyük bir ses getirdi ki ulusal ve uluslararası birçok şirket harekete destek verdi. Destek verenler arasında Okan Bayülgen, Beyazıt Öztürk, Berrin Şeker gibi isimler de vardı. Bingöl bu hareketi dernekleştirdi ve Engelsizler Derneği’ni kurdu. Derneğe genç iletişimciler, hukukçular, şehir planlamacıları, sosyologlar da üye oldu. İçlerinden ekipler, komisyonlar kurarak çalışmalara başladılar. Reklamcılık ve dernek mantığının harmanlanıp diğer kurumlarla da işbirliği yapılarak sürdürülen hareketin başındaki isim olan Bingöl, “Sizin bildiğiniz aslında insanlara doğru yaklaşma tekniğini bilmekle ilgili bir şey. İnsanların fark etmesini istediğiniz çarpıcı bir konu varsa bunu reklamcıdan başka kimse iyi yapamaz. Ben de beni rahatsız eden bu durumu, çevremi, birikimimi kullanarak hayata geçirdim. Sistemi değiştirmeye çalışıyoruz, işimiz kolay değil” diyor.

    LİSTE ÇOK UZUN

    Bingöl’ün çıkış noktası sadece engelliler değil. Bütün insan haklarına karşı olan uygulamalar! Dört yıl engellilerle ilgili farkındalık kampanyaları yaptıktan sonraki süreci şöyle anlatıyor: “Baktık, bu zaman içinde belli bir yere geliyoruz sonra diyeceğiz ki bu kez çocuk haklarıyla ilgili kampanyalar başlatıyoruz. Türkiye’nin acil ihtiyacı olan ne varsa ele alacağız. Sistem kendi içinde çözümler üretir hale gelinceye kadar çalışacağız.”

    Doğal olarak bu gencin çalışmalarının bir karşılığı da ödül oldu elbet. Junior Chamber International (JCI) dünya üzerinde 115 ülkede faaliyet gösteren Dünya Genç Liderler ve Girişimciler Federasyonu’nun marka ismi. Federasyon bu yıl en başarılı gencin Rodin Alper Bingöl olduğuna karar verdi. Bingöl “Türkiye’yi uluslararası arenada temsil etmeye çalışacağız. Ödül çok önemli değil, önemli olan sesimizi duyurmak” diyor.

    Nişantaşı’nda engelli rampasında ağaç var

    İnsanların engellilerin yaşadığı sorunları unuttuğunu, farkındalık kampanyalarının da bu anlamda önemli olduğunu düşünüyor Rodin Alper Bingöl. “Başka derneklerin kampanyalarında engellinin evden dışarı çıkamadığı ve mutsuz olduğu, ona yardım edilmesi gerektiği vurgulanıyor. Oysa asıl soru ‘O insan evden neden çıkamıyor?’ olmalı. İnsanlar bağış yaptığında psikolojik olarak rahatlıyor ve yine o engelli kendi çaresizliğiyle baş başa kalıyor. Benim neye ihtiyacım varsa engellinin de var demesi gerek. Rahatlıkla sinemaya, konsere, kafeye girmesi, kaldırımda ilerleyebilmesi lazım. Herkes için eşit imkanlar yaratmalıyız. Nişantaşı’nda engelliler için kaldırıma rampa yapılmış. Çıkıyorsunuz ama ilerleyemiyorsunuz çünkü kaldırımın ortasında kocaman bir ağaç var! Bir bina yapıyorsunuz sadece yüzde 1 ekstra maliyetle onları 50 yıl boyunca engellemiş oluyorsunuz.”

    ÖZKAN GÜVEN


  11. Hayatınızdaki sevgiliyi bulup ömür boyu mutlu olmak mı istediniz?

    Başaramadınız mı yoksa?

    Siz de mi aklınızı kullanamadınız?

    Duygularınız çok mu hırpalandı kalpten kalbe esir düşmekten?

    Onu tanıdığınızı sandınız, çok sevip çok bağlandınız demek ki..

    O zaman devam eden bir ilişkiniz mi vardı? Kim bilir belki de evliydiniz? Ve siz yeni bir ilişkiye daha girdiniz. (Ne kadar cesursunuz.)

    Şimdi de iki arada kaldınız diye çok mu acı çekiyorsunuz?

    Size yakın olan bir dostunuza, bir arkadaşınıza danışmak, fikir almak, onun sizden daha doğru karar vereceğine inanmadınız öyle mi?

    Hay allah nasıl da unuttum, en akıllı sizdiniz değil mi?

    Sizi aramıyor sizi sormuyor üstelik aldatıyor da. Bence değmez kafaya takmaya, ağlayıp zırlamaya..

    Hiç mi aklınıza gelmedi sizi sevmeyen, sizi saymayan, size gerçekten değer vermeyen birini sevmeye değmez diye?

    Hem de ona hiç güvenmediniz, bunu hissettiğiniz halde aylarca yıllarca bir de flört edip 'aşkım' dediniz.. (Hayret bir şeysiniz - Eee o zaman haklı yere halt ettiniz.)

    İnanamıyorum bu doğru mu? Size daha başından yalan söylemişti ve bu defalarca da devam etti öyle mi?

    Siz bu yalanları bildiğiniz halde, ona inanmayı güvenmeyi sürdürdünüz. Hep bunun bir gün düzeleceğini düşündünüz.. (Aslında siz, hayal ettiniz.)

    Anlıyorum bir gün nasıl olduysa karşınıza çıktı ve siz 'bu doğru insandır' dediniz onun için, ona çok değer verdiniz 'Hak etmiyorsa şayet onu defterinizden silin' sözünü hiç mi hatırlamadınız?

    Bence artık siz arkanıza dahi bakmayınız..

    Hani 'Geçmişe mazi yenmişe kuzu' denir. Hatırladınız mı? O zaman aklınızın bir duvarına bu lafı yapıştırınız..

    Ben sır tutarım bilirsiniz..

    Sevgilinizle beraberken dostlarınızı çabuk mu unuttunuz?

    Keşke sizi ekip giden, duygularınızı hoyratça kullanan bu kişi için, dostunuzu arkadaşınızı boş yere satmasaydınız..

    Tabii ki şimdi çok pişman olursunuz.

    Bilmez miyim, bu sevgiyi siz çok hakkettiniz.. (Şimdilik kader kısmet diyelim..)

    Üzülmenize ağlamanıza hiç gerek yok.. Lütfen inanın.. Tek değilsiniz bu hikayede..

    Herkes laf mı söylüyor şimdi sizin için?

    Dinlemiyor gibi gözükün o zaman sizde.. Fakat siz yine de içinizin sesini dinleyin, aklınızın bir ucunda tutun size söylenenleri..

    Beyninizle ve yüreğinizle bütün yaşanılanları çıkarın çarpın toplayın ve bölme işleminden sonra, sadece kendiniz için ufacık tefecik hatıralar ayırın..

    Mesela iki çift tatlı bakış, bir çift tatlı söz ve iki damla da gözyaşı..

    Niçin mi? 'Sevgililer Günü Hatırına' Sadece kalbinizin yumuşaması için.

    ALINTI


  12. İtalyan yazar Lucianno düşünce suçlusuydu. 4m2 lik bir hücreye mahkum oldu, hem de tam 17 sene için ! O kahrolası hücreye yerleştiği birinci gün herşey normaldi.

    Aradan birkaç hafta geçti.

    Lucianno düşünmeye başladı "burada 17 sene nasıl geçer..."

    Aradan aylar geçti. Sanki her geçen gün biraz daha mahkum oluyordu zavallı hücresinde. Bir sabah bir karıncanın burnunu ısırmasıyla uyandı Lucianno. Onu büyük bir titizlikle parmağının ucuna alıp "acaba" dedi. Acaba bu karıncayı yetiştirip kendime bir dost yapabilir miyim? Dedi. Kaybedecek hiçbir şeyi yoktu ve bunu denemeye değerdi. Karıncayı yanı başında duran küçük sehpaya koydu. Karınca karıncalığını yapıp, kaçmaya çalıştıysa da Luci bırakmadı onu. Etrafını çevirerek karıncanın kaçmasına engel oldu. Onunla konuşmaya ve onu eğitmeye kararlıydı. Başarabilse yalnızlığı sona erecekti. Karınca ile tam 3 sene uğraştı. Karşılıksız da olsa konuştu ve dertlerini anlattı ona. Bir de isim taktı karıncaya Tito.

    Bir sabah Tito'sunun ona günaydın demesiyle uyandı Lucianno.

    Bu duyabileceği en muhteşem sesti. Büyük bir heyecanla yatağından dışarıya fırlayıp bağırmaya başladı: konuştun, Tito sen konuştun. Nihayet konuştun. Günaydın, günaydın, binlerce günaydın dostum.

    Artık bir dostu vardı Lucianno'nun ve bunu hiç kimse bilmiyordu. Tito'nun varlığı yazarın en büyük sırrıydı. Kimse duymamalıydı. Gardiyan duymamalı, bu rüya bitmemeliydi. Bu büyük dostluk tam 17 sene sürdü. Hiç kimse bilmedi Tito'yu. Lucianno, Tito'ya tüm bildiklerini öğretti. Konuşmayı, okumayı, yazmayı, dans etmeyi, şarkı söylemeyi, fikir üretmeyi... bildiği herşeyi öğretti. Kah ağladılar, kah güldüler.

    Aradan tam 17 yıl geçti ve bir gün asık suratlı, soğuk yüzlü gardiyan kapıyı araladı. Hazırlan yarın çıkıyorsun dedi beton sesli gardiyan. Gardiyan gittikten sonra Lucianno ağlayarak karıncaya döndü "bitti Tito. Bitti büyük dostum. Yarın çıkıyoruz, yarın özgürüz." Dedi. Tito da ağladı. Yazar Tito'ya sordu, "söyle dostum yarın çıkar çıkmaz ilk ne yapalım?" Tito: "gidelim bir bara ve hayvan gibi içelim." Dedi. Gülüştüler. Sabaha kadar uyumadılar. Hayal kurup bu fare kapanından farksız lavabolu dikdörtgenin ilk defa tadını çıkarttılar. Bir anda sanki hücre genişlemiş gibiydi.

    Sabahın ilk ışıklarıyla son kez açıldı demir kapı.. Kapıdan çıkarken son kez geri döndü ve ranzasına baktı İtalyan yazar. Sadece şu iki kelimeydi ağzından dökülen. "vay bee..." dışarı çıktılar.

    Tito Lucianno'nun omuzundaydı. Sabahın körüydü ve mevsim kıştı. Kar lapa lapa yağıyordu. Lucianno bavulunu havaya fırlattı ve "özgürlük" diye bağırdı. Tito da bağırdı. Yağan kar umurlarında değildi. Yürüdüler, kara inat yürüdüler. Özgürlük sıcaklığına kar mı dayanır kış mı? ...

    Nihayet bir barın önüne geldiler. Tito sordu: "şimdi biz buraya girebilecek miyiz?" avazı çıktığı kadar "biz artık özgürüz" diye bağırdı Lucianno. İçeri girdiler. İçeride sızmız kalmış üç beş adamla kasanın başında uyuklayan barmenden başka kimse yoktu. Bir masaya oturdular.

    Bir ara Lucianno'nun gözü masanın yanındaki aynaya ilişti. Hapisten çıkarken yaptığı gibi yeniden mırıldandı, "vay bee". Saçları bembeyaz olmuştu, yüzü buruş buruştu. Yaşlanmıştı Lucianno. Tebessümüne aradan sızan birkaç damla gözyaşı karıştı. "barmen bize iki bira getir" diyebildi titrek bir sesle. Barmen yerinden fırlayıp biraları getirdi. Bir adamın iki bira istemesinin sebebini bilmiyordu. Bilmesi de gerekmiyordu, bilmek de istemiyordu zaten. Biraları bıraktı ve kuş tüyü kasasına geri döndü.

    Lucianno omzundaki dostunu bardağın içine attı. İçtiler.. Tito da içti. İçtikçe keyiflendiler. Bir ara Tito, bardaktan fırlayıp masanın üzerinde dans etmeye başladı. Elini yüzüne koyup masanın üzerine abanmış olan Lucianno büyük bir gururla kendi yetiştirdiği dostunun dansını izledi. Bir an durdu ve "ne günlerdi be Tito" dedi. Dertleştiler, biraz sonra yine dans etmeye başladı.

    Tito dans ediyor, Lucianno korkunç bir keyifle bu muazzam manzarayı izliyordu. Bunu mutlaka birilerine anlatmalıydı. İyi bir şey yapmanın belki de en keyifli yanıydı onu biriyle paylaşmak. Ama Lucianno bu keyfi 17 sene hiç yaşamadı.

    Özgürlüğünün bu birinci gününde yıllarca gizli tuttuğu bu büyük ve onur verici sırrı birileriyle paylaşmalıydı.

    Etrafına baktı.

    Barmenden başka kimse yoktu. "barmen, barmen!" diye seslendi.

    Barmen yarı uykulu, Lucianno'nun masasına geldi. Lucianno dans eden Tito'yu işaret ederek, büyük bir heyecanla "barmen şuna bir baksana, şuna bir bak..." dedi.

    Barmen sessizce parmağını Tito'nun üzerine götürdü.

    "çok affedersiniz beyefendi" diyerek karıncayı ezdi...

    İŞTE O KARINCA

    karincasa0.jpg

    Alıntı


  13. Başında bu kadar zaman geçirilen sürekli bir şeyler yazılan forum anne tarafından şüpheli bulunarak gelinir ve çocuğun başında dikilmeye başlanır bu durumda mevzu bâhîs başlık devreye girer;

    "ne bu sayfa şimdi, napıyosunuz siz burda"

    sorusu ile giriş yapan anneye

    "forum bu anne, biz de burda yazı yazıyoruz"

    diyerek en mantıklı açıklama yoluna gidilir

    ama kendisi anne olması itibariyle elbette bu kadarla bırakmayacak daha fazla soracaktır

    "para mı veriyorlar buraya yazana"

    diyerek ilk bombayı patlatır kapitalist düzenin uşağı olmuş anne

    "hayır anne para vermiyorlar"

    yeterli bir açıklama olmaz tabi

    çünkü bu durumda burada geçirilen zamanın bir başka açıklaması olması gerekmektedir

    "peki bu sözlüğün sahibi sizin yazdıklarınızdan para mı kazanıyor"

    diye sorar bu defa

    "reklam alırsa kazanır yoksa kazanmıyor anne"

    cevabını müteakip anne bombayı patlatır

    "e o zaman neden var bu şimdi, kapatsınlar burayı"

    anne ile beyhude diyalog çabalarına da örnek teşkil edebilecek bu mevzu kapanmayan bir yaradır userin benliğinde çünkü;

    "sadece eğlenmek ve paylaşmak için yazıyoruz"

    cümlesi hiç yetmez

    "buna yazacağına aç kendine bir yer oraya yaz"

    "madem bu kadar yazmak istiyorsun kitap yaz"

    gibi cümleleri ile annenin bitmeyen anlamak istememesi durumu süreeer gider..

    Vee ßizimkiLerin oLasI diaLogLari:

    annesi=ne bu?

    Queen=forum anne..

    annesi=noluyor burda?

    Queen=yazı yazıyosun işte...

    annesi=öss'yi kazandırıyor mu bari?

    Queen=yok..

    +çat.. (pc fişi bi hışımla çekilir)

    annesi= yürü test çöz!

    annesi= kimle konuşuyorsun?

    gitarsus= kimseyleee, foruma yazı yazıyorum.

    annesi= hııı. e sadece sen mi yazıyorsun, onlar sana yazmıyor mu

    gitarsus= yok. interaktif ortam. becerebilen yazıyor, ayrıca bana yazan yok

    annesi=yazmanı istemiyorlardır ondandır, kapat da gel hadi, kek yaptım

    annesi=kalk şu bilgisayarın başından diyorum, yemeğe otur.

    oßisoft=anne dur ya, iki post daha yasiyim geliom.

    annesi=oğlum yemekler soğudu, kime diyorum ben! hem ne yazıyon, aaaa fln mı çıkarıcan bilgisayardan?

    oßisoft=yok annecim ya, forum bu, mükemmel ortam, çok nezih bi yer…

    annesi=ne forumu bu? beynini fln yıkıyolar insanların internette, görüyorum televizyonda ben…

    oßisoft=of anne...!

    annesi= ne bu şimdi?

    _sevda_= forum anne...

    annesi= nasıl yani öss formu gibi bişeymi

    _sevda_=yok anne burda beğendiğin konulara yorumlarını yazıyorsun herkeste okuyor?

    annesi=ne yani şimdi seni herkes okuyor burada allah bilir görüyorlardır da (kızmaya başlar)

    _sevda_=evet anne zirvelerimiz oluyor.

    annesi=demek sen beni forum die kandırıp neler yapıyorsun haa bundan sonra forum morum yok internette yok bitti senin işin.

    annesi=oğlum bu ne

    _kaos_=forum

    annesi=xforum gibi mi

    _kaos_=evet

    annesi=kodlar aynı mı

    _kaos_=evet sayılır

    annesi=hımm açsana kaynağı

    _kaos_=....HÖNKK

    annesi=ne bu uğraştığın?

    Ekrem =forum

    annesi= para kazanıyo musun bu kadar uğraşıp?

    Ekrem = yok, barış için sevgi için insanlık için bu.

    annesi= faturayı baban öderken de şarkılar söylersiniz birlikte.

    ALINTI